
10 Aralık 2017 Pazar: Umre
yolculuğumuzda 23. gün
Cidde havaalanındayız. Nasip
olursa 2-3 saat sonra Yine bir Onur air uçağıyla İstanbul'a uçuyor olacağız.
Artık dönüyoruz. 18 Kasım
Cumartesi günü sabaha karşı Ankara'dan İstanbul'a, oradan da Medine'ye uçarak
yolculuğumuza başlamıştık. O gün akşam ezanı okunurken Medine'ye girmek nasip
olmuştu.
Beşinci gün, yani 22 Kasım
Çarşamba günü Medine'den ayrılmış ve yine bir akşam ezanı vakti Mekke'ye
girmiştik. Mekke'de de 18 gün kaldıktan sonra, dün yani 9 Aralık Cumartesi günü
yatsıdan sonra Cidde'ye hareket etmiştik.
Bugün 23. gün, dönüş
yolundayız.

Umre ziyaretimizde her şeyden
evvel kutsal beldeler hakkında bildiklerim, gördüklerim ve hatırladıklarımdan
farklı şeylerle karşılaşmış olduğumu söylemeliyim.
Eşim için zaten her şey sıfırdan farklı gibiydi. Onun orada görüp yaşadıklarını kafasındakilerle karşılaştırmış olduğunu sanmıyorum.
Eşim için zaten her şey sıfırdan farklı gibiydi. Onun orada görüp yaşadıklarını kafasındakilerle karşılaştırmış olduğunu sanmıyorum.
Mesela zihnimdeki, hayalimdeki
hicaz çöl içinde olmalıydı. Ancak gördük ki bu bölge daha çok volkanik yüzlerce
dağın bulunduğu bir yer. Belki volkanik yapısından belki de sıcaktan yanmış
gibi simsiyah kayalık, kuru, çorak bir bölge. Arada, dağlardan inen sel
sularının oluşturduğu küçük vadiler var. Oralarda bile bodur küçük ağaçlar ve
çalılık yeşillikten başka bir şey yok. Develere buralarda rastladık. Yaprakla
besleniyorlar.
Dağ demişken burada iki şeye
hayret ettim. Biri Arafat. Arafat dağının ben daha yüksek olduğunu zannediyordum. Diğeri de Nur ve
Sevr dağları. Hıra ve Sevr mağaralarının da bu kadar yüksekte olabileceğini
düşünmemiştim. Şaşırdım.
Bu salon biraz serin, üşüdük
galiba. Grup olarak hep beraber daha sıcak bir bekleme salonuna geçtik. Demek
geceleri buralar biraz soğuk oluyor. Cidde deniz kenarı bir şehir, belki
ondandır.
Cidde (Jeddah),yaklaşık 2
milyonun üstünde nüfusuyla bu ülkenin, başkent Riyad'dan sonra gelen ikinci
büyük şehri imiş. III. halife Osman
zamanından bu yana daha güneyde yer alan "Şuaybe Limanı" yerine
Mekke'nin yeni limanı durumunda.
Cidde batı yönünde, Kızıldeniz
kıyısında, Mekke'ye 100 km. Hava alanı ise şehrin diğer tarafı, 50 km. daha
kuzey batısında.
Otobüs şehre girmeden, sağa havaalanına doğru dönüyor. Bu şekilde Mekke-Cidde (King Abdulaziz International Airport) Havaalanı yolculuğu toplam yaklaşık 1,5 saat mesafede.
Otobüs şehre girmeden, sağa havaalanına doğru dönüyor. Bu şekilde Mekke-Cidde (King Abdulaziz International Airport) Havaalanı yolculuğu toplam yaklaşık 1,5 saat mesafede.
Defterimdeki son sayfaları yazıyorum.
Şu anda saat 03.30, sanırım almak üzereler.
-----
Şok !..Şok !..Şok !..Uçak rötar
yapmış. Saat 5'te kalkacakmış. Canımız sıkıldı. Ama olsun, ne yapalım,
hayırlısıyla gidelim de. Hiçbir aksaklık bu manevi yolculuğun iklimini
bozmamalı.
Ancak beklemeleri sevmem. Hele
de ayakta uzun bekleyişleri. Bereket bu salonda oturacak yer var. Uykusu
gelenler uyuyor. Kimi sohpet ediyor, kimi de
telefonlarıyla meşgul.
Ben umre ziyaretimizi
düşünüyorum parça parça. Aklımda kalanları bir kez daha gözden geçiriyorum.
Detaylar unutulmasın istiyorum. Özellikle de hatırlanması gerekenleri.
Yapabilirsem uçakta bunları bir
kez daha notlamak isterim. Defterimi son satırına kadar doldurmaya kararlıyım.
Böylece hem vakit geçer, hem de onu kayda geçerek değerlendirmiş olurum.
Mesela Suud yönetiminin diğer
taraflardaki hissiz ve perişanlığına rağmen hem Mescidi Nebevi hem de Mescidi
Haram'a gözü gibi baktığının şahidi olduk. Çok temiz, her an bakımlı ve ışıl
ışıl. 7/24 her an yüzbinlerce insanın hareket halinde olduğu bu mekanlarda
özellikle temizliği ve bakımı sürdürebilmek çok ciddi bir uğraş. Bu işleri
kendi mesleki tecrübemden gayet iyi bilirim.

Uçak ancak 5.30'da kalktı. Yine
bir onur air uçağı. Boing tipi, çok kalabalık. Eşya da öyle.
Eskiden insanlar gemiyle, atla,
deveyle ya da arabayla gelirlermiş bu topraklara. Üç ay süren hac yolculukları
anlatılıyor eskilerden. Önce Medine'ye
gelir, dönerken de orada kalırlarmış. Şimdi Medine'de eskiye oranla çok daha
az, üş dört gün kalınıyor.
Eskiden yerine göre istanbul'a,
Konya'ya, Urfa'ya, Şam'a, Bağdat'a, Kudüs'e de uğrayarak gidilirmiş. Sonraları
sanırım 50'li, 60'lı, 70'li yıllarda otobüslerle karayolundan gidilmiş umreye,
hacca. Bunlar artık eski zamanlarda kaldı maalesef. Şimdi dünyanın dört bir
tarafından uçakla gidiliyor kutsal beldelere.

Yolculuğumuz iyi geçti.
Eşimde sorun yoktu. Hatta uyudu bile. Sadece İstanbul'a inerken gerildiğini
hissettim.
Ancak şu an çok daha büyük bir sorunumuz var. Bu rötar nedeniyle
bizim saat 10'daki Ankara uçağına yetişmemiz neredeyse imkansız.
9'da ineceğiz ama pasaport
kontrolü ve bagaj alımı var. Sonra da
iç hatlara geçip bagajımızı vermek, biletimizi alıp 45 dakika öncesinde uçağa
binmek gerekiyor. Bütün bunların olabilmesi mümkün değil. 10 uçağı şimdiden
kaçtı sayılır.

Bu arada Elif'le ve Cüneyt'le de haberleştik. Durumu onlar da
öğrendiler.
Gerçekten de bagaj bantı çok geç
geldi. Valizlerimizi aldığımızda zaten saat 11'di. Selçuk hoca ve birkaç
arkadaşla vedalaştıktan sonra gruptan ayrıldık.
Dış hatlar çıkışı firma elemanı
bize PNR numarası verdi. Hızlı bir şekilde iç hatlara doğru yöneldik.
İç hatlara geldiğimizde bir thy
görevlisinin yardımıyla ekran üzerinden biletimizi aldık. Sonra kuyruğa girip
bagajlarımızı da teslim ettik. Hurmaları elinize alın dediler. İpi söktük,
kolileri yanımıza aldık.
Güvenlikten de sıkıntısız
geçtik. Şimdi 403 numaralı kapıda uçağa alınmak üzere bekliyoruz. Saat 12.

Nitekim kapıdan
almaya başladıklarında saat bir geliyordu. Görevlilerden ekibin bir başka
uçaktan gelişinin geciktiğini duymuştuk.
Uçağa binmek üzere otobüslere
bindik. Yağışlı havada alanda ilerleyen otobüs bizi uçağımızın merdivenlerine
kadar götürdü. Hava şıpıdık soğuktu. Uçakta 21 D ve 21F numaralı sağ taraftaki
yerimizi bulup hurma kolilerini kabin
bagajı denilen baş üstündeki eşya koyma yerine kaldırdık. Yerlerimize oturup
kemerlerimizi bağladığımızda saat 13.19'du.
Artık gideceğiz, şükürler
olsun. Artık yine defterimi çıkarıp yazabilirim.

Eskiden buralara gelenlerin
tanıyamayacağı ölçüde büyük yapılaşmalar oluyor. Özellikle mescidi haramda işin
sadece yarısının bittiği görülebiliyor.
Muhtemelen önümüzdeki yıllar içinde oraya gidenler çok daha süpersonik
bir haremle karşılaşacaklar.
Bu iyi mi kötü mü bilemiyorum.
Ama konuya farklı açılardan bakan birçok muhalif görüşü okudum ya da dinledim.
Ben büyük otobanların, ince zarif doğayla iç içe eski yolları vahşi bir şekilde
katledip olanca ağırlığıyla ruhuma çöktüğünü hisseden bir insanım. Üzerinde
giderken "çok şükür" dedirten bu modern zaman atardamarları, bir
taraftan da bana böyle bir iç sızısı yaşatırlar. Biraz kabede de bu duyguyu
yaşadım sanki.
Böyle düşünceler içindeyken
uçakta beklemenin giderek uzadığını fark ettim. Eşim uyuklamaya başlamıştı.
Tam bu esnada pilottan bir anons geldi: "Kalkış için 25 sıradayız…"
Saat 14'ü gösterdiğinde uçak
ağır ağır hareket etmeye başlamıştı. Anlaşılan hava şartları ve Atatürk hava
alanındaki yoğunluk sebebiyle kalkışımız en az bir yarım saat daha gecikecekti.
Cüneyt'e bir mesaj çektim. İnşallah üç buçuğa doğru ancak Ankara'da
olabilecektik.
Gerçekten de başkaca bir
aksaklık yaşamadık ama uçağımız ancak 14.20'de kalkabildi. Esenboğa'ya sorunsuz
indiğimizde ise saatimiz üçü beş geçiyordu.
Körüklü tünelle iç hatlar
binasına geçtik. Doğruca valizlerimizi almak üzere döner turnikeleri bulduk. On
dakika içinde çantalarımızı almış çıkışa doğru yürüyorduk.
Gerçekten bizim havaalanlarımız gördüğümüz diğer Medine ve Cidde'dekilere nazaran süper sayılabilirdi. İçten içe iftihar ettim.
Gerçekten bizim havaalanlarımız gördüğümüz diğer Medine ve Cidde'dekilere nazaran süper sayılabilirdi. İçten içe iftihar ettim.
Bizi ailemizin gençleri
karşıladı. Cüneyt, Oğuzhan, Nazlı ve Yağız. Yanlarında Safiye de gelmiş.
Sarıldık, hasret giderdik. Özellikle Yağızın boynuma atlayışına dayanamadım.
Gözlerimden birkaç damla yaş döküldü yanaklarıma. Allah razı olsun. Cenab ı
Mevlam inşallah onlara da nasip etsin bu kutlu ziyareti.

Cüneyt yolda Sibel'i almak
üzere ayrılmıştı. Biraz sonra onlar da geldiler. Sadece Hilal ve Ümit yoktu
aramızda. Hep birlikte kucaklaştık. Avucumun içini öptürdüm onlara.
Onlara
ilginç geldi, anlattım: "Tavaf sırasında sağ elimizi hacer ül esved
hizasında kaldırıp selamlıyor sonra da öpüyorduk. Mümkün olan elini sürüp, daha
da başarılı olan kendisini öpüyordu. İşte siz de bu şekilde hacer ül esvedi
öpmüş oluyorsunuz".
Eskilerden, büyüklerden öyle
görmüştüm. O zaman ben de anlayamamıştım ama şimdi çok mantıklı geliyor. Gerçi
ben ancak uzaktan selamlayabildim. Elimi süremedim, öpemedim de. Hanımla
ilgilenmem, onu yalnız bırakmamam gerekiyordu. Keşke yapabilseydim.
Ondan daha çok kabeye iki
elimle dayanıp, başımı duvara koyup tövbe etmeyi, doya doya ağlamayı isterdim.
Hatimde namaz kılamadım o da içimde kaldı.
Rabbim yine nasip etsin
inşallah. Hele de hacca gitmeyi. İnandım, teslim oldum: o çağırınca gidiliyor.
İnşallah davet edilenlerden oluruz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder