Ankara'yı didiklemek (6)
Konu iktidar ve güç
olduğunda sömürü kavramının gündeme
gelmemesi mümkün değil. Nitekim 'Bizi Batı değil,
başımızdakiler sömürüyor !' hükmü tam da bu noktada geliyor. Ancak, bu başlık oldukça ürkütücü. Adeta ezber bozan bir çıkış.
Konu Türkiye'nin
etrafındaki kaos, kargaşa ve yıkım. Gazeteci soruyor: "Sömürgeci Batı’nın bugün bölgemizdeki kargaşayı körüklediğine
katılıyor musunuz?" Normalde bildiğimiz, bu ülkedeki hemen hemen herkesin hemfikir olduğu
şey bu. Cevabın kestirmeden "Evet" olması beklenirken…
"Hayır !", genç yazarımızın cevabı tam tersi istikamette
oluyor: "Hayır. Batı, Afrika’yı sömürdü,
Hindistan’ı sömürdü, doğru. Fakat Türkiye’de devlet kendi öz evlatlarını,
vatandaşlarını sömürdü. Biz emeği, zamanı, istikbali çalınan bir halkız. Üstüne bir de duygularımız, inançlarımız,
umutlarımız sömürülüyor."
Bu sözler son derece çarpıcı olmakla birlikte tarihi açıdan, ekonomik, siyasal ve kültürel açıdan ele alınıp
değerlendirilmesi gereken iddialar. Fakat, konumuz o değil. Aslında soru kendi içinde basit ve aydınlatıcıydı; "Sömürgeci Batı ve onun
bölgemizdeki olumsuz etkileri." Buna rağmen meselenin
nasıl olup ta yine kendimize döndüğünü anlamaya çalışıyorum.
Bu dil bir muhalefet söylemi olmasına rağmen, söyledikleri tamamen yanlış sayılmaz. Gerçi "sefalet" edebiyatına tam olarak katıldığımı söyleyemem, ama asgari ücretin bu ülkede hala bir sorun olduğunu kabul ederim.
Rakamlara bakılırsa nüfusumuzun
nerdeyse üçte ikisi açlık sınırı altında yaşıyormuş. Gerçek böyle mi acaba ? Hayatın içine
girdiğinizde bizim halkımız için
bu rakamlar gerçekten bir açlık ve sefalet göstergesi midir ? İşte o biraz göreceli. Bakana göre, doyma
anlayışına göre değişir diye düşünüyorum.
Büyük şehirlerde de görülebilir ama, küçük il ve kasabalarda hatta köylerde asgari ücretle çalışan insanların bile evleri, arabaları var.
Peki bu nasıl oluyor ? Benim yaşlı annem 700 liralık bağkur maaşıyla geçiniyor. Yalnız ama kimseye muhtaç değil, devletin muhtelif yardım tekliflerini
kabul etmiyor, üstelik torunlarına
para bile biriktiriyor. Hala kışlık tarhanasını, turşusunu, konservesini kendi
yapar.
Demek ki benim insanımı ayakta tutan yalnızca maaş ya da rakamlar değil
? Birkaç dönüm tarlasından gelen
destek, bahçesinde yetiştirdiği
sebze meyve, beslediği evcil hayvanlar ve akraba dayanışmasını nereye koyacağız
?
En önemlisi bu ülkenin sahip olduğu "iyilik"
zenginliğini unutmayalım. Hükümetin yaptığı sosyal yardımları, belediyelerin
dağıttığı kömür vb. şeyler de çok önemli ama, bunlar
sadece ramazan ayı ve kurban bayramında gerçekleşen zekat, fitre ve infak hareketleri yanında hiç kalır.
Sadece kurban etinin komşular, muhtaç insanlar ve yakın akraba arasında paylaşılması bile başlı başına
toplumumuzda kardeşlik, yardımlaşma ve dayanışma ruhunu canlı tutan, sosyal
adaletin gerçekleşmesine katkı
sağlayan önemli bir ibadet. Bütün bunların yanında kanaat, şükür, israf etmeme ve
iktisatlı hareket etme gibi bize has özelliklerimiz de var.
Konu sömürgeci Batı’dan
açılmıştı nerelere geldi. Genç
yazarımızla mülakat yapan gazeteci
de bunun farkında, bütün bu olup bitenlerde "Batı’nın hiç mi dahli yok?." diye soruyor. Maddi ve
manevi sefaletimizde, geri kalmışlığımızda, sıkıntılarımızda, başımızın bir türlü beladan kurtulamayışında kabahatli kim ? Biz miyiz yani bütün bunların müsebbibi,
batının hiç mi dahli yok üzerimizde, bölgemizde ?
Genç yazarımızın da geri adım
atmaya niyeti yok. Ona göre
"Sen kendi çocuğunu öldüresiye dövüp sokağa
atarsan, yoldan geçen Batılı’nın da o çocuğu tekmelemesi veya sana karşı
kullanması, senin suçunu ortadan kaldırmaz." Yani, iş
sende başlıyor, kavgayı sen başlatıyorsun, batı da bunu kullanıyor diyor.
Verdiği örnek de enteresan; "çocuk ve şiddet."
"Sen" kelimesiyle kasdettiği anlam da muhtemelen tüm islam coğrafyası oluyor. Yani, Filistin'de,
Mısır'da, Afganistan'da, Miyanmar'da, Çeçenistan'da, Bosna'da,
Irak'ta, Suriye'de tekmelenen çocuklar.
Bombalanan, zehirlenen, yakılan çocuklar,
gençler. Hepsi bizim suçumuz ! Tabi bu ülkede birbirine kırdırılan, terörist olup insan öldüren gençler de…

"Siyasi sorumluluk diye de bir
şey var. İktidar, hiçbir konuda sorumluluk üstlenmiyor. 'Paralel yapı, dış güçler, faiz lobisi, iç düşmanlar, bizi çekemeyenler…'gibi
ifadeler kullanıyor. İyi de sen ne iş yapıyorsun? Neden iktidardasın? Niye
hiçbir sorumluluk kabul etmeden sadece saltanat sürüyorsun?"
Gördünüz mü ? İşte, sonuç: "bu iktidar suçlu !" Çocuktan örnek verdi ya, yargısını ona dayandırıyor:
"Bak, çocuğun doğar, onu kucağına aldığın anda
senin için tüm dünyanın anlamı değişir. Ömür boyu o çocuğu koruyacak,
seveceksin artık. Onun başına bir iş gelince, kendini sorumlu hissedersin…"
Çocuk, anne-baba ve sorumluluk. Bundan daha
tabii ne olabilir ki ? İktidar olmayı çocuk sahibi olmaya benzetiyor genç yazarımız. Kulağa hoş geliyor, duygusal bir çağrışım. Gerçi devlete, hükümete baba deme dönemi
artık gerilerde kaldı ama, siyasi sorumluluk açısından verilen örnek çok da yanlış sayılmaz.
"Sefalet içindeki bu yoksul
halktan 270 kalem vergi alıyorsun ve sen 700 bin liralık saat takıyorsun !" Bu
sözler kurşun gibi ağır, yenilir
yutulur cinsten değil, ama bir yandan da oldukça şiirsel. Abartılı, sloganvari. Ancak genel ve özel doğruları da var, içindeki abartıları göz ardı ettiren. "Dur bakalım, gelir vergisi, kurumlar vergisi, özel tüketim vergisi vs. de mi bu yoksul (!) halktan alınıyor"
diyemiyorsun. Değil mi ki bir yanda sefalet öbür yanda 700 bin liralık saat var, gerisi
teferruat.
İma edilen rüşvet, zimmet,
yolsuzluk suçlamasına
katılmıyorum. Kabahatli adam özrünü göstere göstere bileğinde taşımaz. Ama bu benim durumdan rahatsız olmamı
engellemiyor. Hatta ben daha radikal sayılabilirim bu konularda. Bana göre varlıklı bile olsa takıp takıştırmak, kibir
ve gösteriş o kadar da masum
şeyler sayılmaz.
Değil 46 milyon 500 bin kişi, bir kişi bile sefalet içinde
olsa, bu ülkede bir zenginin 700 bin liralık saat takması büyük ayıptır. Şayet bir inancı varsa günah olduğunu da bilir. Bu kişi hele de bir idareci ise bu daha büyük bir vebal demektir.
'Alma mazlumun ahını çıkar aheste aheste' denilmiş. Çıkar elbet, ama inanıyoruz ki, kul hakkı diye de bir şey var. Rabbimiz
"Bana Kul hakkıyla gelmeyin" diyor. O halde bu zat ve onun gibiler dünyada bir şekilde paçayı kurtarsa bile öte
yanda ne yapacaklar acaba ? Bu işin bir de ahiret tarafı, adli ilahi yanı var.
Orada ne zenginlik, ne şöhret ne
de mevki ve makam sökmeyecek.
Adalet terazisi şaşmayacak, kimin hakkı varsa da alınıp verilecek.
Bir an için şöyle düşünelim:
'Siyasi sorumluluk gereği iktidar, her konuda sorumluluk üstlenmeli', öyle mi ? Mesela şöyle demeli: 'Paralel yapı, dış güçler, faiz lobisi, iç düşmanlar, bizi çekemeyenler…var ama asıl suçlu benim. Özür dilerim, bütün bunların kabahatlisi benim. Çünkü iktidarım, hiçbir iş yapmadan saltanat sürüyorum. Afedersiniz !..'

O zaman demezler mi adama "İyi de sen ne
yapıyorsun? Ne biçim babasın böyle ? Derhal
istifa et ! Hatta seni hapse tıkmalı. Sürüm sürüm süründürmeli." Niye güldünüz ? Ben sadece verilen baba ve çocuk örneğinden yola çıktım.
Ama gazeteci pek bu örnekten
memnun değil gibi. Sürekli konuyu
iktidara getirip dayatıyor: "Siyasi sorumluluktan kaçış neye mal oluyor?" Genç yazarımızda bir maden bulmuş, belli. Kazdıkça kazandırıyor: "Sadece Soma’da 301 işçi öldü! Ermenek’te ölen 18 madenciden birinin eşi “1 lira için kapı
kapı gezdim” diyordu! Muktedirler bundan utandı mı? Hayır. Gene yetimi itip
kaktı, gene yoksulu tekmeledi!"
Genç yazarımız hem savcı,
hem hakim; bir çırpıda iktidarı
Soma'daki elim maden kazasının sorumlusu ilan ediveriyor. Yetmiyor 'Muktedirler' diyerek hedef büyütüyor ve 'utanmamakla, yetimi itip kakmakla,
yoksulu tekmelemekle' suçluyor.
Herşey gözümüzün önünde oldu. Günlerce hükümetin orada nasıl çırpındığını
gördük. Sonrasında da gerek insani, gerek sosyal anlamda ve yasal
kapsamda lazım gelenleri yaptığını biliyoruz. Utanacak ne yaptı ki, hele de yetimi itip kakmak,
yoksulu tekmelemek ! Bunlar hızını alamamış son derece kastı aşan sözler.
Aynı ülkede yaşıyoruz. Bu memlekette, böylesine bir acı varken, öyle
şey olabilir mi hiç ? Hangi
zalimlerden bahsediyorsunuz siz ?
Şimdi eğri oturup doğru konuşalım. İktidara muhalif olabilirsiniz.
İktidarın işleyişinden, uygulamalarından rahatsızlık duyabilirsiniz. Bunu
eleştirmek de en tabii hakkınızdır. Ancak, iki şeyi birbiriyle karıştırmamak
lazım. İktidar bir mekanizmadır, insan ya da bir şahsiyet değildir. Onun haklı
ya da haksız uygulamaları bir sürü insanın etkisiyle oluşmaktadır.
Örneğin, fizikteki F1 ve F2 kuvvetleri gibi hak
ve haksızlık iki farklı yöne doğru
çeker. Ancak, sonuç ne F1 kuvvetine ne de F2 kuvveti yönündedir. Sonuç, bileşke istikametine yansır.
Toplumun, kurumların, iktidar ve devletin de uygulamalarına böyle bakmak lazım. Suçlanacaksa da bileşke üzerine
odaklanmak, belki biraz da bileşkeye etki eden anonim kuvvetlere atıfta
bulunmak adil bir muhalefet olur. Ancak, genel bileşke üzerinden salt bir lideri, birkaç bakanı ya da toptan siyaseti suçlamak yanlış
olabilir.
Özellikle de ahlak konusunda bir eleştiri
yapılacaksa. Böyle hallerde
muhalefetin doğrudan o kişiye yönelmesi,
somut suçlamalar yapılması ve her
şeye rağmen mesnetsiz, hakaret içeren
bir dil kullanılmaması gerekir. İktidar, muhalefet, partiler yaptıklarının ve söylemlerinin demokrasi içindeki karşılığını sandıkta bulurlar. Ancak,
kişilerin haklılığı ya da suçu
hukuk içinde anlaşılır. Beğenseniz
de beğenmeseniz de.
Mahkeme-i kübra mı dediniz ? Ha ! işte o
başka bir meseledir. İnananlar için
orada adalet asla şaşmaz. Zerre kadar bir iyiliğin ya da ustaca gizlenen her kötülüğün karşılığı görülecektir. İnanmayan
kendini istediği kadar 'resmen' haklı çıkarsın, sonuçta rezil-i rüsva olacak, cezasını bulacak olan kendisidir.
Pişman olmak, tevbe etmek, helaleşmek dünyevi bir hal. Zira orada iş işten geçmiş olacak. Son pişmanlığın ya da yalvarıp yakarmanın orada hiç bir yararı olmayacak.
O halde görelim kim ne yapıyormuş, ya da yapmıyormuş.
Halep buradaysa arşın da orada.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder