Körfezde üç köy
Çok şükür bu yıl da nasip oldu körfezdeki yazlığımıza geldik. Bugün iki ay oldu, artık gitmemiz gerek. Pandemiden sonra gerçekten özlemiştik buraları. Ama neticede sayılı günler, işte geldi geçti ve bitti.
Buraya
geldiğimizde en sevdiğimiz şeylerden biri çevreye küçük küçük geziler yapmak.
Geçtiğimiz iki gün de hem güneye hem kuzey batıya doğru gittik. Gidip
gördüğümüz üç köy anlatmaya değer.
Biri Ayvalık
Sarımsaklının eski sahibi Küçükköy. Diğeri Küçükkuyu'ya çok yakın şirin mi
şirin Yeşilyurt. Öbürü de Zeus altarı ve taş evleriyle meşhur Adatepe.
Bunlar kökeni
eskiye dayalı tarihi köyler aslında. 2000'lere girerken hayli metruk, meraklısı
dışında kimsenin bilmediği; küçük, adeta terkedilmiş yerleşim yerleriydi. Son
yıllarda artan biçimde restore edilerek yeniden gün yüzüne çıkarılıyorlar.
Neticede üçü
de köy, ama ne köy! Gelip görmek gerek, anlatması kolay değil. Vaktim olursa
bir kaç gün içinde yazmaya çalışacağım.
Küçükköy’de
Küçükköy Ayvalığa 7 km, merkezin güney doğusunda. Sarımsaklının kara tarafı oluyor. Körfezin Zeytinli-Akçay-Altınkumu gibi sarımsaklı sahilinin de asıl sahibi zamanında bu köy imiş. Daha girişte eski bir köy olduğu belli. 1912 Balkan savaşından beri Boşnak köyüymüş.
Köy, tarihi
geriye giden oldukça eski bir köy. İlginç bir tarihi geçmişi var. Kuruluşu
hakkında şöyle bir rivayet var:
Fatih
İstanbulu fethettikten sonra 1456'da Midilliyi almak üzere harekete geçtiğinde
bu köyün bulunduğu yere yeniçerilerin karargâhı kurulmuş. Fatih İstanbulu
fethettikten sonra 1456'da Midilliyi almak üzere harekete geçtiğinde bu köyün
bulunduğu yere yeniçerilerin karargâhı kurulmuş. Bu sebeple köyün adı rumca
YENİÇAROHORİ (Yeniçeri köyü) kalmış.
Ancak şu anda
köyün sakinleri 1912'de Balkan savaşı sırasında buraya yerleştirilen Boşnaklar.
Rumlar mübadelede gittiğinde köy tamamen boşnak köyü haline gelmiş. Bugünkü
Sarımsaklı arazisi bu köye ait. O zaman büyücek bir köymüş. Sonrasında
sarımsaklı büyümüş köy giderek metruk kalmış.
Köy meydanındaki
caminin inşa tarihi 1886. Geçmişte Ayiu Athanaiu klisesi olarak kulanılmış. Sonradan
camiye çevrilenlerden. İçi oldukça aydınlık ve hoş. Minberi oymalı ahşap gibi
oldukça emek verilmiş. Caminin alt kısmı yapının orjinal halinden kalma.
Köy meydanında
gölgeli çınar ağaçları, altında tahta masa-sandalyeli yeme içme yerleri var. Tabi
Boşnak köyü olur da Boşnak böreği olmaz mı? Burada da o yenir zaten. Kıymalısı,
patateslisi, peynirlisi ve sebzelisi var. Çok lezzetli ve hafif. Yanında
isteyene koruk suyu, karadut ya da limonata. Hepsi güzel.
İlk
geldiğimizde köy meydanında Mithat ve kızı Büşra'nın 'Bosanska Pita' dükkânına
misafir olmuştuk. Sıcakkanlı insanlardı ve bizi çok iyi ağırlamışlardı. O zaman
yine görüşmek üzere bu güzel insanlara veda etmiştik. Bu yıl da oradaydık. Ama
bu sefer köy meydanı onların dükkanı dahil hınca hınç doluydu.
Caminin
karşısında bir müze var. Geçmişte manastır binası imiş. İçerde çok ilginç
etnografik objeler var. Ancak genel olarak da hüzünlü bir hava hissediliyor her
köşesinde. 'Teferric' kelimesine yine birkaç yerde rastladım. Kuşkusuz
teferric, ya da doğru yazımıyla teferrüc eski dilde bir kelime. Sözlükte
Ferahlanmak, İç açılmak, gezintiye çıkmak ve seyr anlamında kullanıldığı
yazıyor.
Açılma,
ferahlama, gezinti anlamındaki o kelime burada hüzünlü bir 'göç' vurgusuyla
kullanılmış. Zira bir şekilde
yerlerinden yurtlarından olan insanların acılı yaşanmışlıkları toplanan
eşyalara da yansımış. Bu anlamda müze göç temalı, buruk hatıralarla dolu.

Köyde daha önce hiç görmediğimiz sanat icra edenleri de gördük. İçinde bulundukları mekânları çok hoş bir estetikle doldurmuşlardı. Köyün restore edilen hemen hemen her köşesi tabloluk görüntüler veriyor. Taş binalar ve özenle çiçeklendirilmiş, boyanmış cepheler göz alıcı. Neredeyse her köşesinde durup fotoğraf çekilebiliyor. Yaşayan bir kültür sanat müzesi görmek isteyen bence burayı mutlaka görmeli.
Dönüşte Ş.S
tepesine çıktık. Burada muhteşem bir Ayvalık manzarası var. Adalar denizi
gözler önünde. Açık hava çok iyi fotoğraf veriyor. Bilhassa akşam güneşinin
batışını izlemek için dahi buraya gelinebilir. Zaten Ayvalık’ta gün batımları
hep güzel olur. Biz henüz güneşin kızgın olduğu saatlerde fazla kalamadık.
Ayvalığa her gelişimde uğramadan edemediğim bir başka mekân da Makaron kahveleri. Oldukça otantik bir yer. Genelde oradaki Mor salkım işletmesinde oturur varsa çiğ börek yanında kabak çiçeği dolması yer, koruk suyu içeriz. Hemen karşısında meşhur sakızlı kurabiyelerden yapan eski bir fırın-kafe var. Eskiden sadece fırındı şimdi o da bir çeşit kafe olmuş.
Perşembe günü
Ayvalığın pazarı. Makaron kahvelerinden Ayvalık merkeze kadar boydan boya dar
sokaklarda kurulu pazarı geçmeden yapamayız. Yunan adalarından da bol misafir
gelir buraya. Pazarlığı yapar akşama dönerler.
Biz de bu
günü bitirip geçe kalmadan evimize dönüyoruz.
Yeşilyurt köyü'nde
Yeşilyurt köyü, Çanakkale il merkezine 95 km, Ayvacık ilçe merkezine 21 km uzaklıkta. Kaz Dağları’nın eteklerinde Çanakkale‘nin Küçükkuyu mevkiinde bulunuyor. Eski ismi Büyük Çetmi olan 90 haneli köyün 200 kişilik nüfusu var.
Büyükçetmi
1928 yılında beş derslikli eğitime geçilen Çanakkale’nin ilk köyü olmuş. Zamanında
oldukça eğitimli kültürü canlı bir merkezmiş. 1970 yılı sonrasında köyün adı
Yeşilyurt olarak değiştirilmiş.
Mitolojiye göre dünyanın ilk güzellik yarışmasının kaz dağlarında yapıldığı efsanesi var. Rivayete göre Kral Priamos'un oğlu Paris kraliçe olarak Helen, Athena ve Afrodit arasından seçme yapmış. Likyalılar, Persler ve Romalılara zaman zaman yurt olan bu topraklar, antik İyonya bölgesinin önemli bir geçiş bölgesinde.
Eski bir Rum
Köyü olarak biliniyor. Ancak, İstanbul’un fethindeki katkıları nedeniyle
Fatih'in Türkmenlere Kazdağları’nda bu köy ile birlikte birçok köyü hediye ettiğini
de biliyoruz. Onlar da yerleşik düzene geçince ev yapmaları için karşı kıyıdan
Rum taş ustalarını davet etmişler. Zamanla onlar da köyün alt kısmında yaşamaya
başlamış.
Kazdağları’nın eteklerinde sık bitki örtüsü ile hem deniz hem dağ turizminin birlikte yaşandığı Yeşilyurt Köyü, deniz kıyısına uzaklığı sadece 3 km olan adeta bir oksijen çadırı.
Dar taş
sokaklarından köyün meydanına ulaştığınızda Yeşilyurt Köyü Camii özellikle taş
yapısı ve minaresi ile dikkat çekiyor. Süslemeleri, iyon, dor ve helenistik
sütün başlarının birlikte kullanıldığı iç mimarisi oldukça ilginç.
Köydeki evler, taş mimarinin en güzel örneklerinden. Yüzyılların birikiminin oluşturduğu bu taş evler, son yıllarda İstanbul ve İzmir‘den gelen ve doğal yaşamı seçen ailelerin, hatta yabancıların gözdesi olmuş.
Ayrıca rengârenk açan sardunyalar evlerin ön yüzlerini süslüyor. Yeşilyurt Köyü’nün patika yolları, badem ağaçları ile bezenmiş yamaçları, şifalı bitkileri, baş döndürücü kokular saçan çiçek ve otları ile görülmeye değer yurt köşelerinden.
Kazdağlarının
eteklerinde hem deniz hem dağ turizminin birlikte yaşandığı Yeşilyurt Köyü,
özellikle astım ve kalp hastaları için gerçek bir şifa kaynağı. Zeytin ve çam
ağaçları ile çevrili tam bir oksijen deposu. Zaten bölge dünyanın oksijen oranı
en yüksek yerleri arasında yer alıyor.
Ufak bir köy olmasına rağmen özellikle İstanbul’luların yoğun ilgisi üzerine çok güzel birkaç tesis açılmış.
Ancak bu tesisler buranın dokusunu bozmamış. Yeşilliği, temizliği, bol oksijenli ve rutubetsiz havasıyla konuklarını ağırlıyor. Köyde kuş sesleri ile uyanılıyor, sokaklarında tavuklarla karşılaşıyorsunuz.
Ayrıca nereye
baksanız fotoğraflık, tabloluk manzaralar görüyorsunuz.
Eğer Yeşilyurt‘ta konaklamaya karar verirseniz, otantik taş mimari üslupta inşa edilmiş oteller ve mimari özelliğini yitirmeden dekore edilmiş butik oteller ve pansiyonlar var.
Vadinin ortasında yeşillikler içinde huzur dolu bu mekânlarda tüm yiyecekler Yeşilyurt ve çevre köylerden elde edilen doğal ürünlerle hazırlanıyor.
Köy ekmeği, süt, peynir, yumurta, bal, zeytin, reçel, çeşitli otlar ve yöre yemekleri Ege’den ve Kazdağları’ndan gelen esinti ile birlikte büyük keyifle tüketiliyor.
Körfezin en sevdiğim taraflarından birisi de gez gez bitmeyen çeşitliliği. Her yıl defalarca gitsek bıkmadığımız güzellikleri. Kazdağları tümüyle kendine özgü yenilecek şeyler, gezilecek-görülecek yerlerle dolu. Her tarafı ayrı güzel.
Akçay, Güre, Altınoluk her yıl birkaç kere
gittiğimiz yerler. Küçükkuyu da öyle. Mesela Küçükkuyu'nun Nusratlı ve Narlı
köylerine özellikle defalarca gitmişizdir.
Yeşilyurt gibi Adatepe köyü de bilhassa görülmeye değer bir zenginlik. Kazdağları’nın güney eteklerinde zeytinliklerle çevrili taş evleri ve serin gölgeli sokaklarıyla adeta bir rüya beldesi sanki. 2014, 2016 ve 2020 yıllarında da gitmiştik. Küçükkuyu beldesinin kuzeyinde, yüksekçe bir tepenin içinde vadiye yerleşmiş, geçmiş zamanlarda Türklerin ve Rumların birlikte yaşadığı bir köy.
Köy, 1912 yılından beri aynı adı taşıyormuş. O da egede benzerlerine çok rastlanan 1924 yılındaki nüfus mübadelesine tabi tutulan köylerden biri. Aslında Türkler bu köyde Selçuklu döneminden bu yana varlar. Ancak üst tarafta Türkler, Midilli’den gelen ve çoğunluğu teşkil eden Rum nüfus ise aşağıda olmak üzere uzun yıllar birlikte ahenk içinde yaşamışlar. Dikkatli bakılırsa Rum tarzı taş yapıların içinde Türk yapısı ev ve konaklar da görülebiliyor.
Harabe halindeki köy 80'lerde şehir hayatından kaçan bir grup tarafından keşfedilince kaderi değişmiş. Köy 1989 yılında sit alanı ilan edilmiş ve 100 civarında ev yeniden restore edilerek kuzey egede ilgi çeken turizm odaklarından birisi haline gelmiş. Günümüzde artan biçimde ciddi bir cazibe merkezi.
Adatepe’nin ziyaretçileri için en önemli varlığı çok güzel restore edilmiş taş evleri ve arnavut kaldırımı sokakları. Genellikle iki katlı taş yapılarıyla dikkat çeken köyde, bütün yapılar iç avlulu ve bahçeli. Buna göre yaşam alt katta geçerken üst katta da yatma bölümleri bulunuyor. Çatılar kiremitli, ancak toprak dam olan yapıların çatıları, yazın kışlık erzak kurutmak için kullanılıyormuş.
1989 yılında sit alanı ilan edilen köy günümüzde de Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından koruma altında. Kentsel sit alanı olarak bölgedeki tek korunan köy olma özelliğini taşıyor. Bu nedenle Anıtlar Kurulu izni olmadan bir çivi bile çakılamıyor. Ama büyük şehirlerden kaçan insanların tarafından satın alınan ev sayısı bir hayli fazla. Bu yeni sakinler kaybolmak üzere olan bir köyü yeniden ayağa kaldırmış ve hayata bağlamış.
Adatepe, 1980’li yıllarda, büyük kent yaşamından kaçan İstanbullu bir grup yazarçizer tarafından Kazdağ gezileri sırasında keşfedilmiş. Köy o zamanlar kaderine terk edilmiş, hayaletleşmek üzereymiş. Bu grup, köyün atıl kalan ilkokul binasını valilikten kiralayıp restore ederek adını taş Mektep koymuşlar. Bir düşünce merkezi olarak kullanıma açılan bu oluşum, felsefeden sanat tarihine, edebiyattan tarihe birçok konuda bir fikir üretim alanı. Kurucuları arasında akademisyenlerden, sanatçılara birçok ünlü yer alıyor.
Osmanlı zamanında zengin bir köy olan Adatepe
keşfedildiğinde izbe bir halde imiş. Bu grup devletten hiç bir destek alamadan,
buradaki evleri satın alıp restore etmeye başlamış. Bugün o sayede 100’ü aşkın
ev şu an mükemmel şekilde restore edilerek hem tarihe, hem de sosyal hayata
kazandırılmış. Böylece harabe sayılabilecek yapılar geleneksel mimariye sadık
kalarak yaşanılan mekânlara dönüştürülmüşler.
Bugün dantel gibi sokakları, yollara sarkan çiçekli ve pırıl pırıl evleri ile İtalya’nın meşhur köylerine benzer güzellikte bir köy çıkmış ortaya. Köyün yerlileriyle dışarıdan gelenler de uyum içinde yaşıyorlar.
Çınar ağacının altında da bir şeyler yiyip içilebilecek köy kahvesine benzer işletmeler bulunuyor. Burada oturup çay içilebiliyor ve ufak tefek şeyler yenebiliyor. Ama bence yeme içme, alışveriş işini sonraya bırakıp köyü gezmeye öncelik vermeli.
Köyde taş mektep, köy camisi, osmanlı ve rum evleri, dar sokakları gibi gezilecek yerler var. Özellikle köyün içinde zeytinyağı ve gereçleri üzerine düzenlenmiş bir sergi alanı mutlaka görülmeli. Bütün bunlar bir iki saatte biter. Hemen ardından meydanda alışveriş etmek, çınaraltında oturup çay içmek, gözleme ve otlu dondurma yemek diğer yapılabilecekler.
Köy meydanında 1-2 dondurmacı var. Otlu dondurmada zencefil, kekik ve lavantalı olanlar en çok tercih edilenler. Ben ise orada özellikle keçi sütlü dondurmayı beğeniyorum. Alışverişte tercihim kekik kolonyası. İki yıl önce aldığımda çok beğenmiştim, bu defa da kalan son iki taneyi hemen aldım.
Giriş ücretsiz ama 750 metre kadar yürümek gerekiyor. Çünkü oraya arabayla gidilmiyor. Yol çok kötü değil, hatta çam ağaçları arasında keyifli bir yol ama biraz bakımsız. Özellikle küçük çocuklarla ve yaşlılarla zor olabilir. Ancak oradaki manzara zahmetli bir yürüyüşün tadına doyum olmaz ikramiyesi gibi.
Burası tıpkı Assos Athena Tapınağı’nda olduğu gibi denize nazır konumuyla nefes kesen bir manzaraya sahip. Elbette kökeninde mitolojik bir hikâye var ama gelenlerin neredeyse tamamı manzara için geliyor.
Çünkü Zeus Altarı’ndan neredeyse bütün körfez açık bir ufukla net olarak görülebiliyor. Düşünün Küçükkuyu, tüm Edremit Körfezi, Ayvalık ve Midilli hemen önünüzde. Homeros, Troya Savaşı’nda Zeus’un savaşı buradan izlediğini söylemiş.
Buradaki altarın merdivenle çıkılan kayadan bir taht gibi olması, konumunun da tüm körfeze hakim olması sebebiyle özellikleri tasvir edilen yerin burası olduğu yönünde kanaati güçlendiriyor. Zira Truva taraflarında bu kadar tasvire uyan bir yer yok.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder