Ayaş, Beypazarı, Nallıhan, Göynük, Taraklı, Geyve gezisi (2)
Bir önceki bölümde en son Tapduk Emre'de kalmıştık. Geri dönüp Nallıhan'a ulaşmak üzere yine o 9 km.lik yolu sağlı sollu bir ağaç koridoru eşliğinde geçtik.
Bu coğrafyada kendimi eski kervanlar, kağnı arabaları, atlı süvariler yaya dervişlerle birlikte hissettim. Tarihle an arasında sanki zaman geçişleri yaşanıyordu.
Öğrendiğimiz kadar bölgede daha çok miktarda ziyaret yeri varmış. Mesela ilçe
merkezine 14 km. uzaklıkta Tekke köyündeki Bacım Sultan Türbesi de bunlardan biri. Bacım sultan Taptuk Emre'nin kızı oluyor.
Yine Sobran
Köyünde Horasan Erenlerinden Hasan Dede Türbesi, Ömerşeyhler Köyü'nde Taptuk Emre'nin müridi Ömer Şeyh Türbesi, Nallıkozlu
Köyü'nde Taptuk Emre'nin müridi Şeyh Cafer Sadık
Türbesi ve Akdere
Köyü sınırları içindeki Hoşebe mesire yerinde Yöre
halkı tarafından sevilen ve saygı duyulan Hoşebe Türbesi, Çayırhan'da Davutoğlan Türbesi bulunuyormuş. Ancak, zaman darlığından biz buraları göremedik tabi.
Nallıhan
– Çayırhan arası bozkır görünümündeydi. Solta Boğazı’na kadar çok
ilginç yer şekillerinin oluştuğu kat kat yeşil, kırmızı, mavi, sarı, gri
renkleriyle irili, ufaklı tepeler gördük. Burada çok zengin linyit kömürü
yatakları varmış. Zaten bu yüzden Çayırhan’da bir Termik Santral var. Yolumuz üzerindeydi.
Kavşaktan sola döndüğümüzde artık Nallıhan'a 10 km yakındık. Rengarenk tepeler, sakarya nehrinin salına salına geçtiği vadiler, uçsuz bucaksız buğday tarlaları artık geride kalmıştı.
Nallıhan,
Ankara'nın batıdaki son ilçesi. Başkente 160 km uzaklıkta, tarihi Bağdat İpek Yolu üzerinde. Bolu'ya 90, Eskişehir'e 130
km uzaklıkta. Beypazarından farklı olarak ormanı bol bir bölge. Sanırım bu noktadan sonra hep yeşil bir bitki örtüsü olacak. Özellikle de çam ormanları.
Nallıhan
adını; yakınından geçen Nallı Suyu ve Osmanlı
vezirlerinden Nasuh Paşa'nın yaptırdığı handan almış. Çağlar boyu değişik isimler verilen ilçenin adı böylece en sonunda Nallıhan olmuş.
Nallıhan toprakları tarihte; Hititlerin,
Friglerin, Perslerin, İskender'in, Roma ve Bizans
İmparatorluklarının hakimiyetinde kaldıktan sonra Müslüman Arapların İstanbul seferleri sırasında iki defa da Arapların eline geçmiş.
1071
Malazgirt Zaferinden sonra Türkler tarafından fethedilmiş. Haçlı Seferleri
sırasında yeniden Bizanslıların eline geçse de, daha sonra yeniden Türk
hakimiyetine girmiş. Önce Danişmentliler, daha sonra da Anadolu
Selçukluları bu topraklara hakim olmuşlar. Anadolu Selçuklularının 1308'de
yıkılmasından sonra da Candaroğulları Beyliği sınırları içinde kalmış. Osmanlı topraklarına katılması Orhan
Bey zamanında.
Sultan I. Ahmet’in veziri Nasuhpaşa 1594 yılında, Halep-İstanbul arasındaki
yolculuğu sırasında Nallıhan yöresinden geçmiş. Bugünkü ilçe merkezinde 1 han (Kocahan), 1 hamam ve 1 cami (Nasuhpaşa
Camii) yaptırıp bunları vakfetmiş. Takip eden dönemde
yöre hızla gelişerek büyümüş. Önceleri 16’ncı yüzyılda Bursa sancağına bağlı iken, 19’ncu
yüzyılda Ankara sancağına bağlanmış.
Nallıhan'ın adını nasıl aldığı hususunda bir söylenti hayli ilginç. Köroğlu,
bir gün buradan geçerken han’da konaklamış. Ertesi gün ayrıldığında, atından düşen bir nal, han’ın kapısına asılmış. Kaldığı yer de Nallıhan olarak anılmaya başlanmış.
Vezir Nasuhpaşa tarafından 1595 yılında yaptırılan cami, 20’nci yüzyılın
başında yanmış ve 1911 yılında, yerine yenisi yapılmış. Cami, dikdörtken
planlı ve ahşap çatılı. Cami avlusundaki türbenin içinde 4 kabir
var ama bunların kime ait olduğu belli değilmiş. Tarihi
hamamın kalıntıları ise, Ankara çevre yolu yapımı sırasında yok olup gitmiş.
Yaprak sarma, kapama pilavı, gorçan kebabı, yaprak dolması, gözleme, höşmerim, Döğmeci köyünde yapılan içine pekmez konulup saatlerce fırın ateşinde pişirilen kabak tatlısı, höşmerim ve bayram çörekleri Nallıhan'ın yöresel yemeklerinden.
Nallıhan aynı zamanda ipek iğne oyaları ile de ünlüymüş. Bunun tarihsel bir geçmişi de var. Çünkü bu bölge zaten İpek yolu üzerinde. Uluslar Arası Nallıhan Tapduk Emre Ve İğne Oyaları Kültür Ve Sanat Festivali her yıl, Haziran ayının son haftasında yapılıyormuş. Bu törenlerde aynı zamanda Taptuk Emre ve Yunus Emre de anılıyormuş.
Nallıhan'da gezilmesi tavsiye edilen yerlerden biri de Nallıhan Kuş Cenneti. Burada 170 civarında kuş türü görülmüş. Özellikle, soyu tükenme tehlikesi altında
bulunan “Kara leylek” burada sık görülüyormuş. Ancak bizim geçtiğimiz mevsimde göl kurumuştu ve ortalıkta herhangi bir kuş da görünmüyordu. Bu yüzden durmadık ve hemen bitişiğindeki sakarya köprüsü üzerinden geçip yolumuza devam ettik.
Öğle namazını Tapduk Emre'de kıldığımız için Nallıhan'da eğlenmiyoruz. Zaten görmeyi düşündüğümüz Nasuhpaşa camisi de yolumuz üzerindedi. Şu anda programımızın bir saat gerisindeyiz. Buraya kadar hava pek güzeldi ama buradan sonrası nasıl olacak bilmiyoruz. En iyisi Göynük'e kadar durmamak. Orada inşallah ikindi namazına yetişebiliriz. Böylece hiç olmazsa Göynük'te programımıza uymuş oluruz diye düşünüyoruz.
Nallıhan'dan sonra yol yavaş yavaş yükseliyor. Ondan mı yoksa zamanı mı geldi bilmem kar da serpiştirmeye başlıyor. Başlangıçta hoşumuza gidiyor. Etrafımızdaki yeşillikler yavaşça beyaza bürünüyor. Kar yağması nedense insanlarda çocukça bir heyecana yol açar. Yaş aldıkça buna bir de "Allah bu havada dışarda olana, çalışana, fakir fukaraya yardım etsin, sıcak ocaklarını söndürmesin" duaları ekleniyor tabi.

Şimdilik yol da fena değil. Küçük kedimiz çapar bile etraftaki değişikliğin farkında. Bazen arka cama, bazen yan camlara patilerini dayayıp etrafı gözlüyor. Arada benim boynumda, bazen oğlumun kucağında dikkatle yola bakıyor.
Kağıt üstünde Nallıhan-Göynük arası 72 km görünüyor. Nallıhan'da rakım 625 m. idi. Göynükte bu rakam 725 metreye çıkacak. Taraklıda ise 1080 metreye ulaşacağız. Dolayısıyla bundan sonra yolumuz sürekli yukarı doğru.
Göynük Bolu İli’nin bir ilçesi. Güneybatısında yer alıyor. Doğusunda Mudurnu, batısında Taraklı, kuzeyinde Akyazı, güneyinde Nallıhan, Sarıcakaya ve Yenipazar ilçeleri
çevreliyor. İlçe merkezi yaklaşık 6000 nüfuslu.
Göynük genellikle dağlık, tepelik ve akarsuların derin
vadiler açtığı bir arazi üzerinde. Öğrendiğimiz kadar Kuzey Anadolu Dağları olarak isimlendirilen bir kuşak üzerinde yer
alıyor. Bunlardan Köroğlu Dağları ile Abant Dağları`nın uzantıları Göynük`e doğru birkaç kola ayrılıp yükseltileri azalıyormuş. Öte yandan Abant Silsilesi Kapıormanı Dağı 1277 m. yükseklikte iken, doğuya doğru gidildiğinde Arıkçayırı tepesi ile 1617
m’yi buluyormuş. Yine Köroğlu Dağları kapsamındaki Kocaman Dağ 1379 m. İken,
Güneydoğuya doğru gidildiğinde Köroğlu kayası 1720 m. ye ulaşıyor ve
ilçenin en yüksek noktası oluyormuş.
Böylece Göynük, doğuda Buzluk, batıda Boztepe,
kuzeyde Zincirlikayalar, güneyde Erenler ismini taşıyan yüksek tepeler
arasındaki yamaçlara yaslanarak kurulan tipik bir Osmanlı Anadolu kasabası.
Yörenin ilk yerleşimcileri İskitler ve Traklarmış. Tarihi Orta
Anadolu ile birlikte gelişmiş. Helenistik çağa dek Bitinya
egemenliğinde imiş. Sonra sırasıyla Büyük İskender, Roma ve Bizans'ın yerleşim
yeri olmuş. Osmanlılardan önce Selçukluların bir kolu olan Umur Bey Han
Beyliğinin başkenti imiş. Osman Bey tarafından 1292 tarihinde Osmanlı
topraklarına katılmış.
Yer yer yoğun kar yağışına rağmen saat 14.35'te Bolu’nun saklı cenneti şirin ilçe Göynük'e varıyoruz. Beyaz bir kar örtüsünün altında biraz mahçup, ama olgun bir eski Osmanlı kenti karşılıyor bizi. Göynük iki vadi arasında çukurda gizli gibi.
Programımızda 13.40-14.30 arası Paşazade Göynük Sofrasında öğle yemeği vardı. İlk başta Düğün veya Tarhana çorba içecek, Keşli Cevizli Mantı, Güveçte Kanlıca Mantarı, Tava yoğurdu ve Tahinli Pide yiyecektik. Ancak hem programın gerisindeydik, hem de Beypazarı'nda o kadar güzel bir kahvaltı yapmıştık ki karnımız toktu. O yüzden, ikindi ezanı da okunduğu için doğru camiye yöneldik.
Meğer karşıdan bir Osmanlı yapısı olduğu belli olan Cami zaten programımızda olan Gazi Süleyman Paşa Camii imiş.
1330 yılında Orhan Gazi'nin oğlu Gazi Süleyman Paşa Bağdat yolu üzerinde bulunan bu kenti onararak kendi ismiyle anılan bu camii ve hemen yanı başındaki hamamı yaptırmış.
Aceleyle camiye giriyoruz. Neyse, burada bari cemaate yetişebildik. Namazı kılıp çıktığımızda bizi bir sürpriz daha karşılıyor. Fatih Sultan Mehmet’ in hocası Akşemseddin Türbesi de bu caminin bahçesinde.
Akşemseddin, 1389 da Şam'da doğmuş. Asıl adı Şeyh Muhammed Şemsettin Bin Hamza. 15. yüzyılın en büyük sufilerinden biri ve çok yönlü bir alim. 7 yaşında babası ile Samsun’a bağlı Kavak’a yerleşmişler. Zaten Akşemsettin, küçük yaşlardan itibaren bilime ve sanata karşı ilgi duyuyormuş. Amasya medreselerinde eğitim almış. Medrese öğrenimini zamanın büyük velisi Hacı Bayram-ı Veli’nin yanında tamamladıktan sonra seçkin bilginler arasında yerini almış.
Önce müderris sonra da Fatih Sultan Mehmet’in hocalarından olmuş. Üstün zekası ve anlayışı, yılmak bilmeyen çalışma gücüyle kendini kitaplara adamış. Başta İslami tıp, astronomi, biyoloji ve matematikte zamanın ünlülerinden olmuş. Uzun yıllar Osmanlı medreselerinde yüzlerce öğrenci yetiştirmiş.
Tıp alanında bulaşıcı hastalıklar üzerinde önemli çalışmalar yapmış. Araştırmaları sonunda tıp ile ilgili Türkçe Maddet-ül Hayat ve Arapça yazdığı Hall-i Müşkilât ve Risalet-ün nuriyye adlı Tasavvuf kitapları var. Türkçe yazdığı Maddet-ül Hayat’ta geçen "Hastalıkların insanlarda teker teker peyda olduğunu zannetmek yanlıştır.Hastalıklar insandan insana gözle görülmeyecek kadar küçük tohumlar vasıtasıyla geçer" cümlesi ile ilk mikrop teorilerinden birini ortaya atmış. Tarihte mikroorganizmalardan bahseden ilk kişi ve Mikrobiyolojinin babası sayılıyor. Pastörden asırlarca önce Mikrobu keşfetmiş.
İlmi konulardaki önemli başarılarından sonra tasavvuf konusunda da ağırlığını göstermiş. Daha sonra da II. Murat’ın emir ve isteğiyle Fatih Sultan Mehmet’in hocalığına tayin edilmiş.
İstanbul’un manevi fatihi olarak da anılıyor. Fethin en önemli günlerinde Ebu Eyyub’el Ensari’nin kabrini bularak ordunun maneviyatını yükseltmiş. İstanbul’un fethi sırasında genç sultanı teşvik ederek zaferin kazanılmasında önemli katkısı olmuş. Fatih Sultan Mehmet’in saygı ve sevgisini kazanmış.
Dünya malına önem vermeyen Akşemsettin, saçının ve sakalının ak olması ve
beyaz elbiseler giymesinden dolayı ‘Akşeyh’ veya ‘Akşemseddin’ adlarıyla meşhur
olmuş.
Fetihten Sonra Devlet
İşlerinden elini Çeken Akşemseddin Hz’leri Göynük’e yerleşerek, 15 yıl burada
yaşamış ve burada vefat etmiş. Türbesi 1464 yılında Fatih Sultan Mehmed tarafından yaptırılmış.
Türbe Kefeki
taşından yapılmış kasnaksız bir kubbe ile örtülü altıgen planlı bir yapı.
Girişi doğu yönünde. Kapının üzerinde sivri kemerli bir alınlık yer alıyor. Türbenin içi çok sade. Akşemseddin’in sandukası kapıdan içeri
girince hemen sağda yer alıyor. Ceviz üzerine kabartma yazı ile süslü. Kapaklar nar çiçeği kabartması ile
süslenmiş. Türbede ayrıca Akşemseddin’in oğulları Sadullah ile Emrullah
çelebilerin sandukaları da var.
Öğrendiğimize göre Göynük İlçesinde her yıl 29 Mayıstan bir önceki pazar günü
Akşemseddin Hazretleri’ni anma günü olarak düzenleniyormuş.
Avlunun dışında karşılaştığımız bir Göynük'lüye Zafer Kulesine nasıl çıkarız diye soruyoruz. Maalesef aldığımız cevap olumlu değil. Bu havada arabayla çıkamazmışız. Bakırcılar çarşısı ise hediyelik eşya satanların bulunduğu hemen çapraz karşımızda bir yermiş. Kar lapa lapa yağmakta, görüş mesafesi en çok 20-30 metre. Aklımız geriye kalan yolda. Aramızda küçük bir konuşma Taraklı'ya devam etme yönünde sonuçlanıyor. Gözüm, aklım ve gönlüm arkada, arabamızı bizi Göynükten çıkaracak yokuşa sürüyoruz.

Göynük aslında bir kültür konservesi gibi. Anadolu yaşayışının, yerleşme kültürünün önemli örneklerinden. Osmanlı mimarisini ve geleneklerini sürdürmüş bir yer.
Özellikle, yörenin oluşumuna göre kat kat biçimlenmiş sokaklar. Bu sokaklara göre yerleşmiş bahçe içinde yapılar. Bir resim güzelliğinde kimi bakımlı, kimi zamana bırakılmış canlı, şirin, sıcak, eski kiremitli evler. Hiçbiri diğerinin manzarasını, güneşini kesmeden birbirinin üzerinden ileriye bakan Osmanlı evleri. İnce, hassas, zarif ve insani...Mükemmel korunmuş bir sivil mimari.
Şimdilik ancak Gazi Süleyman Paşa Camii, Hamam ve Akşemseddin Türbesini yakından görebildik. Sakarya zaferinin anısına yaptırılan Zafer Kulesini de karşıdan. Ne eski Hükümet Binasını ve de eski Konağı göremedik. Bir de Gürcü evi varmış. Merak etmiştim ama maalesef onu da görmek nasip değilmiş.
Sünnet Gölü, Çubuk Gölü ve Çatak Kaplıcası, gezilmesi ve görülmesi gereken diğer turistik yerleriymiş. Çubuk Yaylası, Arıkçayırı Yaylası, Bulanık Yaylası, Değirmenözü Yaylası, Hacımahmut Yaylası da en önemli yaylalarından. Ayrıca Soğukçam
Köyünde Frig Harabeleri, Kilciler Köyünde de Bizans Kalıntıları
varmış. Meraklısına...
Göynük o kadar güzel bir yer ki, insan burada birkaç gün kalabilir. Ancak, şimdi ana yola çıkmak için bayağı dik bir rampayı tırmanmak zorundayız.
Yavaş
yavaş yükselirken dayanamayıp arabayı durdurup uygun bir yere park ettiriyorum. Burası teras gibi bir yer. Göynük karlar altında ama tam da karşımızda. Biraz hatıra fotoğrafı çekiyoruz…
Nihayet yola çıktık. Saat 15.10 Programa göre 16'ya kadar Göynük'ü gezecektik, olmadı. Şimdi hedef Taraklı. Göynük'e çok uzak değil 28 km. Kar yağışı hafifliyor. Biraz sulu kar gibi. Ama çevre kar altında.
Taraklı,
Sakarya ilinin güneydoğusunda, merkeze 65, İstanbul'a
200 ve Ankara'ya 200 kilometre mesafede. Geyve ilçesine bağlı
kasaba iken 1987 yılında ilçe olmuş.
Geyve ilçesi 34 km batısında. Bilecik'in Gölpazarı ilçesine de 30
km yakınlıkta. İstanbul Adapazarı, Beypazarı, Ankara yolu üzerinde. En yakın demiryolu 37 Km mesafede Ali Fuat Paşa'dan geçiyor.
Taraklı’ya varıyoruz. Hıdırlık denilen tepe ve Hisarın yamaçları ile bu iki tepe arasındaki vadide kurulu. İçinden Göynük tarafından gelen bir dere geçiyor.
Burada bir Mimar Sinan eseri olan Kurşunlu Camiini, eski tarihi konakları, Taraklı çarşısını gezip, meydanda sıcak bir çay kahve molası verdikten sonra tekrar yola çıkacağız.
Taraklı'nın eski
adı “Dablar” imiş. Hellenestik dönemde
“Bytinia” adını alan bir bölge içinde. Önce 1289 yılında Selçuklular gelmiş. Ertuğrul Gazi zamanında,
Osman Bey’in Komutanı Samsa Çavuş Harman-Kaya Beyi Köse Mihal ile işbirliği halinde Sakarya Vadisindeki Sorkun, Yenice Tarakçı
(Taraklı) ve Göynük taraflarına akın düzenlemiş. Hırıstiyan ahalinin yaşadığı
bu toprakları Bizanslılardan alarak Osmanlı Beyliği topraklarına katmış.
Evliya Çelebi Seyahatname'sinde Taraklı için şu bilgileri vermiş;
''Taraklı, Bursa Tekfuru tarafından yaptırılmıştır. Osman Gazi'nin fethidir.
Yüzelli akçeli kazadır. Halen kalesi virandır. Ama kasabası bağlı, bahçeli,
beşyüz'e yakın mamur evi, üzeri tahta ve kiremitlerle örtülü şirin bir
kasabadır. 11 Camii ve 7 kasabası vardır."
Evliya Çelebi Seyahatnamesinde İlçede halkın şimşir
kaşık ve tarak yapması nedeniyle adının Yenice Tarakçı olarak anıldığı
belirtiliyor. Bu isim zamanla halk dilinde Taraklı olarak değişmiş anlaşılan.
Yavuz Sultan Selim’in Mısır Seferi sırasında Vezir-i Azamı Yunus Paşa tarafından 1517 yılında yaptırılan Camii, kubbesi kurşun kaplı olduğundan, halk arasında “Kurşunlu Camii” diye anılıyormuş.
Yunus Paşa Camii, kare planlı, tek minareli klasik uslupta inşa edilmiş, güzel bir Mimar Sinan eseri. Cephe duvarları, ince yontu küfeki taşından inşa edilmiş.
Tarihi Hamam Yunus Paşa Cami’ne yakın bir yerde. İlk yapıldığı yıllarda, hamamdan çıkan buhar, yakınındaki Yunus Paşa Camii’ni merkezi sistemle alttan ısıtmada kullanılmış.
Burası çok güzel bir tabiat içinde. Buram buram tarih kokan daracık sokaklar Arnavut Kaldırımı mimarisinde yapılmış. Sokaklarda yük taşıyanların dinlenmeleri için dinlenme taşları var.

Osmanlı devleti topraklarına kattığı her yerleşim yerine çınar ağacı dikmiş. Bu gelenek Taraklı’da da sürdürülmüş. İlçenin Yusuf Bey Mahallesi’ndeki 7 asırlık çınar ağacı hala bu kültürü gelecek nesillere aktarıyor.
Mevsim kış. Taraklı çarşısı bomboş. Biraz dolaştıktan sonra sıcak bir yere oturmak istiyoruz. Kahveler var ama, girmiyoruz. Sonunda yine Yunus Paşa Camii’nin hemen alt tarafında bir kafe buluyoruz. Soba kütür kütür. Sıcak çay da var. Ben sahlep istiyorum.
Kafe bir hanım tarafından işletiliyor. Mekanda aynı zamanda yöresel ürünler de satılıyor. Eşim fırsatı kaçırmıyor tabi: "Eh ne varsa hanımlarda var !" Doğru diyoruz, yalan da değil hani. Beypazarında da fatma Teyze'yi böyle bulmuştuk ya.
Lokantaların birinde durup yöresel
keşkek ve nohutlu et yemek isterdim. Özellikle de Taraklı’nın kendisine özgü bir tatlısı Uhut'u tatmak. Ama olmadı. Bir başka sefere inşallah.
Köpük helvası da var ama onu biliyoruz. Uhut çok özgün bir tat. Hiçbir tatlandırıcı kullanılmadan buğday
ve sudan yapılıyormuş. Tadını ve lezzetini kendi kıvamından alıyormuş. Onu merak ediyorum.
Saat 16.30. Taraklıya da elveda deyip Geyve'ye doğru yola çıkıyoruz. Normalde 18'e kadar Taraklı'da kalmayı planlamıştık. Şimdi de programın bir buçuk saat önündeyiz.
Taraklı Geyve arası 28 km ama arazi batıya doğru alçalan dağlık bir bölge. Yol oldukça virajlı.
Neredeyse döne döne aşağıya iniyoruz. Çok güzel manzaralar var. Durup durup fotoğraflamak lazım.
Geyveye vardığımızda bu defa sağnak bir yağmur karşılıyor bizi. Saat 17'ye yaklaşmış durumda. Hava kararmış. Bilecik-Pamukova-Adapazarı ana yolu da oldukça kalabalık görünüyor.
Acaba akşam namazını burada mı kılsak ?..Hava da yağmurlu ama...Adapazarı'na da şurada ne kaldı ki...Aaa..bakın bu Ali Fuat Paşa Köprüsü. Bayaa uzun bir köprüymüş... Bakın şu da sakarya nehri... Üstad Sakarya türküsünü burada yazmış...derken biz Geyve'yi geçip Adapazarına doğru çoktan yolu tutmuşuz bile.
Geyve boğazı ince dar bir geçit. Yüksek dağlar arasından sakarya nehri ile birlikte kıvrılıp gidiyor.33 Km.lik bir mesafede Sakarya’ya bağlanıyor.
Anlaşılıyor ki Geyve ilçesi yer yer çok dik meyilli
sırtlardan ibaretmiş. İlçe merkezinin nüfusu da fazla değil, 3500-4000 civarında. İlçenin ismi Rumca "Gekve" kelimesine dayanıyormuş. Halk dilinde Geyve'ye dönüşmüş.
Geyve
1312’de Osman Gazi zamanında fetih edilmiş. 1338 den beri kaza (ilçe). Programımıza göre Akşam namazını kılmayı düşündüğümüz Elvan
Bey İmaret Camii tarihi bir Osmanlı yapısı. İmaret olarak 1450 yılında inşa edilmiş.
Mevlana
Celaleddin Rumi'nin oğlu Sultan Veled'in kızı Mutahhara Hatun'dan doğan
Germiyan beyi Süleyman Şah'ın kızı Devlet Hatun'u Yıldırım Bayazıt'a gelin
getiren atı yedekleyen çeşnigirbaşı (aşçı başı) Paşacık Ağa'nın oğlu olan
Elvanbey tarafından yaptırılmış. Yapının bahçesinde imaretin banisi Elvan
Bey'in mezarı bulunuyormuş.
Geyve Milli Mücadelenin
önemli merkezlerinden biri olmuş. Yunan işgal ve hücumları karşısında “Geyve ve Havalisi
Grup Komutanlığı” adı ile milis teşkilatı kurulmuş. İstiklal
harbi komutanlarından Ali Fuat Cebesoy Paşa şimdi kendi adı ile anılan
kasabada karargâh kurarak milli mücadelede mühim
vazifeler ifa etmiş. Bunun neticesinde Geyve işgal görmemiş, düşman buraya yaklaşamamış.

Adapazarı'na yaklaştığımızda yine kar yağmaya başlıyor. Sonra şehir içinde tekrar yağmura dönüşüyor. Gözü yaşlı Adapazarı bizi bildiğimiz, tanıdığımız her zamanki haliyle karşılıyor. Şaşırmıyoruz. Saat 17.40
Daha Ferizli'ye 20 km. var. Oğlumda yorulma emareleri görüyorum. 10 saatten fazladır direksiyonda. Eşim gözünü bile kırmadan yola bakıyor. Ben bu maceralı ama renkli yolculuğu sağ salim bitirmemize hamd ediyorum. Bir kere daha anlıyorum ki "çok yaşayan değil çok gezen bilirmiş."
15-20 dakika içinde torunlarımızla birlikte olacağız.
..............
Çok şükür geldik. Şimdi dönüp, geride kalan iz nasıldı ? diye soruyorum kendi kendime. O renkli, heyecanlı, yer yer sürprizli 250 km lik bir koridordu. Zaman tüneli gibiydi adeta. Osmanlı akınlarının güzergahı, Bağdat'ın eski yolu, Evliya Çelebi'nin Seyahatname rotası, Roma yolunun geçtiği topraklar, Kral yolu, İpek Yolu, Horasan erlerinin kök salıp ışıldadığı coğrafya, dervişler, alimler, zahidler yurduydu. Mekanı, konakları, evleri, camileri, hanları, hamamları ve türbeleriyle arkasında çil çil hayrat eserleri bırakan ecdat kasabaları yatağıydı...
Yeniden, bir kez daha, sonra bir daha.. defalarca gidilip görülmesi gereken bir kültür koridoruydu. Burcu burcu Anadolu kokan, buram buram tarih kokan, henüz bozulmamış, bir eski yoldu. Kadim bir medeniyeti günümüzde bile hala yaşatıyordu.
Ayaş, Beypazarı, Nallıhan, Göynük, Taraklı, Geyve, Sapanca hattı, derin bir inanç, kültür ve tarih müzesiydi. Hem de hala canlı, yaşayan bir müze...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder