Tuna'nın yazlık güncesi
Dünyada ilk corona dalgası 15 Mart ile (günlük
vaka 10.983) 10 Mayıs (61.578) arasında yaşanmış. 10 Mayıstan 27 Temmuzdaki
(328.808) zirve yaptığı noktaya kadar da sürekli yükselmiş.
İlk on
gün 1 Temmuz (172.288) ile 10 Temmuz (228.102) arasındaki vaka artışı %32’den
fazla. Fakat asıl yükselme Temmuzun ikinci on gününde yaşanmış ve 20 Temmuzda
günlük vaka sayısı 10 Temmuza göre %34, 1 Temmuza göre ise %77,5 artışla
305.682 olarak gerçekleşmiş.
Dünya genelinde aynı
dönemde günlük vefat sayılarına baktığımızda 15 Martta 343 olan günlük vefat
sayısının 30 Nisanda 9.796 ile ilk zirveyi gördüğü anlaşılıyor. 17 Nisandan (8.493), 1 Mayısta 6.403 ve 10
Mayısta 8.499 ile nispeten yatay bir seyir izlemiş. Bu süreç 1 Temmuza (4.193)
kadar
da böyle gitmiş. Ancak 10 Temmuzda 5.565 ile başlayan yükseliş 20 Temmuzda 6.108,
daha sonra da 24 Temmuzda 9.753 ile ikinci bir zirve daha yapmış. Bu pik noktasının 1 Temmuza göre artış oranı ise %132.
Oysa Türkiye'de
Haziran ayındaki ikinci kabarma Nisan ayına nazaran çok daha düşük. (4 Haziranda
988, 9 haziranda 993, 15 Haziranda 1.592, 24 Haziranda 1.492, 29 Haziranda
1.374) Hatta Temmuz ayının ilk 10 günü de (1 Temmuzda 1192, 5 Temmuzda 1.148, 8 Temmuzda 1.041 ve 10 Temmuzda da 1.003) bin dolayında seyretmiş. Bu bir anlamda
düşüş eğilimini gösteriyor.
Aynı dönemde günlük vefat sayılarına baktığımızda (1 Haziranda 23, 4 Haziranda 21, 9 haziranda 18, 15 Haziranda 18, 24 Haziranda 24, 29 Haziranda 18) en yüksek noktanın 23 Haziranda 27 kişi şeklinde olduğu anlaşılıyor. Daha sonra 1 Temmuzda 19 ile başlayan trend 10 Temmuzda ancak 23 olmuş. Ardından da stabil bir şekilde 26 Ağustos kadar (20) devam etmiş.
Temmuzun ilk 10 günü biz yazlıktayız. Küçük torunumuz Tuna'nın dişleri belli oldu. Salonda cıbıl cıbıl oynuyor. Sabah yürüyüşlerim ve deniz devam. Arada küçük gezmeler yapıyoruz. Gülsüm anaya, Örene, kız kardeşim haticelere gittik hep birlikte. 8 Temmuz büyük torunumuz Nazlı'nın doğum günü. Bu yıl 17 yaşına girdi. Artık üniversiteye hazırlanıyor.
9 Temmuzda kalan tarla işlemlerini halletmek üzere Susurluğa gittik. Aydınlar bizi bırakıp Adapazarı'na geçtiler. Ertesi günü hem Selma'nın tarlasına hem de Günaydın köyüne gittik. Orada doğduğum evi, sökün ve muselim çeşmeleri ile sarıyer tarlasını gördük. 11 temmuzda Fahrettin başkanın misafiri olarak kayıkçı köyündeydik. Ertesi gün bu defa Dereköy'deki eski dostları görmeye gittik. Misafirperverlikleri bizi çok memnun etti.
15 Temmuzda Hilaller bizi almak üzere Susurluğa geldiler. Tuna rahmetli büyük nenesinin evini de görmüş oldu. Küçük adam oldu maşallah. Panda kedimiz de bir yaşına girdi. Geçen sene bu günlerde doğmuş, Elif onu ölmekten kurtarmıştı. Ömrü varmış maşallah bütün sevimliliği ve sıcaklığı ile balkonlarımızdan eksik olmuyor. Tuna ile de iyi anlaşıyorlar. Yalnız biraz nezle gibi, hasta.
Ayın son günü iskele mahallesinin karşısındaki Taylıeli köyüne gittik. Güzel, ferah, manzaralı bir çay bahçesi yapmışlar. Tuna da gördü oraları. Birlikte fotoğraflar çektirdik. Günbatımını seyrettik.
Tuna’sız günler
Ağustosun 2'sinde Hilal'ler Ankara'ya döndü. Pazartesi günü mesaiye çağırmışlar. O güne kadar Tuna 9 ay 10 gündür bizimle birlikteydi. Ayrıldıkları gün coronavirüsün pandemi olarak nitelendirildiği ve ülkemizde görüldüğü tarihten itibaren tam 146 gün geçmişti.
Kızımı kışı bizimle geçirmesi için tutmuşken, üzerine gelen salgın bu süreyi daha da uzatmıştı. Böylelikle biz de Tuna'yla dokuz ay boyunca ayrılmadık. Bebekliğinden emeklediği, dişlerinin çıktığı günlere kadar her halini görmüş yaşamış olduk. Üstelik hem kışlık hem de yazlık günlerinde doya doya.
Annesinin önce doğum izni, ardından ücretsiz izin ardından da salgından dolayı kısa çalışma ödeneği uygulamasından yararlanması onun için bir talih sayılırdı. Ama artık veda vakti gelmişti. Ayrıldıkları gün kucağımdaki fotoğraflarına bakıyorum da çocuğun bile bakışlarında o hüzün görülebiliyor.
Tuna gitmişti ama corona hala başımızdaydı. Üstelik sakin geçen yaz günlerinden sonra yeniden tırmanış eğilimine girmişti. Temmuzun 27’sinde 328.808 ile dünya genelinde o güne kadar görülen en yüksek günlük vaka sayısına ulaşılmıştı. Ağustos’un ilk günü 290.936, 8 Ağustosta 285.208, 15 Ağustosta 296.302 ve 29 Ağustosta da 288.728 idi. Yani Temmuzun sonunda ulaşılan zirve takip eden ay boyunca aşağı yukarı 300 bin’in biraz altında plato olarak devam etmiş. Yine dünyada vefatlar konusunda Temmuz ayının zirve noktası ayın 24’ünde 9.753 idi. 31 Temmuzda 6.815 olan sayı, 7 Ağustosta 6.869, 13 Ağustosta 6.968, 21 Ağustosta 6.659 ve 27 Ağustosta da 6.424 olmuş. Yani bu konuda da Ağustos ayı boyunca 6 ila 7 bin arasında bir plato söz konusu.
Ağustos ayında Türkiyede günlük vaka sayıları açısından 1.000’den 1.500’e doğru hafif bir yükselme görülüyor. 1 Ağustosta 996, 5 Ağustosta 1.178, 10 Ağustosta 1.193, 20 Ağustosta 1.412, 25 Ağustosta 1.502 ve 31 Ağustosta da 1.587’ye ulaşmış. Ölüm sayılarında ise ayın son haftasına kadar 19 ila 24 arasında kalmışken, 27 Ağustostan (26) itibaren birdenbire bir kabarma görülüyor. (28 Ağustosta 36, 29 Ağustosta 39, 30 Ağustosta 42 ve 31 Ağustosta da 44 olmuş) Bu kabarma 55’ten aşağı düşmemek ve 75’i aşmamak kaydıyla Eylül ve Ekim aylarında da halen devam ediyor.
Pandemi elbette bir çok sıkıntıya yol açtı ama bir çok konuda da farklı alanlara açılım yaptırdı. Bunlardan biri de görüntülü görüşmeyi keşfetmemiz. Bu dönemde bol bol bu güzellikten yararlandık. En azından çocuklarımızla torunlarımızla neredeyse her gün görüşebildik. Ece kızımız, hatta Tuna bebek bile bu görüşmelere artık alıştı. Önceleri eline alıp ısırmaya çalıştıkları şeyi artık öpmeye başladılar. Çünkü dedeyi neneyi artık sık sık orada görebiliyorlar.
Hilaller ayrılıp, Oğuzhanın da İstanbula gitme vakti gelince eşim kötü olmuştu. Bu yüzden onu da oyalayacak bir fikir geldi aklıma. Oğuzhan'a Çanakkele Tekirdağ tarafından İstanbula gider misin diye sordum. Olur dedi. Biz de ona takıldık 4 Ağustosta önce Tekirdağ Marmara Ereğlisinde yazlığında olan öğretmenime uğradık. Ne zamandır istediğimiz bir şeydi. Üstelik geçen sene de Şahap amcayı kaybetmişti. Çok memnun oldu tabi. Biz de mutlu olduk onu ziyaret etmiş olmaktan.
Oğuzhan'la Çorlu'da ayrıldık. O İstanbula gitti biz de Lüleburgaz'a. Orada Selmanın amcasının torunu vardı. O akşam neredeyse mini bir susurluklular buluşması yaptık. Gece bizi Kırklareli Öğretmenevine getirip bıraktılar. Ertesi gün 35 sene önce çalıştığımız fabrikayı, eski dostları ve bazı mesai arkadaşlarımızı gördük. 1986'nın Mayısında ayrılmıştık. Kızımız Hilal de 7 ay önce burada doğmuştu. Bir daha vakit bulup gidememiştik işte. 5 Ağustos gününü dolu dolu Kırklarelinde geçirdik. Akşam üstü bir minibüsle Edirne'ye gittik.
Edirnede Trakya Üniversitesi Uygulama otelinde yer ayırtmıştık. Ertesi sabah önce kahvaltı, sonra eski çarşılar daha sonra da Selimiye camii oldu gittiğimiz duraklar. İkindi gibi Meriç kıyısında belediye çay evinde oturduk bir süre. Ardından meşhur ciğer tavasını yedik Edirne'nin. Ulu camiinin karşısında bir çay bahçesinde oturduk bir süre.Akşam olmuştu, bir belediye otobüsüyle kaldığımız yere döndük. Ertesi sabah da Körfeze doğru yola çıkmıştık. Edirne günümüz de mutlu etmişti bizi.
Yeniden sabah yürüyüşlerine başladım. Panda kedimizle yalnız kalmıştık. Fotoğraf paylaşımı ve görüntülü görüşmelerle çocuklarımızdan haberdar oluyoruz. Bu arada bir iki sefer kızkardeşlerimle görüştük. Eve dönüş vakti yaklaşıyordu.Bu yüzden ara ara sahile günbatımını seyretmeye gittik. Çok da güzel fotoğraf veriyor manzara.
Elmamız bu yıl pek az vermişti ama siyah şeftalimiz olgunlaşmak üzereydi. Selma hanım son günlerde arka bahçedeki fıstık çamını kestirelim diye tutturmuştu. Gerçekten de çok büyümüştü ve altında bir şey yetişmiyordu. Ancak sürekli fidan dikip büyütmek sonra da kesmek de içimi acıtıyordu.
22 Ağustosta oğlumuz Oğuzhan İstanbuldan geldi, sevindik. Ertesi gün onunla Çamlıbel köyüne gittik. Şarlak isminde güzel bir işletme var orada akşam yemeği yedik. Ama hafta sonu çabucacık bitti. 24'ünde o da yesin diye şeftaliyi elmayı topladık. Saat 16'da Oğuzhan'ı yolcu ettik.
Panda'ya arkada içine girip yatabileceği bir yer yaptım. Son denize gitmeleri yaptık. Aksine hava ve deniz de o kadar güzeldi ki. 29'unda elveda mahiyetinde günbatımını da seyrettik. Artık Eylülün 2'sinde Ankara'ya dönecektik. Gitmek zorundaydık torunlarımız bizi bekliyordu ama yine de bir hüzün vardı gönlümüzde. Ayın son günü aldığımız bir haber hüznümüzü dağıtıverdi. Oğlumuz Cüneyt'in son kitabı "Kuş Lokumu" çıkmıştı. O kitabın onun için ne kadar önemli olduğunu bildiğim için çok sevinmiştim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder