Zamanın kara delikleri; kapılarda beklemek
Özel kalemleri hiç sevmem. Bekleşen umutların, dertlerin üstüste yığıldığı yerlerdir oralar. Geceden kalmış bir mesai kokusu sinmiştir etrafa.
Ayağınızı bastığınız döşemelerde defalarca yapılmış sabah temizliğinin ağır tortusunu hissedersiniz. İç içe kapılar, kaykılmış tablolar, sigara zamanlarından kalmış küllükler, masalarda imza bekleyen yığınla dosya eşlik eder size. Minderi çökmüş koltuklar, aynı hizada özenle sıralanmış ciltli kitaplar, sırtı yazılı klasörler. Hepsi bu mekanların olmazsa olmaz müdavimleridir.
Arkası gelmeyen telefon görüşmeleri yapılır oralarda. Klavye takırtıları hiç bitmez. Fotokopiler, faks kağıtları, yazılar, mektuplar, gazeteler dolaşır elden ele.
Bekleme odaları, "sizi şöyle alalım" la başlayıp, "ne içersiniz" le avutmaya kurulu zaman duraklarıdır. Burada bir türlü geçmeyen dakikalar, karıştırılan çay tıkırtılarında eritilmeye çalışılır.
İyice dikkat ederseniz duvarlarda, tavanda, koltuklarda daha önce burada beklemiş yüzlerce siluetin gölgesini hissedersiniz. Patrona bağlı, evine geç giden sekreterlerin, hizmetlilerin memnuniyetsizlikleri de sinmiştir ağır havasına.
İç içe geçmiş, birbirinin üstüne yığılmış bedenler. Acılı, umutlu, vehimli, sevinçli, saf, kurnaz çehreler. Buraya gelene kadar bir sürü engel aşmış, takatinin son deminde, bekleşen düşünceler. Ne diyecekse üç beş dakikaya sığdırılacak, makamın iki dudağı arasından çıkacak birkaç kelimeyle hükmü verilecek dertler. Hepsi bu küçücük mekanlara kazınmıştır sanki.
Bazılarında asıl makamdan önce "özel kalem makamı" ndan da geçirilirsiniz. Patronun büyüklüğüne bağlıdır bu protokol. O azamet, o kibir sekreterinden memuruna, hizmetlisinden müdürüne hepsine de sirayet etmiş görünür bu dünyada. Halleri, tavırları bir başkadır. Biraz da makamın cakasını satarlar hani. Öyle ya, onlar içeriye teklifsiz giren çıkan özel kişilerdir.
Bir eda, bir tavır sezilir yürüyüşlerinde, konuşmalarında. İki kapı arasında kıraldan fazla kıralcı onlardır. Onların sözü geçer bu arastada. Ellerindeki "protokol" gücünü son kertesine kadar kullanırlar. Hemen arkalarındaki güçlü ve parıltılı dünyanın, eli mızraklı kapı bekçileridir onlar. 
İnsanlara "Randevunuz var mıydı ?" diye sorarlar. Bakışları biraz haincedir sanki. Sinirleri alınmış, duyguları gizlenmiş aşılmaz bir engel vardır karşınızda. Bekleyen, yüreği ağzında, her kapı açılışında içeri alınmayı gözleyen heyecanlı insanlara inat.
Beklerken etrafınızı da gözlersiniz ister istemez. Gelip giden çalışanları görürsünüz mesela. Koltuğunun altında imza dosyası, alelacele çağrıldığı anlaşılan memur sekreterle gözleriyle anlaşır. İçeriye haber verilir, memur iliklenmiş ceketini, gravatını bir kez daha kontrol edip gülümsemeye çalışan bir yüzle kapıyı tıklatır.
Müdürler az bir bekleyip içeri görevli refakatinde alınırlar. Başkanlarınsa işi hep aceledir. "Günaydın, Nasılsınız ?, İçerde mi ?" gibi kısa sözcükler ve doğru içeri. Çıkanlar ya alı al moru mor, ayakları birbirine dolaşarak gider, ya da ağzı kulaklarında rahatlamış olarak.
Bazen de hatırlı misafirler gelir. Bunu makam sahibinin onları kapıda karşılamasından anlarsınız. Bekletilmezler, sanki daha önceden randevuluymuşlar gibidir. Bu arada bekleyenler diğerleri olarak dakikaları saymaya devam ederler tabi.
Bekletilme bazen de "stratejik" olarak kullanılan bir yöntemdir. Örneğin pek de hatırlı olmayan ziyaretçiler, ya da taleplerinden artık yaka silkilenler rahatsız edici bir "öteki" muamelesi görürler. İzlerseniz böylelerinin de aslında epey yüzsüz olduğunu fark edersiniz. Hani kapıdan kovulup bacadan giren tiplerdir bunlar.
Bekletilme nadiren bir "sınav" olarak da denenir. Çünkü birilerinin sabrı test edilmelidir. Gösterilen tahammül, kişinin dileğinin ne kadar samimi olduğunun da göstergesidir. O yüzden böyleleri özellikle daha fazla bekletilir.
Bazen bütün gün, hatta gece yarısına kadar beklemek doğrusu her babayiğidin harcı değildir.
Beklemenin zaman ilerledikçe talep eden kişi üzerinde olumsuz bir etkisi oluyor. Başlangıçta kızgın gelmiş, heyecanı canlı, beklentisi yüksek biri böyle bir tünel içine girdiğinde neredeyse sadece "görüşebilmeyi" ister hale gelebiliyor. Olmasını istediği şeyi unutup, bir an evvel bu azaptan kurtulmayı dilemeye başlıyabiliyor. Kişi için o görüşme artık bir araç olmaktan çıkıp bir amaç haline dönüşebiliyor. Bu da baskı altındaki makam sahibine büyük bir avantaj sağlıyor tabi ki.
Ankara gibi yetkilerin merkezde toplandığı bu düzen, başkent bürokrasisinin de enerji kaynağı aslında. Uzayan görüşme kuyrukları, özel kalemde bekleyenlerin çokluğu o kişide varsayılan gücü de simgeliyor. Bu güç aynı zamanda önemli bir itibar kaynağı ve o makamda kalabilmenin de sigortası.
Hep kötü açıdan bakmamak lazım, bu tarz çalışma yöntemine samimiyetle inanan yöneticiler de tanıdım. Yıllar önce yakın çalıştığım genel müdür gecenin hayli ilerleyen bir saatinde bu tür uzayan görüşmeler nedeniyle baygınlık geçirmişti. Herkesle görüşmesini, onlarla beraber çok fazla çay kahve ve sigara içmesini doğru bulmuyorduk. Ertesi günü bunu kendisine de söyledik. Bize şöyle demişti:"Haklısınız ama vatandaş ta köyünden, kasabasından çıkıp gelmiş. Büyük ihtimalle talebini tam olarak karşılamam mümkün değil. Bunu belki anlatabilirim, o da kabullenebilir. Ancak, onu geç saatte de olsa kabul etmem, onunla birlikte bir bardak çay içmem, ona şeker çukulata sigara ikram etmemi hiç unutmayacaktır. Eşine dostuna genel müdür beni kabul etti, benimle görüştü, bana çay söyledi, onunla sohpet ettik diyecektir, eminim. O yüzden ben de haklıyım. Dayanabildiğim kadar yapmaya çalışacağım."
"Beklemek" hiç hoşuma gitmez, başkalarını da isteyerek bekletmem. Herkes için zaman kaybıdır, ömür törpüsüdür beklemek. Mecliste kıldığım Cuma namazı çıkışında acaba birileriyle görüşebilir miyim diye bekleşen insanları gördükçe kahroluyorum mesela. Aslında selamlaşabileceğim, epeydir görmediğim pek çok insan olmasına rağmen başımı yerden kaldırmadan hızla uzaklaşıyorum oradan.
Vergi dairesinde sıra beklemek, bankada, hastanede, trafikte, hatta otobüs için beklemekten sıkılırım. Hele hele kuyrukların o kendine has kültürü benim iyice asabımı bozar.
Sıraya girmek, öndeki tıkanıklığın sebebini bilememek, kaynak yapan uyanıkların diğerlerini hiçe sayan kurnazlıkları, uzun müddet ayakta kalmak, randevu saati geçtiği hala bekliyor olmak sinirlendirir beni.
Kapalı kapılara zaten oldum bittim tahammül edememişimdir. Uzun süren görüşmelerden, ya da uzun süren telefon görüşmelerinden aralık bulup da bir türlü devam edemeyen görüşmelerden rahatsız olurum.
Ama ben sevsem de sevmesem de beklemek hayatımızın bir gerçeği. Zamanımızın önemli bir kısmını yutan, tüketen kara delikler onlar. Bazen de bilinçli, kurallı, seronomik uygulanan duraksamalar. İçinden bazen torpil bazen de "hiç" çıkan, uzayan esneyen gevşeyen, amaca göre şekil verilebilen ilişkiler yumağı. Özellikle de Ankara'nın değişmez, iflah olmaz, efsunlu ritüeli.
Kendimle başbaşa
Bizi onbir
ayın sultanı Ramazana ulaştıracak ışıklı bir iklimin içindeyiz. Sevabı bol,
fırsatı çok, bereket dolu üç ayları yaşıyoruz. Kamerî ayların yedincisi Recep ayı ile
başlayan, Şaban ayı ile devam eden ve onbir ayın Sultanı Ramazan ile tamamlanan
bu mübarek iklim hayırlara vesile olsun inşallah.
Yaşadığımız
günler geleneğin ötesinde anlamlarını yeniden hatırlayıp onları gerçekten ‘idrak’
etmemiz gereken günler. Böylece bu iklimde saklı manevi fırsatları da kaçırıp
ıskalamamış oluruz diye düşünüyorum. Keşke bugünün müslümanları hiç değilse
eski araplar kadar bu ayların kadim manasına saygı gösterseler.
Çünkü,
Recep ayı aynı zamanda haram aylar denilen dört kamerî ayın da sonuncusu.
Zi'l-Ka'de, Zi'l-Hicce, Muharrem ve Recep ayları Hz. İbrahim’den beri muhterem
kabul edilmiş ve savaşmak haram sayılmış. İslam dini de tevhidî gelenekte var
olan bu iyi ve güzel uygulamaya dokunmamışken, Kur`ân ancak, düşman tarafından
taarruz edilmesi halinde, savaşa müsaade etmişken bugün İslam dünyasının haline
bir bakınız. Ne içler acısı, ne yürek yakan, ne gönül burkan manzaralar yaşıyoruz.
Sadece bu
mu ? Bazen içinden geçmekte olduğumuz dünya bana bir korku tüneliymiş gibi
geliyor. Her köşe başını türlü çeşit zebaniler tutmuş sanıyorum. Geçenden yedi
akçe geçmeyenden kırk akçe almaya kurulmuş bütün köprüler. İnsanlar yaşam
kavgasını adeta modern bir sürü harami arasında, kırılarak, yaralanarak,
incinerek sürdürüyor. Çevremizde ilan edilmemiş bir tür dünya savaşı var sanki.
Her
kuytuda pusuya girmiş karanlık gölgeler seziyorum. Bazı yüzler sıcacık
gülümserken birden engerek kılığına giriveriyorlar. Tıslıyor yaklaştığım her
delikte çıyanlar; korkuyorum. Zalim mazlum karışmış. Sinek gibi ölüyor
insanlar, kadınlar, çocuklar... Düşen kalkamıyor, yürüyen durmuyor. Sanki arada
tv, bilgisayar camı var, sıkılınca zapladığımız. Kimse bana mısın demiyor; ürküyorum.
Görüyorum,
hissediyorum, yaşıyorum. Ama, üzerime üzerime gelen vampirlerden kaçamıyorum.
Sığınacak, korunacak tek liman var, biliyorum. Dilimde dua. Bu alacakaranlık
kuşağından bir an önce çıkmayı diliyorum. Hasbiyallâh !
Elbet
herkes kendince mücadele ediyor. En azından ayakta kalmaya çalışıyor. Bir
tarafta gece gündüz demeden çalışanlar, öbür yanda canını verip şehadeti
seçenler. Ne mutlu onlara ! Diğer yanda, aymazlar, hainler, sahtekarlar,
yalancılar, nankörler, ne yaptığını bilmeyenler ve daha neler neler var. Yazıklar
olsun onlara !
İyiliği
gerçekleştirme, kötülüğü men etme noktasında o kadar çok işimiz var ki. Kendi
kendime düşünüyor, konuşuyorum: ‘Ümidini yitirme ! Hüzünlenme, karamsar da
olma. Sen ne yaptın ki ?’ Nuh yüzlerce yıl uğraşmış halkı için. Ne deliliği
kalmış, ne yalancılığı. Kavga etmemiş yine de. Sabır ve inançla devam etmiş
yoluna, yapmış o koskocaman gemiyi. Sel gelince kurda, kuşa, kuzuya bile
sığınak olmuş o mekan. Ama ne yazık, oğlunu dahi kurtaramamış dalgalardan.
Her birisi
dehşetli imtihanlardan geçmiş. Balığın yuttuğu tövbekar Yunus, kurtların
kemirdiği Eyyup, değil halkını, karısını bile kurtaramayan Lut. Hangi birini
sayayım. Ya İsa ? Kudüs sokaklarında zincirlenmiş, sürüklenmiş yine de
"Rabbim onları affet, bilmiyorlar" demiş. Duası üzerine gökten yemek
inen bu elçi, istese helak edilmesi mümkün düşmanlarına onca eziyete rağmen
beddua dahi etmemiş. Bugün merhamet ve sevgi timsali olarak milyarlarca
takipçisi var.
Hepsinde
derin ibretler, örnek haller var değil mi ? Mesela tevbe, mesela sabır, mesela
şükür. Dahası bugün dirayet, merhamet, tevazu gibi bütün o güzel hasletleriyle
anılıyorlar. Hiç birini sokaklarda bağıran çağıran, kırıp döken, insanlarla
itişip kakışan bir vaziyette duymadık, öğrenmedik.
Peki; o
zaman yaşasaydık, Nuhun gemisinde, İbrahimin yanında, Süleyman'ın emrinde olmak
en büyük şeref olmaz mıydı ? İnşa edilen o mabede taş taşımayı asırlara kazınan
bir imza olarak tercih etmez miydik ? Neden bugün de aynı şeyi yapmıyor olalım ki
?
Ya rahmet
peygamberi ? Dünya incisi o yetim ? Düşmanlarının bile el emin ve güvenilir
saydıkları dosdoğru bir güzel adam. O, bir eline ayı, bir eline güneşi verseler
yolundan sapmayacak kadar inançlı bir insandı. Çocukların başını okşamadan
geçmeyecek kadar sevgi dolu bir babaydı. Hiç tıka basa doymadan yaşamış bir
fakirdi. Kendisine yapılan eziyetlere sabreden, direnen, ama hakkı ve hakikati
yine de susmadan söyleyen bir mücahiddi.
Kendisine
kasteden şehrine muzaffer bir ordu komutanı olarak girdiğinde, intikam
duygularıyla değil, af ve şefkatle hareket etmişti. Pek çok vasfı olmasına
karşılık "güzel ahlak" timsali olarak öğülen bir örnekti. Yerine göre
eline kılıç, yerine göre vahiy sayfalarını da alsa haddi asla aşmayan bir devlet
başkanıydı.
Çünkü
"Sizin dininiz size, benim dinim bana" demesi öğütlenmişti. "Sen
sadece bir uyarıcısın, kimsenin başına bekçi değilsin" denilen bir elçiydi
o. Hem bir resul hem de kuldu Rabbine. Biz de onun dua ettiği ümmeti değil
miyiz ?
Dilerim ki
bu mübarek günler-aylar artık islam dünyasında akan kanın durmasına vesile
olur. Mazlumların kurtuluşunu, haramilerin yok oluşunu görürüz. Bir kutlu barış
gelir islam topraklarına, bayramımız bayram olur. Biz de o günün şahidi oluruz
inşallah.
Ramazan geliyor
Günün gündemi; hafta sonu yaşanacak sokağa çıkma yasağı öncesi milletin panik ve telaş yapmadan ihtiyaçlarını karşılaması. Biraz abartılsa da bu ikaz ve yönlendirmeler doğru. Geçen haftaki manzaraların yaşanmaması lazım. Çünkü insanımızın coşkulu yapısı kitle psikolojisiyle birleştiğinde hiç te istenmeyen durumlar olabiliyor. Anlaşılan bu sefer iş öncesinden oldukça sıkı tutuluyor. İnceden inceye her şey düşünülüyor ve ayrıntılı tedbir alınıyor. İnşallah ceza söz konusu olduğunda günde yüz kere tekrar edilip duyurulan bazı yanlışların önü kesilir.
Önümüz ramazan, gerçi oruç ayıdır ama bakarsan sanki bol bol yeme içme ayı gibi görünür. İnsanlar her zamankinden fazla alışveriş eder, sofralar çeşit çeşit yemek ve tatlıyla donatılır. Pide gibi ramazanla bütünleşmiş asla vazgeçemediklerimiz vardır. Görüyorum ki şimdiden corona günlerinde ramazanın nasıl karşılanacağı ve yaşanacağına dair tedbirler alınıyor. Bugün yarın Diyanet de bir dizi uygulama duyuracaktır.
Salgından kurtulma yolunda ufak da olsa işaretler var. Ancak virüs en azından Bayram sonrasına kadar aramızda geziyor olacak. Corona günleri her zamanki doğal alışkanlıklarımızı etkilediği gibi, manevi iklimimizi de sınırladı. Vakit namazlarını camide kılmamızı, Cuma gününü manasına uygun geçirmemizi, kandil gecelerini coşkuyla yaşamamızı ve dostlarımızla gönülden sarılıp musafaha etmemizi de yasakladı. Dileriz bu günler geride kaldığında şu an yapamadıklarımızın kıymetini daha bir anlamış oluruz.
---------
Karışık duygular
İkinci hafta sonu yasağı birinci gününde. Gece 24'den itibaren herşey yolunda gibi görünüyor. Hava güzel. Baharın bütün güzelliği ile arzı endam ettiği günleri yaşıy
İkinci hafta sonu yasağı birinci gününde. Gece 24'den itibaren herşey yolunda gibi görünüyor. Hava güzel. Baharın bütün güzelliği ile arzı endam ettiği günleri yaşıyoruz. Evimizin camlı balkonu yeniden keşfedilmiş durumda. Dışarda cıvıl cıvıl kuş sesleri, yeşillenen toprak örtüsü, bazıları çiçeklenmiş genelde tomurcuklanan ağaçlar ortasında ailecek oturuyoruz. Henüz 6 aylık torunumuz da bizimle birlikte güneşleniyor.
Gündemimiz saksı çiçeklerimiz, baharın güzelliği ve ne olacak bu corona günlerinin sonu?
Çok merak iyi değildir. Bu günlere dair yüreğimden yükselen ses ne demiş ona bakalım:
Bahar gelmiş neyime / Kapanmışım evime / Bilmiyorduk öğrendik / Korona diye bir kelime
Dışarıya hiç çıkamam / Hastalık var kapamam / Virüs pusuya yatmış / Çiçek açmış koklamam
Sabah olur akşam geçer / Günler nedir hafta biter / Dünya hep evlere sığdı / Bahar biter mi ey evciler?
Salgın tüm dünyayı sardı / Zalim mazlum ayırmadı / Pandemiymiş öğrendik / Sokaklar boş, kim kaldı?
Yaşanacakmış bu dert / Sabır ister ve metanet / Elbet fani bu da geçer / Şimdi gezer bir felaket
Ne acılar ne hayaller / Ne umutlar neler neler / Evlere sığdı bizimle / Sırtımızdaki tüm yükler
Şimdi 23 Nisan'ın da yasak olabileceği konuşuluyor, Belki hafta sonu ile birleştirilebilir. Zaten ertesi gün de Ramazan başlıyor. Kendi payıma huzurlu ve içime sindirerek bir oruç ayı geçirmek istiyorum. Evde olmak çalışmak için bana müthiş bir avantaj sağladı. Yazma konusunda en üretken günlerimi yaşıyorum.
Yürüyüşümü, sporumu yapamamaktan, havuzda yüzememekten şikayetleniyorum. Ama gerildiğim, üzüldüğüm tek sıkıntım hasta annemin durumu. Hayat devam ediyor, evdeki hay huy içinde saatlerimiz geçiyor. Bilgisayar klavyemin tıkır tıkır sesleri arasında gözüm kulağım hep telefonumda. Her sinyal, her arama sesi "acaba?" diye yüreğimi hoplatıyor.
Her gün WhatSapp'tan görüntülü görüşüyoruz. Görüşüyoruz demem öylesine; konuşamıyor, bakıyor anlaşılmaz sesler çıkarıyor ama o kadar. Her gün biraz daha gücünün tükendiğini anlayabiliyorum. Rabbim sağlık, şifa versin. Hakkımızda en hayırlısı neyse o olsun inşallah.

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder