NE DÜŞÜNÜYORUM -I- albümüne yeni bir fotoğraf ekledi.
22 Ocak 2018
Etrafımızda harlayan her ateş birliğimizle, dirliğimizle sönüp gidecek. Her badireden başımız dik, alnımız ak çıkacağız inşallah. Kalıcı olan nemrutun ateşi değil, İbrahim’in serinliğidir Allah’ın izniyle.
Göreceli albümüne yeni bir fotoğraf ekledi.
Herkesin hayran olduğu şöhret; İstanbul Kızkulesi, Kendi başına bir esaret simgesi. Kız kulesini bilirsiniz. İstanbul'da, boğazın üsküdar tarafında göz alıcı bir tarihi eserdir. Muhtemelen boğazda deniz feneri olarak yapılmış ve yüzyıllarca bu şekilde işlev görmüş bir taş yapı. Doğal olarak kuleye benziyor. Bulunduğu nokta kayalık olduğu için ışığıyla denizcilerin buradaki kayalara çarpıp batmasını önlüyormuş. Belki ağır suçlu mahkumlar için zindan olarak da kullanılmış olabilir.
Hakkında efsaneler var. Battal gaziden tutun da doğu roma krallarına kadar pek çok söylence tevatür etmiş bugüne kadar. Mesela, adına kız kulesi denilmesinin de ardında böyle bir rivayet var.
Zamanın birinde şehrin kralına kızının bir yılan tarafından ısırılacağı kehanetinde bulunulmuş. Korkan kral çok sevdiği kızını yaşaması için buraya yerleştirmiş. Böylece dış tehlikelerden koruyabileceğini düşünmüş. Kız zengin ama bir nevi esaret hayatı yaşıyormuş burada. Yalnızmış, yanına sadece kralın hizmetinde olan güvenilir kadınlar gelebiliyormuş. Onlar da ancak belli zamanlarda ve yiyecek vb. ihtiyaçlarını karşılamak için.
Bir yaz günü kızın canı incir çekmiş. Bir sepet içinde getirilmiş incirler. Ancak, sepetin içine her nasılsa küçük ama zehirli bir yılan da girivermişmiş. Kadınlar getirdikleri yiyecekleri bırakıp geldikleri kayıkla dönmüşler. Kız gelen incirlerden tatmak istemiş. Sepete elini sokmuş ama aynı anda çekmesi de bir olmuş. Çünkü parmağında keskin bir acı hissetmiş. Sepet dökülmüş ve incirlerle birlikte yılan da ortaya çıkmış. Kız başına geleni anlamış ama ne çare bu kulede yapayalnızmış.
Görevliler geldiklerinde güzel genç kızı zehirlenmiş ve yerde yatıyor bulmuşlar. Yanında da çöreklenmiş yatan bir yılan. Kralın halini ve acısını tahmin edebilirsiniz tabi. Bu acı sadece ona değil bütün halkına da o kadar tesir etmiş ki olay nesiller boyu anlatılıp durmuş. Bugün efsane denilen pek çok söylencenin ardında böyle gerçek ve yaşanmış ağıtlar vardır bu topraklarda.
İşte kız kulesi o günden beri orada, boğazın serin sularında tek başına ve yapayalnızdır. Ona bakanlar muhteşem bir manzara ve güzellik görürler. Onu herkes tanır bilir. Adeta bu şehrin değişmez simgesi gibidir. Hakkında konuşur, seyreder, resmini yapar, fotoğrafını çeker, hatta ziyaret edip döner. Fakat onun yalnızlığı hiç bitmez, suyun içindeki esareti sona ermez. Meşhurdur ama yalnızdır.
Herkes onun bu acılı hatırasını, adının anlamını aşağı yukarı bilir. Bilir de yalnızlığını hissetmez, yüreğinde duymaz aynı acıyı. Tıpkı ağıt türkülerimizi dinlerken gözyaşıyla, acıyla yoğrulmuş, havalandırılıp türkü olmuş namelerde şıkır şıkır oynadığımız gibi. Bakarız ama görmeyiz, duyarız ama hissetmeyiz. Görecelidir hallerimiz bizim.
Ünlülerin durumu da böyle değil midir ? Işıltılı bir yaşam içindedirler. Baktığınızda güzel, yakışıklı, zengin, mutlu, renkli bir yaşam algısı hissedersiniz. Ne malum ? Belki de çirkin bir ahlak, pahalı giysilerle makyajla imajla parlatılmış bir görüntü, doymaz bir açlık ve mutsuzluk var ardında. Çok muhtemeldir ki kalabalıklar arasında yalnızdırlar. Göreceli ama acıklı bir durum.
Mesela fotoğraftaki resme bir kez daha bakın. Bu adam elindeki bir buket çiçekle neyi bekliyor ? Neden orada ? Pek çok farklı yorum duyuyor gibiyim. Hepsi birbirinden merdane. Ama işin aslı tahmin edemeyeceğiniz kadar uzak bunlara…
Dedim ya hallerimiz hep böyle. Sana, bana, ona, bize, onlara göre değişiyor. Hatta zamana, yere, mekana göre farklılaşıyor. Göreceli şeyler işte…
-----------
Ali Fakrî Efendi (1853 - 1929) Bu zât da, Abdüsselâm dergâhı (Koğacı Dede) Sa'dî Şeyhlerinden olup, görevi Koğacızâde Hacı Yahyâ Efendi'nin vefâtı üzerine vekâleten üstlenmiştir. Arapça ve Farsça şiirlerinde "Ali Himmetî' mahlasını kullanmıştır.
22 Ocak 2020 Çarşamba REİS Gazetesi/sayı145...................................Sıla-i rahim

Sıla-i rahim
Sözlüğe göre ‘Sıla’ kelimesi bağ, ilişki anlamına geliyor. İnsanlar arasındaki soy birliği, akrabalık bağı” manâsındaki rahm/rahim yada çoğulu olan ‘erhâm’ kelimesi ile sıla-i rahim terim olarak kan bağı ve evlenme yoluyla oluşan akrabalık bağlarını yaşatma, akrabalarla ilişkiyi sürdürme, haklarını gözetme, onlara ilgi gösterme, iyilik ve yardımda bulunma, ziyaret etme şeklinde açıklanıyor. Bu manâda sıla-i rahim, kişinin akraba ve yakınlarına karşı insânî, ahlâkî ve sosyal sorumluluklarını ifade ediyor.
İnsanlar, değişik renklerde, farklı isimlerde fakat aynı bahçenin gülleri. Bu çeşitlilik içerisinde herkesin birbirine karşı yakınlığı ve ilişki derecesi elbette farklı farklı. Ancak davranışlarımız, kendi yakınlarımız ve ilişki durumumuza göre şekil ve anlam kazanıyor. Herkes bilir ki, en yakınlarımız elbette; anne, baba, dede-nine, kardeşler, torunlar, amcalar, halalar, teyzeler ve diğer yakınlarımızdır. Bunları adeta bir ağacın kökleri, gövdesi ve dalları gibi görmek yanlış olmaz. Bir ağacın gövdesi, dalları ve kökleri arasındaki ilişki neyse akraba arasındaki ilişki de böyle bir bağdır. Dolayısıyla asıl olan, bu ilişkinin koparılmayıp, aksine sağlamlaştırılmasıdır.
Birçok ayet ve hadiste akraba ilişkilerinin sürdürülmesi ve haklarının gözetilmesi emrediliyor. Allah’a karşı gelmekten ve akrabalık bağlarını koparmaktan sakınmamız isteniyor. Allah’ın, adaleti, iyilik yapmayı ve yakınlara yardım etmeyi emrettiği bildiriliyor. Genel olarak dinimiz, bir taraftan akraba ilişkilerini mümkün mertebe kuvvetlendirmemizi, onlardan muhtaç konumda olanları koruyup kollamamızı emrederken, diğer taraftan da yakınlarla ilişkilerimizi koparmamızı yasaklıyor. Bu çerçeveden baktığımızda sıla-i rahimi sürdürmenin farz, kesmenin haram olduğu çok açık. Sıla-i rahim görevi ya onları ziyaret ederek, maddî ve manevi yardımda bulunarak, sevinçli ve acılı günlerinde yanlarında olarak, ya da onlara fiilî veya sözlü olarak her hangi bir zarar vermemek, kötülememek, unutmamak ve dargın durmamak şeklinde ifa edilmiş oluyor.Kuşkusuz ziyaret, akraba ile bağımızı koparmamanın en kolay yolu. Nice anne-babalar, akrabalar hasretle bir dost, bir yakın ve elbette evlat yolu gözlüyorlar. Ancak maalesef günümüz şartlarında gerek akrabalarımız gerekse diğer insanlarla ilişkilerimiz gün geçtikçe zayıflamakta. Ahlakımız, ticaretimiz, sanatımız, dinlenme ve eğlence kültürümüz, insanî ilişkilerimiz gittikçe yozlaşmakta. Bunun en önemli sebebi modern dünyanın bizlere dayattığı hayat tarzı ve kendi değerlerimizden uzaklaşmamız olsa gerek. Ne yazık ki günümüz kent yaşamında akraba ilişkilerinin zayıfladığı, hatta kaybolma noktasına geldiği görülebiliyor. O kadar meşgul ve kendi dünyamızda yalnızız ki, diğer insanları ve onların problemlerini gün geçtikçe daha az hatırlıyoruz. O kadar bireysel yaşıyoruz ki, huzuru da, sevinci de, üzüntüyü de paylaşmayı unuttuk. Oysa sorunlar, üzüntüler paylaşıldıkça hafifler. Aynı şekilde sevinçlerimizin de yakınlarımızla paylaştıkça arttığına hep şahit olmuşuzdur.
Konuya bir başka açıdan yaklaştığımızda dilimizde ‘sıla’ kelimesinin insanın doğup büyüdüğü ya da bir süre ayrı kaldığı yer anlamına geldiğini de unutmayalım. Öyle ki sıla, eskiden beri Anadolu insanının dilinde gurbetteki bir kimse için doğup büyüdüğü ve özlediği yer, yani ‘memleket’ anlamına kullanılmaktadır. ‘Memleket’ kavramı esas itibariyle bir devletin egemenliği altında bulunan toprakların bütünü, ülke anlamına geliyor. Hatta o ülkede yaşayan tüm bireyler de aynı kavrama dahil sayılıyorlar. Bu manada çoğu zaman kişi için doğup büyüdüğü ülke, yurt, bölge, yurt ve yer ‘memleketim’ kelimesiyle ifade ediliyor. Bu bakış açıyla doğduğu yerden uzaktaki insanlar, yani gurbette yaşayanlar için ‘sıla-i rahim’ akrabalık bağından daha fazla bir anlam taşımakta.
Yıllardır ‘sıla’mdan yani ‘memleket’im Susurluk’tan uzakta yaşıyorum. Yatılı okul, üniversite, 35 yıl gurbette memuriyet ve nihayet emeklilik dönemim doğduğum yerden uzaklarda geçiyor.
Sıla-i rahim sebebiyle alakam hiç kesilmedi. Her geçen yıl benden büyük akrabalarım giderek azalsa da köklerimin orada olduğunu biliyorum. Akranlarımın çoğu hayat mücadelesi nedeniyle orada değiller, yeni gençleri neredeyse hiç tanımıyorum. Bu yüzden gittiğimde kendimi yalnız ve yabancı hissetsem de nihayetinde oraya ait olduğumun farkındayım. “Nerelisin?” diye soranlara “Susurlukluyum” demeye devam ediyorum. Orada olmasam da kalbim Susurluk’la beraber. Gelen haberleri izliyorum, hakkında yazılanları okuyorum, konuştuğum insanlardan bilgi almaya çalışıyorum. Bunlar beni kâh üzüyor, kâh umutlandırıyor.
1960’lı yıllarda da Susurluğun sorunları vardı elbette. Ancak bunlar keyfe keder konulardı. Şeker fabrikası gürül gürül çalışıyor, hayvancılığıyla, sütüyle, yoluyla, mola tesisleriyle Susurluk’ta bir şekilde teker dönüyordu. Henüz evlatlarını okumaya ve çalışmaya dışarı göndermenin acısını tatmamışlardı. Yurt dışındaki Susurluklular ise tatile geldiklerinde çevrelerine katkı ve hareket sağlıyorlardı. Henüz kimse ‘acı vatan Alamanya’ gerçeğiyle yüzleşmemişti. İnsanlar daha güzel şeylerin umudundaydılar ve gezmeye, eğlenceye vakit ayırabiliyorlardı. Ardından 70’li yıllarda daha fazla genç okumaya gitti Susurluk’tan. Doğal olarak Şeker fabrikasına giremeyen daha fazla genç ayrıldı ana ocağından. İşte o yıllardan bu yana Susurluk nüfusu ve ekonomisi adeta patinaj yapmaya başladı.
1960’lı yıllarda da Susurluğun sorunları vardı elbette. Ancak bunlar keyfe keder konulardı. Şeker fabrikası gürül gürül çalışıyor, hayvancılığıyla, sütüyle, yoluyla, mola tesisleriyle Susurluk’ta bir şekilde teker dönüyordu. Henüz evlatlarını okumaya ve çalışmaya dışarı göndermenin acısını tatmamışlardı. Yurt dışındaki Susurluklular ise tatile geldiklerinde çevrelerine katkı ve hareket sağlıyorlardı. Henüz kimse ‘acı vatan Alamanya’ gerçeğiyle yüzleşmemişti. İnsanlar daha güzel şeylerin umudundaydılar ve gezmeye, eğlenceye vakit ayırabiliyorlardı. Ardından 70’li yıllarda daha fazla genç okumaya gitti Susurluk’tan. Doğal olarak Şeker fabrikasına giremeyen daha fazla genç ayrıldı ana ocağından. İşte o yıllardan bu yana Susurluk nüfusu ve ekonomisi adeta patinaj yapmaya başladı.
Şeker fabrikası ve Susurluk yetmez oldu yeni yetişen gençlere. 70’li, 80’li ve 90’lı yıllar zaten ülkenin de türbülansa girdiği yıllardı. Susurluk bu dönemin yaralarını ne yazık ki sıcağı sıcağına pek anlayamadı. Alıştıkları devranın öyle gideceğini sandılar. Geleceğe yönelik bir atılım içine girmediler. Ama 2000’li yıllar Susurluğun yüzüne hep birer şamar gibi indi.
Önce Şeker fabrikası teklemeye başladı, ardından Yörsan’la ilişkileri gerildi, son olarak dinlenme tesislerinin akıbeti belirsiz bir süreç izlemeye başladı. Bir şeyler yapmak gerektiği açıktı.
1999’da yapılan seçimde memleketime olan vefa borcumu ödemeye çalıştım. Susurluğu gelecek yıllar ve gelişmelere karşı uyardım. Yeni sanayi yatırımlarına ihtiyaç olduğunu, Susurluğu teğet geçecek bir İzmir otobanı plânlandığını, gençler için bu günden bir şeyler yapılmazsa ilerde büyük sorunlar yaşanacağını dilim döndüğünce anlattım. Ne yazık ki aynı şeyleri 20 yıldır söylüyor ve yazıyorum. Emekli olduktan sonra son iki buçuk senedir de sırf Susurluğa katkım olsun diye REİS gazetesine bilâ ücret yazı yazıyorum. Elim, dilim, yüreğim yettiğince de yazmaya ve önerilerde bulunmaya devam edeceğim. O da olmazsa dua ederim. Bu benim anama, babama, atama bağlılığım gibi sıla-i rahim inancımla da ilgili. Bu konuyla ilgili gelecek günlerde de fırsat oldukça yazmaya devam edeceğim inşallah. Orada birilerine yardımım ve katkım olur diye düşünüyorum.
18 yaş ile 30 arası
Dile destan oldu her macerası
Aynaya bakınca yıllar sonrası
Ağaran saçımı yoldu gençliğim
Yaş 40'ta destimiz doldu dolacak
Arzular, hayaller toprak olacak
Bir ömür boyunca ne yazık ancak
Felekten birkaç gün çaldı gençliğim
-------
Güftesi arif yaşar bağ'a, bestesi muzaffer özpınar'a ait muhayyer kürdî makamında okunan bir sanat müziği eseri
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder