2 Aralık 2017 Cumartesi

279 2 Aralık 2017 Cumartesi 22:10 UMRE GÜNLÜĞÜ.........................Nur dağında


Nur dağında

2 Aralık 2017 Cumartesi: Umre yolculuğumuzda 15. gün

Sabah 2.50'de uyandım. Eşim gelmek istemediği için ben hazırlanıp çıktım. Bugün nur dağına, hıra mağarasının bulunduğu yere gidilecek.

Az bekledik, biraz da yukarıya doğru yürüdük. Otobüs polis ceza kestiği için bizim sokak başından alamıyormuş. Neyse, otobüse bindik. 35 kişi kadarız. Biraz sonra Mithat para toplamaya başladı. Benim gibi birçok kişinin canı sıkıldı tabi. Bize bu gezinin paralı olacağı söylenmemişti.

Neyse ki pasaportun arasında 50 riyal koymuşum. 10 riyal otobüse verdim 40 riyal para üstü aldım. Böylece döviz bürosunda bozdurduğum son param akşamki taksi parası dahil 279 riyalden 254 riyale düşmüş oldu.

Telefon için yine de ümit var. Çünkü baktığım nokiaların en pahalısı 250 riyaldi. 200'e de var 130-170 riyale de.

Otobüsümüz saat 4'e yakın Nur dağı eteğindeki bir mahalleye yanaştı. Hava henüz alaca karanlık ve serin. Biraz yokuş yürüdük, sonra da dağa taş merdivenlerden tırmanmaya başladık. 

Doğrusu ben Arafat dağının bu kadar küçük, Nur dağının da bu kadar yüksek ve sarp olduğunu düşünmemiştim.

İlk çıkış oldukça dikti. Bereket kenarları duvarla çevrili geniş taş merdivenleri var. Ama 200-300 metre sonra gözlerim karardı ve duvardaki bir taş üzerine mecalsiz çöktüm. O kadar kötü oldum ki devam edemiyeceğimi düşünmeye başladım.

Tam o ara Serkan geçiyordu önümden. "Ne oldu abi ?" dedi çocuk. Ben de "Suyun var mı Serkan ?" diyebildim ancak. Varmış, bir şişe su çıkarıp verdi bana. Birkaç yudum su ve biraz dinlenmek iyi geldi.

"Ya Allah !" diye diye dağın zirvesine doğru yürüdüm. Arada alçak taş duvara oturuyor, nefesleniyordum. 

Birkaç yudum su..Yeniden "Ya Allah !, Ya Allah !"…Bir daha, bir daha…Nihayet zirvedeki ışıklar yaklaştı, yaklaştı…

Bu arada ben de kan ter içinde kalmıştım. Bereket yanımda seccadem vardı. 

Onunla başımı ve boynumu sararak korumayı akıl ettim. Üzerime hırka almakla da tedbirli davranmışım.

Saat beş gibi zirvedeydik. Çıkış tam olarak bir saat 20 dakika sürmüştü. Tepede bir büfe iki de namaz kılma yeri var. Ön tarafa doğru 10-15 metre aşağıda da Hıra mağarası görünüyor. İnsanlar oraya yığılmışlar.

Ben mağaraya inmedim. Hem etrafı hem de mağarayı bulunduğum doğal kaya terasından gayet güzel seyredebiliyordum. Aslında mecalim de yoktu ya.

Hava serindi. Sabah ezanını bekleyen bir cemaatin arasında yer buldum. En öndeki hocanın hemen sağ arkasındaki küçük bir kilim parçası üzerindeydim. Ama oturduğum yer terasın önünde, önümdeki bütün manzaraya hakim bir noktadaydı.

İki şey özellikle dikkatimi çekti.  Buraya bu kadar iltifat edip gelen çoğunluk Türk'tü. Bir de daracık taş mağarada iki rekat namaz kılabilmek için adeta bir izdiham yaşanıyordu. Ne gerek var ? Ben iki rekat namazımı da o terasın ucunda kıldım. Allah kabul etsin.

Hem mağarayı görebiliyor hem de Mekke manzarasını seyredebiliyordum. Ayrıca çıkarken epey yorulmuş ve terlemişim. Burada başımda seccade, sırtımda hırka, altımda kilim bağdaş kurup oturmak iyi geldi.

Mekke idaresinin buraya pek bakmadığı çok belli. Ortam oldukça pis, meydan dilencilere ve işportacılara kalmış. 

Görebiliyordum, çünkü artık gün ağarmaya başlamıştı. Beş buçuk gibi sabah ezanları okundu. Namazı önümdeki türk hocaya uyarak cemaatle kıldık.

Artık inişe geçme zamanı gelmişti. 

İniş kolay zannedilir ama dizlerinden, bacaklarından sorunu olanlar için hiç de kolay değildi. Ama, yine de iniş 40 dakikayı bulmadı. Saat 6'yı çeyrek geçe otobüsümüze ulaşıp oturmuştuk. 

Bindiğimiz yerde inip otelimize yürüdük. Bazı komşular hemen kahvaltıya girdi. Ben odaya çıktım.

Hanım uyandı. Meraklı gözlerle sordu: "Sen iyi ki gelmemişsin" dedim. Gerçekten de o çıkamazdı, belki bana da mani olurdu. Başımdan geçenleri anlattım. Üstüm başımda terden su gibiydi zaten.

Saat 9'a kadar uyuduk. Sonra hazırlanıp kahvaltıya geçtik. Hanım şimdi uyuyor, ben de yazıyorum.
...
Saat 11.30 Artık hazırlanıp öğle namazına gitme vakti geldi.

Namaza gittik. Hem de alt kısımda, kabenin tam karşısında halılarda yer bulduk. Namazımızı da güzelce kıldık.

Sözde ikindiye kadar ibadetle meşgul olacak, sonra buluşacaktık. Ben de tam daha önlerde sırtımı bir sütuna dayayacak şekilde yer bulmuş, ammeden aşağıya birkaç sure okumuştum. Saat 13.30 sularıydı.

Baktım hanım önlerde gezinip beni arıyor. Fırlayıp ellerimi kaldırdım. Muhtemelen tuvalete gitmesi gerekti diye düşündüm. 

Meğer yine üşümüş. Halbuki onun yerinde yukarıda pervane olmamasına dikkat etmiştik.

Çaresiz ben de toplandım. Böyle durumlarda kafaya bir şey takmışsa kızdırmaya gelmez. Birlikte üst kata çıktık. Yürüyen merdivenler bakımdaydı. Yürüyerek çıktık. Mani olan kimse olmadı.

Doğruca dünkü yerimize geçip oturduk. Etrafta kimse yoktu. Yalnızca bir kişiyi tavaf ederken gördüm. Öğle sıcağı vardı ve biraz ilerimizde teknik bir çalışmadan dolayı çevrilmiş bir alan görülüyordu.

Biz epey kabeyi, tavafı ve insanları seyrettik. Hacerül esved civarındaki yoğunlaşmayı, itiş kakışı gözlemledik. 

Biraz sonra 20 metre kadar önümüze de şerit çekildi. Yukarıdaki vinçlerden biri zemzem inşaatına malzeme indiriyordu.

Elif'le ve Oğuzhan'la telefonla konuştuk. Oğuzhan zemzemi kargo şubesinden alacak. Toyota servisi ile ilgili randevu alma konusunu da iletmiş oldum.

İkindi namazımızı arkalı önlü kıldık. Namazdan sonra bizimkileri bekleyecek onlarla tavaf yapacaktık. Biraz bekledik, huzursuzlandı "Haydi biz yapalım" demeye başladı. Biraz oyalasam da ısrar ediyordu.

Bugün Oğuzhan için tavaf yapacağım inşallah. Tam kalktık tavafa başladık ki önümüz bir kere daha kesildi. Diğer tavaf edenler de beri tarafta yığılmışlardı. 

Ancak bu durum da uzun sürmedi. Biraz sonra şerit kalktı biz de hareket ettik. Zaten Selçuk hocalar da yetişmişti. Bizi beklemişler buluşma yerinde, ondan gecikmişler.

Tavaf eşime göre biraz tempolu oldu. Son iki şavtta onu yalnız bırakmamak için gruptan koptuk. Hanım yine kızmıştı. "Nereye gidiyorlar böyle hızlı hızlı ?.." diye söylendi durdu.

Neyse tavaf bitti. İki rekat namazımızı kıldık. Biz erkekler önde, hanım arkada kadınlar arasında akşam namazını beklemeye başladık. Arası fazla değil zaten. Biz vakti değerlendirip otururken eşim da kaza namazı kılıyordu.

Akşam namazı sonrası hep birlikte aşağıya indik. Ama aşağısı derya deniz insan seliydi. Grup dağıldı. Biz doğruca otelimize döndük.

Otel yemekhanesinde bize ayrılan yeni yerimizde yemek yedik. Bu arada firma yeni bir görevli hoca getirmiş. İbrahim ona yemekhaneyi ve bizi gösterip gitti. 

Ben de bu arada İbrahim'den fotoğrafları aktarmak üzere bilgisayar işim olduğunu söyledim. O da laptopunu getirebileceğini söyledi. Memnun oldum.

Yeni hoca oldukça hareketli. Bakalım...

Biz yemekten sonra odamıza çıktık. Eşim yatsıya gelmeyecek bense telefon için gitmek zorundayım. 

Bu arada yetiştiremedik, yatsı ezanı okundu bile.Yola çıktığımda insanlar seccadelerini serip imamın sesine uyarak namaz kılıyorlardı. 

Namaz bitip buluşma yerine geldiğimde Oflu Ali gelmiş beni arıyordu. Yanında getirdiği amcaoğlu ve bir arkadaşını tanıştırdı. Beni aziziyeye götürmeyi düşünmüşler. "Oraya gittik ama aradığım Nokia'yı orada bulamadık" dedim. "Türkish mafişş !"

"O zaman buralarda bakalım" dediler. Aksi gibi gittiğimiz her yerde ya nokia yoktu ya da türkçe menülü bulunmuyordu. 

Bir müddet Hilon otel ve Swiss otel altındaki avm'ini dolaştıktan sonra " bulamadık ne yapalım" diyerek ayrıldılar benden. 

Ben de artık olmayacağını kabullenmiştim. Ama hala içimde bir his vardı. Sanki "olacak, biraz daha dolaş" diyordu.

Tüneldeki çarşıları da dolaşarak panosoniğe kadar gitmeye karar verdim…Yine yoktu. Nokia var ama türkçe menü yoktu. Panosoniğe de uğradım. Onlar da aynı şeyi söylediler. 

Ama hayret hala içimde bir sezgi var. Onun bir gerisindeki yürüyen merdivenlerin yan tarafında bir küçük dükkana uğradım son bir kez.

Adam az biraz türkçe biliyor: "Telefon var mı ?" Var. "Peki, Nokianın tuşlusu ?" Var. "Türkçe menülü mü ?" Evet ! "Allah Allah, bir bakayım o zaman." İlk çıkardığı küçük tuşlu  bir Nokia. "Daha büyük tuşlu olanını istiyorum" Tamam, bu da büyük tuşlu olanı. Siyah bir Nokia 230 çıktı karşıma: İşte bu !

Parlak siyah, uzun ekranlı, büyük tuşlu bir şey. Daha evvel görüp, beğenip de türkçe menülü değil diye alamadıklarımdan. Tekrar sordum: "Türkçe menülü mü bu ?" Adam hemen birkaç tuş dokunuşla telefonu açtı ve türkçe menüyü gösterdi. Doğruydu, evet türkçe menülü, tuşlu, ekranı büyük bir Nokia.

Hala inanamıyordum: "Sağlam mı ?" dedim. Evet dedi. "Fatura verecek misin ?" Tabi ki, kolay dedi hareketleriyle. Evet, evet, evet ! Mafişş yok. Herşey olumlu görünüyordu. 

Elime alıp göz alıcı baktım: "Ne kadar ?" 130 dedi. Soran gözlerle bakınca, 120 olur dedi. Son ne olur dedim, on dakika sonra 110 riyale indi. Peki alacağım ama 100 riyal dedim kesin bir ifade ile. 

Hoşlanmadı, fayda yok dedi. Fayda herhalde kar demek. Bizdeki kurtarmıyor manasına. Bu benim nasibim diye cesaret aldım ya ısrar ettim. Pazarlık" peki tamam !"la bitti. Anlaştık.

Kutuyu açtı gösterdi. İmei numarasını hem etikette hem telefonda kontrol ettirdi. Bir taraftan da Türkiye'de bu parayla taksit ödersin dedi. Demek Türkiye'deki taksitli yüklendirme satışlarından da haberi var. 

İsmini sordum ; Ammar dedi. Tokalaştım. Parayı ödedim, faturayı kestirdim ve telefonu aldım: Bu bir tuşlu, siyah Nokia 230.

Sevinçle dükkandan çıktım. Rabbim inşallah sorun çıkmaz, aldatılmış olmam. Şükürler olsun.

O anda aldığım telefonu hanıma hediye edeceğim aklıma geldi. Doğum günü hediyesi olacak. Tekrar sevindim. Döviz bürosuna uğrayıp kalan paramın 95 riyali ile 100 lira aldım. Hanımdan almıştım, şimdi geri verebilirim. Cebimde 46 riyal kaldı. Zaten o da Taif gezisi için ayrılacak.

Otele geldiğimde onun 100 lirasını verdim önce. Telefonu gösterdim. Taif için ayırdığımı da. Telefonu beğendi. "Hadi bakalım" dedi yalnızca. Bu onun lisanında hayırlı olsun demek. Böylece doğum günü hediyesi olarak verdiğimde memnun olacağını anladım.

Sevinerek yattım. Şarza taktım dolsun diye. Yatsıyı gece kalkınca kılarım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder