28 Nisan 2024 Pazar

29 Nisan 2024 Pazartesi TORUNLARIMA MEKTUPLAR.......................ANILAR 29 Nisan


150 29 Nisan 2014 Salı 08:17 NE DÜŞÜNÜYORUM ?.........................Müjdeler olsun ! 

Müjdeler olsun !


Bizi onbir ayın sultanı Ramazana ulaştıracak ışıklı bir iklime girdik. Sevabı bol, fırsatı çok, bereket dolu üç aylar geldi. Hepimize müjdeler olsun !

Şu facebook her açtığımda “Ne düşünüyorsun ?” diye soruyor. Davet edici, işvekar. 

Ben de düşünüyorum işte. Tüketim çağının ürünü, yeni “merkantl” [1] örnekleriyle karşı karşıya olduğumuzu mesela. Bu davetin adeta bizdeki pazarcının “Gel vatandaş, gel !” çağrısına benzediğini. Harlı bir fırın gibi “Beni besle, odun atmaya devam et. Varlığım buna bağlı” dediğini. Yakıtının da genellikle fotoğraflar olduğunu.

Gerçek şu ki, iletişimin bu tür dijital malzeme ile ve paylaşım şekline dönüştüğü bir zaman dilimi yaşıyoruz. Bu nevi haberleşme eskinin mektuplaşmalarını, muhabbetlerini hatta telefon görüşmelerini bitirdi. Şimdi insanlar bilgisayarları başına geçip her gün kendi magazin sayfalarını yayınlayabiliyorlar. Durum böyle olunca da bizim sevimli “Ne var ne yok ?” sözcüklerimizin hiçbir anlamı kalmadı gibi.
 
Çok çok eskiden dumanla, davulla, güvercinle mesajlaşan insanoğlu zaman tünelinde mors alfabesiyle ya da bayrak kullanarak Semaphore [2] sistemi gibi çok değişik haberleşme yöntemleri kullandı. Telgraf, telsiz, teleks ve telefon araçlarıyla iletişim kurdu. Ama telefon telgrafı, Fax teleksi, e-mail de mektubu sonlandırdı.

Şimdi bilgi çağının doruğunda yaşıyoruz. Gelişen elektronikle birlikte bilgisayar kullanımı yaygınlaştı. İnternet devrimi ve cep telefonu dalgasıyla yeni bir dijital iletişim türü ortaya çıktı. Şimdi SMS’ler, e-postalar, sohpet odaları, twitter, facebook ve instagram var. Daha da neler göreceğiz kim bilir. 

Her neyse. Biz zamanın getirdiği bu haberleşme imkanlarını da kullanarak “Emr-i bi'l ma'rûf” [3] yapmaya devam edelim. Zamanın getirdiği her türlü yozlaşmaya karşı dik duralım. İnsan olmamızın gereği “Okumayı ve düşünmeyi” bırakmayalım diyorum. Mesela yaşadığımız günleri düşünelim sırasında. Geleneğin ötesinde anlamlarını yeniden hatırlayıp “idrak” edelim. Böylece inşallah onlarda gizli manevi fırsatları da kaçırıp ıskalamamış oluruz.

İşte bu yıl 30 Nisan Çarşamba günü üç ayların ilki olan Receb-i şerîfin de ilk günü. Kamerî ayların yedincisi Recep ayı ile başlayan, Şaban ayı ile devam eden ve onbir ayın Sultanı Ramazan ile tamamlanan bu mübarek iklim hayırlara vesile olsun inşallah.

Ümid ve dua ederiz ki Müslümanlar hiç değilse eski araplar kadar bu ayların kadim manasına saygı göstersinler. 

Çünkü, Recep ayı aynı zamanda haram aylar denilen dört kamerî ayın da sonuncusu. Zi'l-Ka'de, Zi'l-Hicce, Muharrem ve Recep ayları Hz. İbrahim’den beri muhterem kabul edilmiş ve savaşmak haram [4] sayılmış. İslam dini de tevhidî gelenekte var olan bu iyi ve güzel uygulamaya [5] dokunmamışken, Kur`ân ancak, düşman tarafından taarruz edilmesi halinde, savaşa müsaade [6] etmişken bugün İslam dünyasının haline bir bakınız. Ne içler acısı, ne yürek yakan, ne gönül burkan manzaralar bunlar?

Dileriz ki bu mübarek günler-aylar artık islam dünyasında akan kanın durmasına vesile olur. Biz de bu kutlu barışa şahid oluruz.

Zira, bugünden itibâren, manevi yoğunluğu olan bir iklime girmiş durumdayız. İnsanımızın "Üç Aylar" [7] diye andığı bu ayların islam inancında çok özel bir yeri var. Bunlardan birincisi olan Receb, Alahü teâlânın ayı; ikincisi olan Şa'ban, Peygamber Efendimizin (S.A.V) ayı; Ramazân-ı şerîf de ümmet-i Muhammed'in ayı olarak biliniyor.

Üç aylar bu anlamda, arınma, bağışlanma ve ibâdette yoğunlaşma ayları. Ramazan ayı zaten başlı başına manevi bir atmosfer. İslâm'ın beş temel esasından biri olan oruçlarımızı o ayda tutuyoruz. Bu yüzden, Ramazan ayına onbir ayın sultânı deniliyor. Sonunda da mü’minlere bayram etme imkanı verilmiş.

Üç ayların içinde, çok sayıda mübârek gün ve gece var. Örneğin kandil gecelerinden dördü [8] bu aylarda. "Mübarek" sıfatı zaten bereketli, hayırlı, faydası bol, feyizli anlamına geliyor. Kültürümüzde “kandil” sıfatıyla anılan, kıymet ve hürmet gösterilen geceler bunlar.

Bu mübarek zaman durakları vesilesiyle birbirimizi tebrîk ediyor, aile büyüklerimizi, eşimizi dostumuzu, akraba ve komşularımızı arayıp soruyor, dualarını alıyoruz. Şimdilerde herkesin elinde envaî çeşit cep telefonu ve mesaj imkânı var. Kaldı ki e-posta, facebook, twitter ve benzeri sanal alemde bile en fazla iletişim yoğunluğu yine böyle gün ve gecelerde yaşanıyor.

Kandil olduğunu ilkin o mesajlardan öğreniyoruz. Hepimiz bu gecelerde hiç değilse bir kandil simidi alıp arkadaşlarımıza dağıtmış, evimize götürmüşüzdür. Evlerde de pişiler, kurabiyeler, hayırlar yapılır o gün. Çocuklar tabak tabak taşır konu komşuya bunları. Hem de hiçbir ayrım yapmadan.

Yetîmler, fakîrler, garîpler hatırlanır, çocuklar sevindirilir akşam karanlığında. Minarelerin, şerefelerindeki lambalar hiç sönmez sabaha kadar. Güzel sesli salâlar okunur, bu çağrıyla hep birlikte camilere gidilir. Çoluk çocuk, genç, yaşlı o gece camilerde kılınan namazların, getirilen selat-ü selâmların, duâların huşûsu gerçekten bir başkadır. Bir başkadır kandiller, arefe ve bayram geceleri.

İşte bu ışıklı zaman duraklarından biri de Recep ayının ilk cuma gecesi, yani 1 Mayıs Perşembe gününü 2 Mayıs Cuma gününe bağlayan gece mübarek Regâip kandili.

Regâib, arapça bir kelime. “Reğa-be” kökünden geliyormuş. “Reğa-be”, kelimesi de, anlam olarak herhangi bir şeyi istemek, arzulamak, ona karşı meyletmek ve onu elde etmek için çaba sarf etmek demekmiş. İşte Regâib, çok bağış ve bol ihsân anlamına gelen "rağîbe" kelimesinin de çoğulu oluyor.

O yüzden inanılır ki, bu gecede Allah müminlere rahmet ve mağfiretini bolca verir. Beklenir ki bu gece mü’minlere, ragibetlerde (ihsanlar, ikramlarda) bulunulur, bu geceye hürmet edenler affedilir. İnşallah bu gece yapılan dualar kabul olur. Namaz, oruç, sadaka gibi ibadetlere sayısız sevap verilir.

Bu geceye özel bir ibadet türü yok. Ancak, diğerleri gibi bu mübarek gecenin de; tevbe, dua, namaz Kur'ân okuma, zikir, salavat vb. ibadetlerle değerlendirilmesi tavsiye ediliyor. Örneğin; Perşembe günü oruç tutup, gecesini ibadetle geçirmek; hiç değilse bir günlük kaza namazı kılmak, Kur’ân-ı Kerîm okumak, zikir ve tövbe istiğfar etmek gibi bilinen şeyler bunlar.

Bazı mekânlar diğerlerinden nasıl daha kutsalsa, bazı insanlar emsâlinden nasıl daha değerliyse, bazı zamanlar da benzerlerine nazaran çok daha mübârek görülmüş. İşte Regâip kandili de, mübarek üç ayların başlangıcını işaretleyen kutlu bir zaman durağı.

Rabbim üç aylarımızı hayırlı, Regaip kandilimizi mübarek kılsın.

----------------------------------------------
[1] Merkantilizm orta çağın sonları ile sanayi devrimi arasında kalan Dönemdir (1500-1800).Avrupa’ya özgüdür, orada doğmuş ve gelişmiştir. Döneme damgasını vuran iktisadi faaliyet türü “ticaret”tir. Ticaretteki artış geçimlik tarımı yıktı ve piyasaya yönelik üretim yapmasına yol açtı. Bu dönemim kapitalist sınıfını sanayiciler, büyük tüccarlar ve bankacılar oluşturmaktadır.
[2] Semafor (Semaphore) gemiler arasında görsel olarak haberleşmeye yarayan bir sistemdir. Telsizin icat edilmesi ile birlikte kullanımında büyük ölçüde azalma görülmesine rağmen, günümüzde sadece askeri alanda kullanılmaktadır. Amerika ve Japonya Deniz Kuvvetleri'nin resmi haberleşme sistemidir. Dağcılıkta da, konuşarak haberleşmenin zor olduğu yerlerde, semafor kullanılmaktadır.
[3] Emr-i bi'l ma'rûf ve nehy-i anil münker "İyiliği emretmek ve kötülükten men etmek" anlamına gelen Kur'an kökenli bir Arapça ifadedir. İnsanlara iyiliği göstermek ve kötülükten sakındırmak manasında bir deyiş gibi günlük yaşamda da kullanılmaktadır.
[4] Zira, bunların ilk üçü hac ayı, dördüncüsü umre ayı. Bu aylar, haram ay ilan edilerek insanlar, barış içerisinde yaşamaya alıştırılmış, hac ve umre için Mekke`ye gelen insanların güvenle gelip dönmeleri sağlanmıştı. Bu güven ortamı insanların hac ibadetini rahatça yapabilmelerini sağladığı gibi aynı zamanda Mekke ve çevresinde oturanların geçimlerinin de sigortasıydı. Araplar haram aylar girdiği zaman bir saygı işareti olarak savaştan ve her türlü saldırıdan kaçınırlarmış.
[5] Aslı Hz. İbrahim(a. s. )`e dayanan temel amacından uzaklaştırılmış olsa da bu aylarda savaşmamak gibi güzel uygulamaları İslam dini sürdürmüş, bu aylarda kendilerine savaş açılmadığı sürece Müslümanlar müşriklerle savaşa girmemişlerdir. Kur`an-ı Kerim`de “Haram Aylara saygı gösterilmesi emredilmektedir. (Maide, 5: 2; 97)
[6] Kur'ân-ı Kerim'de haram ayları ile ilgili âyette şöyle buyurulmaktadır: "Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı günkü yazısına göre, Allah katında ayların sayısı on ikidir. Bunlardan dördü (hürmetli) haram aylardır. İşte bu dosdoğru nizamdır. Öyleyse o aylar içinde (Allah'ın koyduğu yasağı çiğneyerek) kendinize zulmetmeyin; sizinle topyekun savaşan müşriklerle siz de topyekün savaşın. Ve bilin ki Allâh, sakınanlarla beraberdir." (Tevbe, 9/36)
[7] "Recebü'l-ferd", "Şa'bânü'l-muazzam" ve "Ramazânü'l-mübârek"
[8]  Recep ayının ilk Cuma gecesi (1 Mayıs Perşembe) Regâib, 27. gecesi (25 Mayıs Pazar) Miraç, Şabân ayının 15. gecesi (12 Haziran Perşembe) Berat, Ramazan ayının 27. gecesi (23 Temmuz Çarşamba) ise Kadir gecesi.

225 29 Nisan 2015 Çarşamba 15:30 ANKARA HASTALIKLARI...........Ankara'yı didiklemek (4)

Ankara'yı didiklemek (4)


Konumuz yerli yersiz, haklı haksız siyasetin, politikacıların dolayısıyla da ‘Ankara’ nın çekiştirilmesi. Biz bu dedikodu çeşidine halk tabiriyle “didiklemek” dedik. 

Didiklemek TDK sözlüğüne göre; çekiştirerek veya ısırarak parçalamak, gagalamak anlamına geliyor. 

İnsan yırtıcı bir kuş olmadığına göre bu kavramı çağrıştıran şey bu tür davranışların genellikle huzursuzluk vermek ve sıkıntıya sokmak amaçlı olmasından kaynaklanıyor.

Tabi burada kastedilen şeyin eleştirmek manasında “didik didik etmek” olmadığını da belirtmeliyim. Çünkü bu halde olay “Bir yerin veya bir şeyin içindeki eşyayı karıştırarak aramak, araştırmak” haline dönüşmüş oluyor.  Politik bir atışmanın, gıybet ya da gevezeliğin bir konuyu bütün ayrıntılarıyla gözden geçirmek, iyice araştırmak ve varsa sonuçları eleştirmekle ilgisinin olmadığını herkes bilir.

Ünlü yazarımız H. Rahmi Gürpınar bu kelimeyi ‘Öfkesinin şiddetinden hep kendi kendini didikledi” şeklinde kullanmış. Demek ki, insanoğlu bu davranışı bazen kendi kendini harap etmek, üzmek için bile gösterebiliyor. Bu sebeple, konumuzu oluşturan “didikleme” davranışı hafifçe dokunmak, ya da gıdıklamaktan daha çok bir kimseyi üzmek ve rahatsız etmek üzere onun tırmalanması şeklinde anlaşılmalı. Zira maalesef bazı insanlar muhalifliği herkesi, her şeyi tırmalamak zannediyorlar. Böyle olunca, ciddi bir kamu hizmeti olan siyaseti, dolayısıyla bu faaliyetin odak noktası olan Ankara’yı savunmak da bize düşüyor.

Bakınız soru gayet açık. Ne diyor ? "Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun daha demokratik bir üslup getireceğini düşünüyor musunuz?" Daha baştan 1-0 peşin hükümle konuya girmiş. Yani, "Davutoğlu öncesi antidemokratiktir" diyerek konuya girmiş. Kuzu postuna bürünmüş kurt hemen ardından da "Davutoğlu'nda olsa olsa bir üslup farklılığı olur/mu ?" şeklinde bu yargısını karşısındakine onaylatmaya çalışıyor.

İyi niyetli makul biri böyle tuzak bir soruya normalde önce bu emrivakiyi boşa çıkararak cevap vermeli değil mi ? Madem konu Davutoğlu, öncesini bulaştırmaya, sonrası hakkında da gölgeli konuşmaya ne lüzum var.

Yok, öyle değil. Meğer ropörtaj veren genç yazarımız muhatabının beklediğinden daha fazlasını vermeye teşne imiş. İlgili-ilgisiz, doğru-yanlış bir çok yargısını yine peş peşe sıralıyor: "Kütahya’nın AK Parti’li belediye başkanı, “Haziran seçimlerine lidersiz giriyoruz” dedi. Yani, Davutoğlu’nu hiçe sayıyor. Cumhurbaşkanı, bakanlar kuruluna başkanlık etti. Davutoğlu’nun suratı asıktı. Birçok insan, Erdoğan’a âşık. Davutoğlu ne yapsın? Araya giremiyor."

Bu "Âşık" lafı ropörtajı yapan gazeteciyi de şaşırtıyor. Fırsatı kaçırır mı ? Hemen manşetini atıyor tabi: "Birçok insan, Erdoğan’a âşık, Davutoğlu hiçe sayılıyor !"

Yetmiyor, hazır pası almışken, magaziner şık bir gol için üstüne üstüne gidiyor yazarımızın: "Âşık mı ?" Cevap, tam da istediği gibi, fütursuz: "Âşık, evet. İşadamları “Erdoğan’a aşığım” diyorlar. “Erdoğan’a zaafım var” diyen üstatların gözleri doluyor. “O’na dokunmak ibadettir” diyen vekiller, “O bizim için ikinci peygamber gibi” diyen il başkanları gördük. Erdoğan sürekli ekranlarda, gazetelerde, afişlerde; evde, işte, her yerde göründüğü için bu aşklar hiç küllenmiyor. Her dem taze. O, sadece bir politikacı değil aynı zamanda en büyük star. Bilimsel tezleri, keşifleri, mimari konusundaki öncülüğü, şairliğiyle de beğeni topluyor."

Pes vallahi ! Ben buraya kadar hala o genç yazarımızın belki de mağdur edilmiş, itilmiş bir muhalif olduğunu düşünüyordum. Eleştirilerinin içinde gerçekten işe yarar şeyler olabilirdi, özenle onları arıyordum. Çünkü dışlanmışlığın getirdiği bir psikolojiyle tepkili olabilirdi. Anlaşılabilir bir durumdu bu. Hala özünde bir samimiyetin var olması lazımdı.

Ancak, yukarıdaki sözler müthiş bir "Erdoğan düşmanlığı" içinde olduğunu gösterdi. Kırgınlık, sitem başka, nefret çok daha başka bir şey. Eğer birinde nefret varsa, genellikle ağzından çıkanları kulakları duymaz. Yalnızca tırmaladığı -yani didiklediği- için de genellikle sözlerine itibar edilmez.

Hele hele "Aşk" ile "Nefret"'in aynı kökenli ve aklı baştan alan his yoğunlukları oldukları dikkate alınırsa. 

Şu sözlere bir bakınız: "Âşık olunan, zaafiyet gösterilen, haşa peygamberliği ileri sürülen; Bilimsel tezleri, keşifleri, mimari konusundaki öncülüğü, şairliğiyle de beğeni toplayan bir star o !" Ağzından böyle sözler çıkan birinin "aşık" mı olduğu, yoksa "nefret" mi ettiği tam olarak anlaşılamayabilir. Biri "love" yazmış, diğeri gelmiş onu "hate" yapmış. Ne fark eder ki, ikisi de aşırılığın, akıl dışılığın dik alası. Bizim gibi, dışardan bakan biri için bu tür sözler tam bir saçmalık, başka bir şey değil. 

Birini sevmeyebilirsiniz, karşı olabilirsiniz, gayet tabi ki onu eleştirebilirsiniz de. Ancak bunlar düpedüz iftira niteliğinde. Muhalif olmanın ötesine geçmiş; alay, nefret, haset ve düşmanlık hisleriyle dolu. Bu sözlere karşı durmak bana düşmez elbette, dava açacak ben değilim. Ancak, bu saldırıda sadece Erdoğan'ın değil onu seven, lider olduğunu düşünen, ona oy vermiş milyonların da hakarete uğradığını düşünüyorum. Bu yüzden ben bile bu kadarına pes diyor ve imalarını reddediyorum.

Sadece bir şey söylemek isterim. Karşılaştırmak doğru değil biliyorum, fakat bu reddedişimin daha iyi anlaşılması için uç bir örnek vereceğim. Misal; Bu ülkede Atatürk'ü seven, onu yücelten, her konuda önder kabul eden milyonlar var değil mi ? Aralarında bu sevgi ve bağlılıkta çok ileri gidenler, yazılarında, şiirlerinde, söylem ve davranışlarında ona insanüstü sıfatlar izafe edenler de var mı, var. O zaman, şayet birileri çıkıp bundan dolayı Atatürk'ü suçlasa, onu eleştirse haksızlık olmaz mı ? Kendisi böyle söylemediği, öyle olmadığı halde bu iki taraflı yanlıştan, saldırıdan onu sevenler incinmez mi ?

Özellikle 17-25 Aralık operasyonlarının ardından bir hırsızlık edebiyatıdır aldı yürüdü. Bir taraf yolsuzluk, hırsızlık ve rüşvet gibi kavramları hiçbir özen göstermeden ve birbirine karıştırarak mermi gibi kullanıyor. Diğer taraf savunmada kalarak, darbe suçlaması yapıyor ve yargının vereceği kararın beklenmesi gerektiğini söylüyor. Bir anda ortalık öyle bir toz duman oldu ki, kim doğru kim yanlış seçilemez oldu. Böyle bir ortamda ne yargı kararlarına, ne politikacı sözlerine, ne ağır abi yazarların yorumlarına, ne de meclis iradesine güvenemez olduk.

Bu arada sahneye çıkan bazı ilahiyat profesörleri ve diyanet de sıçrayan çamurdan nasiplerini aldılar. Nasıl olsa lafın kantarı kaçmıştı bir kez. Onlara da “Din adına hırsızlık, cinayet ve köleliği savunuyorlar” yaftası asılıverdi kolayca.

Prof.Hayrettin Karaman, nafile bir çabayla yolsuzluk ile hırsızlığın aynı şeyler olmadığını yazdı. Bu kavramların laik-seküler sistemler (Dünya Bankası, Birleşmiş Milletler) ile Türk Ceza Kanunu ve İslam hukukundaki tariflerini hatırlattı. “Yolsuzluk da ayıp, günah ve suç olduğu halde tarifi ve hükmü bakımından hırsızlık değildir, hukuki sonuçları ve cezası farklıdır” dedi. Sonuç olarak ona göre “Yolsuzluk başka hırsızlık başkaydı.”  

Ancak ne var ki, söylediği şeyler yüzde yüz doğru olsa bile -ki doğrudur- ona kulak verilmeyecek bir ortam vardı meydanda. Muhalifler yazılan senaryoyu benimsediler, borsacılık deyimiyle onu satın aldılar. Hatta pompalanan bu algıya inandılar da. Ne yargı kararına ne de islam fıkıhçısı bir bilim adamına kulak verecek durumda değildiler.

11 Aralık’ta yolsuzluğa hırsızlık denemeyeceğini yazan İslam Hukuku profesörü Karaman, tepkiler üzerine daha sonraki bir yazısında hala yolsuzluk ile hırsızlığın hukuki sonuçlarının ve cezasının farklı olduğunu açıklamaya çalışıyordu. Hüküm verilmeden hırsız ve yolsuz demenin “yalan”, “iftira” ve “günah” olacağını kimse duymak istemiyordu. Dolayısıyla yolsuzluk yapan kişiye hırsız demek kolay ve normal sayıldı.

Hoca istediği kadar “Ben asla yolsuzluğa ve bunun bir çeşidi olan rüşvete fetva vermedim ve veremem” desin onu dinleyen olmadı. Dahası adamın ne Erdoğan hocalığı kaldı, ne de partizanlığı.  Politikacısından yazarına, kahvedeki vatandaşından evdeki muhabbete kadar birçok insan "hırsızlar !" demenin şehvetini aklı selime tercih etmiş durumdaydı.

Böyle durumlarda nedense normal zamanda ilgilenilmeyen, uymak için değil cephane yapmak için yararlanılabilecek bir sürü şey araştırılıp bulunuyor. Mesela bulunan şeylerden biri Diyanet'in Alo Fetva Hattından bir hüküm: “Rüşvet almak, irtikab, haksız kazanç, yolsuzluk yapmak hırsızlıktır ve haramdır.”

Yetmemiş, Kuran-ı Kerim'in Nisa Süresi 29. Ayeti delil getirilmiş hırsızlık ithamına: "Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda batıl yollarla yemeyin. Ancak karşılıklı rıza ile yapılan ticaretle olursa başka. Kendinizi helak etmeyin."

Araya Dücane Cündioğlu gibi zaman zaman hatırlananlar da attıkları tweetlerle girmişler: "Kamuoyu siyasîlerin kişisel ahlaka değil, kamusal âdaba riayet edip etmediğiyle ilgilenir. Hırsızlık bireysel, yolsuzluk kamusal suçtur."

Şimdi, bu argümanlardan kimsenin şu sonucu çıkardığını sanmıyorum: “devlet işinde rüşvet almak, irtikab, haksız kazanç ve zimmet gibi kamu malının batıl yollarla yenmesi tabi ki bir tür yolsuzluktur.  

Bunlar, yani hırsızlık dahil hepsi helak edici suç ve günah olarak vasıflandırılmış şeyler. Ama rüşvet alan birine hırsız diyemeyeceğimiz gibi, hırsıza da sen haksız kazanç sağlıyorsun diye kibar davranamayız.

Zimmet bir hırsızlıktır, ancak haksız kazanç daha farklı bir alan. Lafa geldiğinde gelişigüzel sarf edilen sözler, iş ciddileştiğinde iğreti durur. Hırsızlık daha özel ve bireysel bir suç türü iken, yolsuzluk daha çok kamusal alana özgü ve içinde bir çok suçu barındıran genel bir kavram.

Amaan…ne o öyle ? Yok öyleymiş, yok böyle; kısaca "hırsız" deriz olur biter değil mi ? Nasıl olsa vur abalıya zamanı. Normal zamanda sade vatandaşın bazı suçluların linç edilmesi örneğinde olduğu gibi birdenbire kurt adam haline dönüşmesine benziyor bu. Ayrıca tahlil edilmesi gereken bir haleti ruhiye !

Öyle görünüyor ki genç yazarımız da bu rüzgara kapılmış. "İlahiyat Uzmanı Profesör Hayettin Karaman’ın 'Yolsuzluk, hırsızlık değildir' açıklamasına katılıyor musunuz?" diye soruyorlar. Verdiği cevap "Yolsuzluk, hırsızlığın en ileri aşamasıdır" oluyor.

Söylediği şey, 'Yolsuzluk, hırsızlık değildir' in bir başka şekli aslında. Aynı şey değil anlamında. Fakat 'Hırsızlığın büyüğüne yolsuzluk denir' gibi söylüyor. Çünkü, muhalifliğin sarhoş edici kriz halini yaşıyor. Kelime ve kavramların anlamının, hukukun ne dediğinin, dini hükümlerin ne söylediğinin arayışında değil. Böyle bir insana gerçeklerden ve insaftan söz etmenin hiçbir yararı yok. Asıl işi kelimeler olan bir aydının düştüğü hal bu !

Fakat yetmiyor, Müslüman Alimler Birliği Başkanı Yusuf el-Kardavi'ye de sataşıyor. Güya, Aralık 2012’de, Suriye’de entelektüellerin ve sivillerin öldürülmesi yönünde fetva vermiş. “Masum iseler zaten cennete giderler” demiş. Doğru olup olmadığını bilmiyorum. Bir islam aliminin katliam çağrısı yapacağına asla ihtimal vermem. Ancak, anlaşılıyor ki genç yazarımız gezi eylemleri sırasında “Tayyip Erdoğan’ı protesto etmek haramdır” dediği için zaten Kardavi’yi kafasında bitirmiş. Ona göre Kardavi ve Karaman saygın alimler değil, çünkü ikisi de din adına hırsızlık, cinayet ve köleliği savunuyorlar (!)

Cümleyi böyle odun gibi çıkarmak aydın bir yazarın ağzına yakışmamış. Din adına hırsızlık, cinayet ve köleliği savunmak ? Bu ithamın gerçekten hoşgörü gösterilecek bir tarafı yok. Değil bir alim, normal bir müslüman bile bu kelimelerin yan yana gelmesine razı olmaz. Tepki gösterir, reddeder. 

Hırsızlık, cinayet ve kölelik savunulacak şeyler mi ? Üstelik din adına…Akıl tutulsa bile, ağızdan çıkanı kulaklar duymalı. Lafın nereye gittiğine dikkat etmek lazım. Suçlamak, itham etmek, saygısızlık bu kadar kolay mı ?

Politika konuşma, siyaset yapma işidir. Aralarındaki farka özen göstererek düşünce açıklamak, eleştirmek doğal bir hak. Doğrudur, yanlıştır bunlar karşılıklı tartışılabilir. Bunun sonucu politikacılar için sandıkta, siyaset erbabı için de mührün sahibi olmakla ölçülüyor. Duyduğum her söze inanmam, alınmam da. Politikanın/siyasetin tabiatında bu var deyip geçerim.

Ancak, söz belli bir muhataba olmaktan çıkıp genellendiğinde, ya da inanca, düşünceye, kurumlara, şahsiyetlere, oy verenlere sataşmaya geldiğinde dayanamam. Öylelerine haddini bildirmek, "politik alanda kal, boyunu aşan her şeye karışma !" demek gerektiğine inanırım. 

Böyleleri için söyleyecek sözüm şudur: "Oğlum bak git ! Çöplüğünde istediğin kadar eşelen, debelen ama bana, sevdiklerime, değerlerime ve ülkeme bulaşma !" 

Yilmaz Yalcın
Bahadır Cüneyt Yalçın albümüne yeni bir fotoğraf ekledi.

Mülteci mi, dünyayı anlayamayan insan mı daha yabancıdır ?
"Mülteciler ve dünyayı anlamakta zorlananlar kader ortakları bence."
Bahadır Cüneyt Yalçın
r


Yilmaz Yalcın
ANKARA HASTALIKLARI albümüne yeni bir fotoğraf ekledi.

29 Nisan 2018


Sinoplu Diyojen bir öğle vakti elinde fenerle “Bir adam arıyorum !” diye bağırarak Atina sokaklarında dolaşmış, böylece Atina’da adam görmediğini anlatmak istemiş.

Benim elimde bir fener yok ama çok şükür görebiliyorum. Ankara'da vefa ve sadakat özde değil sözdedir. Zaten çoğu vefayı İstanbul'daki bir semtin adı olarak bilir. Sadakatse 'köprüyü geçene kadar ayıya dayı demek' ten ibarettir.
Ne yazık ki, Cicero gibi 'Dostlarımdan hangisinin vefalı, hangisinin vefasız olduğunu, artık ne vefalılara, ne vefasızlarına karşılık veremeyeceğim bir zamanda öğrendim.'
Halbuki Ashâb-ı Kehf"in köpeği Kıtmîr, sadıklarla beraber olup onlara sadakat gösterdiği için büyük bir şeref kazandı. Nûh ve Lût (a.s)'ın hanımları ise, yanlış tercihleri sebebiyle birer vefasızlık ve sadakatsizlik örneği oldular. Her iki misali de Kur"ân-ı Kerîm'den okuyup öğrenmişizdir
Zaten köpeklerin insana sadık olduğunu hepimiz çok iyi biliriz de vefa ve sadakate en yakışan insanoğlunun nankörlüğüne hala alışmış değiliz. Her defasında bizi incitir ve üzerler.
İki iyi arkadaş başlangıçta davaları için omuz omuza mücadele etmişler. Kazandıkları günün akşamında aralarında ahidleşmişler: Bundan sonra kim hangi göreve gelirse gelsin biri diğerini ziyarete gittiğinde 'Ben oyum' diye bir pusula yazıp gönderecek, diğeri de derhal mesajı ve en iyi arkadaşının geldiğini anlayacakmış.
Aradan zaman geçmiş iki arkadaştan biri önemli bir göreve getirilmiş. Epey meşgulmüş. Arkadaşı hem başarılar dilemek hem de tavsiyelerde bulunmak üzere ziyaretine gitmiş. Kapıda sekreter " Şöyle buyrun oturun. Size bir çay söyleyeyim" demiş. "Peki" demiş adam, "Bu arada siz bu mesajı kendisine iletir misiniz, lütfen."
Biraz dinlenip çayını bitirmeye çalışırken içerden sekreter çıkıp gelmiş. Elindeki pusulayı kendisine uzatırken; "Arkadaşınız çok meşgul, sizi şimdi içeriye alamam, sonra yine gelirsiniz" demiş nezaketle.
Teşekkür etmiş adam. Çıkınca sekreterin verdiği kağıt parçasını açıp okumuş. Kendi yazdığı notun arka yüzünde 'O ben değilim' yazıyormuş !
"Yazık !" demiş adam, halbuki 'Emanetin en faziletlisi, ahde vefa etmektir.' (Hz Ali) "Unutmuş olmalı, Ankara bizimkini fena bozmuş. Keşke ahdini hatırlayabilseydi !"

Yilmaz Yalcın
KÜÇÜK/BÜYÜK ŞEYLER... albümüne yeni bir fotoğraf ekledi.

29 Nisan 2018


Haset, kıskançlık ve çekememezlik; onlar içimizde olan küçük ama büyük düşmanlar…Etrafımızda oluşan, kıyımızda yöremizde dolaşan koyu gölgeler.

Hiç şüphesiz bunlar birer hastalık. Arkadaşına, komşusuna ve kardeşine kin duymaya, düşman olmaya, nefret etmeye sebep olan söz, fiil ve davranışlar. Bunları kalbinde besleyip büyüten kişinin hem kendisine, hem de etrafına ciddi zararları oluyor. Hatta bu hastalıklar, muhatabından önce kendisini yiyip bitiriyor.
Haset, başkalarının sahip olduğu bir şeyi çekememekle başlıyor. Yetmiyor o nimetin, üstün vasfın ya da mevki ve makamın ondan alınmasını istiyor. Hatta yok olmasını isteyecek kadar gözünü karartıyor.
Hased, bir bakıma Allah'ın ilahi takdir ve taksimine razı olmamak demek. Haşa bu taksimi beğenmemek demek. Bu hadsizlik kalpte kin duygularının çoğalmasına neden oluyor. Açığa vurulamayan bu duygular gizli düşmanlıkları besliyor. Hased ve kıskançlık kinin, kin de öfkenin sebebi oluyor. Yeryüzünde ilk kan da bu hasetlik, kıskançlık, çekememezlik ve kin yüzünden akmadı mı ?
İlahi takdire, nasibe razı olmayan kalpte iman nasıl barınır ? ‘Bende olmayan onda da olmasın’ düşüncesi hangi kitapta yazılı ? Aşırı bencilliğin haset, kıskançlık ve çekememezlik tohumları taşıdığını biliyoruz. Aynı şekilde kibir, gurur ve büyüklenme de bencillikle akraba kavramlar.
Ancak insanlar arasındaki kavgaların, meslektaşlar arasındaki çekişmelerin, aynı yolun yolcusu yoldaşların aralarındaki husumetlerin kaynağı da genellikle hased.

Bu arada başkasındaki bir nimetin ondan gitmesini istemeyip, kendisinde de o nimetin bulunmasını istemek hased değil. Buna ‘gıpta’ yani imrenmek deniliyor. O çok daha güzel bir huy. 

Yilmaz Yalcın
Gün batımı/Gün doğumu duyguları albümüne yeni bir fotoğraf ekledi.

29 Nisan 2019


Bu sabahın hayatında asla tekrarı yok. Kalk, sükret ve tadını çıkar.

Günaydın

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder