Corona günlerinde "yazmak"
Bugün Coronavirüs salgınının ülkemizde
459.ncu, dünyadaki 538.nci günü. Corona günleri bana ekstra üç fark yaşattı.
Biri küçük torunlarımla ilgilenmek. Büyüğü üç buçuk yaşında, güzeller güzeli
bir kız; adı Ece Mercan. Diğeri bir buçuk yaşında bıcır bıcır bir oğlan; onun
da adı Tuna.
Bu Corona günleri dolu dolu onlarla geçti.
Birde yakın günlerde inşallah ikiz torunlarımız olacak. O yüzden eşimle
birlikte bizim için corona günleri en çok onları konuştuğumuz, onlarla vakit
geçirdiğimiz bir zaman dilimi oldu. Zor günlerimizi renklendirdiler,
sıkıntıları daha az hissetmemizi sağladılar. Şimdi gelecek ikizleri bekliyoruz.
O zaman inşallah torunlarımızla yeniden anlam bulan o dünyayı yazacağım.
Manevi dünyamda corona günlerinin bana
katıp kazandırdıklarını da bir gün Allah nasip ederse başlı başına yazmak
isterim. Bu gün ve yarın daha ziyade yazılarımdan bahsetmek istiyorum.
Corona günlerinin zorunlu kısıtlılıklarından dolayı, onları fırsata çevirerek
hiç olmadığı kadar bereketli geçen "yzyorum" serüvenimden.
Öncelikle "Niçin yazıyorum?" sorusunu bir kez daha cevaplandırmam lazım. Çünkü; kendime, yaşama, çevreme, ülkeme, insanıma ve geleceğe dair söyleyeceklerim henüz bitmedi. Özellikle de çocuklarıma ve torunlarıma bırakmak istediğim şeyler var.
Kendimi emekli ederek yöneticiliğimi bitirdim ve artık bir icracı değilim. Fikirlerimi hayata geçirecek, hakkı tutup kaldıracak, yanlışları elimle düzeltecek yetki ve pozisyonum da yok. İlaveten düşündüklerimi sözle anlatma ve paylaşma yeteneğimin kısıtlı olduğunun da farkındayım. Yazmaksa öteden beri daha iyi olduğunu sandığım bir yönüm.
Yazarak çalışır, çalışırken yazardım. Şimdi kimsenin amiri ya da memuru değilim. Bu açıdan özgürüm ve kendi kendimin patronuyum sayılır. İnandıklarımı, düşüncelerimi, izlenim ve yorumlarımı içten, dosdoğru, hasbi olarak yazabilme şansım var.
Neticede dünya fani. Belli bir zaman kadar
mühletim var. Şimdiye kadar yaptıklarım ve yaşadıklarım geçmişte kaldı. Ne geri
gelebilirler, ne de düzeltilebilirler. işte bu yüzden 2103 senesinde yazılarıma
başlarken kendime başlık olarak şair Bâkî'nin şu beytini seçmiştim:
"Âvâzeyi bu âleme Dâvûd gibi sal/Bâkî kalan bu kubbede bir hoş sadâ
imiş."
Rabbimden duam: Hiç olmazsa "Geri
kalan ömrümün, öncesinden daha hayırlı olması"dır. Bunun için yazıyorum ve
inşallah aklım ve yüreğimin gücü nispetinde yazmaya da devam edeceğim. Hamd olsun ki, niyetim
halis ve bunun için gerekli imkâna sahibim. Allah, şayet olursa hata ve kusurlarımı
bağışlasın.
Evet, corona günlerinde
"yazmak"tan bahsedecektik değil mi? "Yazmak" bana hastalığa
karşı pozitif bir direnç, hem de zamanı faydalı bir meşguliyetle geçirip zinde
kalma imkanı verdi. Üstelik "yazmak" açısından hayli de bereketli
geçti.
Herşeyden önce bu 459 gün boyunca hiç
sektirmeden her gün "CORONA GÜNLERİ" yazısı yazdım. Yazdıklarımı
face'te duyurarak ve tamamının okunması için link vererek
"yzyorum.blogspot.com" adlı blogumda genellikle ikişerli olarak
yayınladım. Böylece sadece "NE DÜŞÜNÜYORUM?" başlıklı bölümde 225'i
aşkın yazım birikmiş oldu. Bu sürecin iki yıl süreceğini varsayarsak -ki bir an
evvel bitmesini dilerim- 350 dolayında, A4 sayfasıyla yaklaşık 400 sayfalık bir ürün ortaya çıkmış olacak. Kitap olarak değerlendirilecek boyutta bir
"Corona güncesi" ve izlencesi.
Bu dönemin kazandırdığı ikinci önemli birikim Susurluk'la ilgili yazdıklarım. 4 yıldır orada yayınlanan REİS gazetesine haftalık yazıyorum. Bu hafta 209.ncu yazımı göndermiş oldum. "SUSURLUK İÇİN BİR STRATEJİK PLAN ÖNERİSİ" adlı yazı serisine Coronavirüs salgınının çıktığı günlerde başlamıştım. Allaha şükür aralıksız 65 haftadır devam ediyorum. Tahmin ediyorum en az kurtuluş günü olan 5 Eylül'e kadar sürecek. Bu 12 hafta daha demek. Belki son bölüm için yazacaklarım da yıl sonuna kadar biter.
Böylece aşağı yukarı 600 gün sürecek
corona günlerinin tamamına yayılmış, 90-100 haftalık bir yazı serisi ortaya
çıkmış olacak. Yine A4 sayfasıyla 300 sayfalık kitaplık çapta bir birikim. Bittiğinde artık Susurlukla ilgili yazmayabilirim. Çünkü iki yıl gibi sürecek
bu tecrübe ve bilgi ürünü çalışmayı son bir çabayla, memleketime olan vefa borcum için yapıyorum.
Yazı serisini başlatan şey "Susurluk
için ne yapılabilir?" sorusuydu. Bana göre kahve ağzını aşan, somut ve kapsamlı bir
öneriye ihtiyaç vardı. Bunun için "Stratejik Plan" tekniğinin uygun
olduğunu düşündüm. Elbette konuyla ilgili bilgi birikimim ve tecrübem vardı
ancak yine de başlangıçta süreci WhatsApp üzerinden bir grup Susurluklu ile birlikte yürütmeye
çalıştık. Fakat istediğim katılım sağlanamadı ve çalışmaya değer katacak bir
katkı alamadım. Bu yüzden uzun süredir çalışmaya yalnız başıma devam
ediyorum. Umarım yararlanmak isteyenler çıkar ve faydalı olur.
Yazılarım face'te de Blogumda da herkese
açık. Kuşkusuz okunmasından memnun olurum. Ancak gerek beğeniler ile Blog
ziyaretçileri arasındaki farktan, hem de yorum azlığından sadık okuyucularımın
bir elin parmaklarını geçmediğini de görüyorum. Fakat bu durum zamanımızın okuması
kıt sanal dünyasında çok da garip değil.
İnsanlar daha çok magaziner şeylere
bakıyorlar. Çok çok aralarında "Al gülüm ver gülüm" hesabı bir
"beğeni koyma" ilişkisi var. Benimki gibi uzun yazıları ise ya
hiç okumuyorlar ya da okudukları bir kaç cümleyi geçmiyor. Bunun için üzüldüğümü
söyleyemem. Amacım, ilgi çeksin, çok okunsun değil zaten. Benimkisi güne ve
hayata not düşmek gibi. Belki dipsiz kuyuya seslenmeye benziyor ama "Hiç kimse okumasa da ben yazıyor olacağım!" inşallah.
Bugün Coronavirüs salgınının ülkemizde
460.ncı günü. Dün Corona günlerindeki "yazma" meşguliyetimden
bahsetmiştim. Bu günse önümüzdeki dönemde yazmayı düşündüğüm şeyleri
paylaşmak istiyorum.
Tabiatıyla Corona salgını ile beraber
başlayıp şu ana kadar süren iki yazı serim yine devam edecek. Biri bu "CORONA GÜNLERİ" güncesi,
diğeri de "SUSURLUK İÇİN BİR
STRATEJİK PLAN ÖNERİSİ". Yapabilirsem arada "Yüreğimin sesi"
şiirleri, "Şiir ve Türküler" ile "Divan şiirinden
örnekler" paylaşırım.
Fakat asıl çalışmam bunlar değil. İnşallah
öncelikle 2019'da başladığım "SÜRGÜN" adlı ikinci
roman denememi tamamlamak istiyorum. 2022'de diğer üzerinde çalışacağım uzun
soluklu yazı dizisi ise içinde "Yeşilçam
sineması" ve "Milli
sinema" üzerine notlarım da dahil "70'li
yıllar" derlemesi olacak.
“Sürgün”
1979-83 arasında siyasi nedenlerle memleketim olan Susurluk’tan Manisa’ya
sürgün gitmemle ilgili. Ancak, budanan genç bir ağacın yeniden sürgün verip boy
atması, tomurcuklanması gibi bir hikayesi var. İdealist birinin memuriyette
daha ne olduğunu anlayamadan “sürgün” damgası yemesinin acısı da. Elbette içinde
sürgünde bir yuva kurmanın, çiçek açıp meyve vermenin sıcak anıları da olacak.
70’li yıllar 68 kuşağıyla bitmeyen karışık
yıllardı. Yer yer acılı hatta kanlı günler yaşandı. Türkiye’nin siyasi,
ekonomik ve sosyal gelişiminde derin izler bıraktı. Bize göre 70’li yılların
gençliği bir tür “kayıp bir nesil”di. O hareketliliğin aradan geçen
yarım asır sonra belgesel tadında yazılması belki ilginç olabilir.
Benim içinse; her iki yazı serisi de
içinden çıkıp geldiğim döneme saygı anlamına gelecek. Evet zor günlerdi ama
aynı zamanda tarihi bir dönemeçti de. Benim de Türkiye’nin de o günlerden hem
buruklukları, hem de kazanımları oldu hiç kuşkusuz. 68 kuşağı dünyada popüler
bir dalganın eseriydi. Ancak 70’li yılların ülkemizde gençler üzerinden oynanan
kanlı bir oyun olduğu bugün hemen herkesçe kabul ediliyor.
O günleri bir de benim
hikayemle birlikte okumanızı tavsiye ederim. Dilerim yazdıklarımın "dipsiz kuyulara seslenmek"
ya da uçup giden "sanal sayfalara
yazmak" gibi bir sonucu olmaz. Okuyucuları olur ve olumlu tepkiler
alabilirim.
Olmasa da sorun değil. Geçen yıllarda çıkan 4 kitabımı evlatlarıma verdim. Bu çalışmaları da bir gelinime ve damadıma ithaf edeceğim. İnşallah başarmak istiyorum. Rabbim nasip etsin.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder