İşini sevmek
“Sevdiğin bir işi
meslek edinirsen, hayatında bir gün dahi çalışmış olmazsın” demiş Konfüçyus.
Bir işte çalışmak; sonuç elde etmek, bir şey ortaya koymak, bir değer yaratmak
için güç ve emek harcamak olarak tanımlanıyor.
İnsanın belli bir işte sürekli çalışması
ise, en başta onu öğrenmek için belli bir eğitim ve/veya iş tecrübesi gerektiriyor. Ancak, bir meslek edinen kişi, hayatını kazanmanın yanı sıra manevi doyum ihtiyacını da gidermiş oluyor.
İnsan yaşamında, özellikle
de genç yaşlarda en önemli kararlardan birisidir meslek seçimi. İşimizdir ilk
akla gelen, bir meslek, uzmanlık, hedefler, başarı
ödülleri ve iyi bir yaşam standardıdır ardı sıra eklenen. Acemice başlanan, çıraklıktan kalfalığa çıkılan ve
ustalığa erişilen bir merdivendir iş.
Herhangi bir iş mi?
Hayır!.. Geleceğimizle ilgili düşünürken, konuşurken veya planlarken yaşamımızın
bütününü oluşturan üç temel alanı, yani iş, özel ve sosyal yaşamımızı da dikkate
alırız. Ancak dikkat edilecek olursa hepsinin de merkezinde “işimiz” vardır.
İşimiz kariyerimizdir, özel hayatımızla ilgili hayallerimizin kaynağıdır. Dahası bir işimiz varsa sosyal hayatta da yerimiz
var demektir.
Hayat bizi oradan
oraya sürüklemişse, işimizi biz değil şartlar ve olaylar belirlemişse yazık! Öyle işten ne kişiye ne de çalıştığı yere hayır gelir. Doğrusu; kişilik
özelliklerimizden, amaç ve ideallerimizden, yaşam değerlerimizden yola çıkarak mesleğimizi
belirleyebilmektir. O halde hangi işe uygun olduğumuzu belirleyebilmek öncelikle
kendimizi tanımaya da bağlı, öyle değil mi ?
Kişi kendini tanımak
için bazı sorular sormalı mesela. Ben neler yapabilirim ? Yani, herhangi bir yeteneğim
var mı ? Karakterim nasıl ? Yani, kişilik özelliklerimi biliyor muyum ? Neyi yapmaktan
hoşlanırım, neden hoşlanmam ? Yani, ilgi alanlarım neler ? Hayatta ne yapmak istiyorum ? Bu
konuda ilgi duyduğum meslekler hangileri ? İşimden yaşamımdan neler bekliyorum
acaba ? Özellikle belli iş ve yaşam değerlerim oluştu mu ? Peki, nerede olmak
istiyorum ? Yani, çalışma şartları ve kariyer hakkında düşündüm mü hiç ?..
Şartlar uygunsa bu ve benzeri sorular meslek seçimine oldukça yardımcı olacaktır. En uygun meslek ve işi
seçmek elimizde olmasa bile emin olun böyle konular üzerinde kafa yormak hayatın başka
alanlarında da işe yarar.
Yaşamımızın büyük
bölümünü dolduran meslek; ilgi ve yeteneklerimize uygun değilse, işimizi
sevmiyorsak, bu sadece çalışma hayatındaki başarımızı değil yaşamımızın bütününü
olumsuz etkileyecektir. Böyle ortamlar mutluluk duygularımızı aşındıracak, stres içinde kalacak ve yaşamdan
keyif almamız kısıtlanacak demektir.
Zaten yaşadığımız dünyada,
stressiz ve huzur içinde bir çalışma ortamı bulabilmek altın değerinde.
Zamanımızda herkesin özlemi bu. Zira, 20.
yüzyıl insanlara büyük bir hareketlilik ve hız kazandırdı. İnsanlar sürekli bir
yarış ve değişim içinde olmaya zorlandılar. Kişiler, şirketler, toplumlar ve
ülkeler alabildiğine birbirleriyle yarışır oldu. Böylesi bir ortamda mutlak başarı
ve önce üretim anlayışı çalışma hayatına egemen kılındı.
Doğal olarak bu anlayış
bereberinde heyecan, gerilim, çatışma, çekişme ve diğer stres verici unsurları
getirdi. Bu sebeple günümüzde, ister Kamu Yönetiminde isterse de özel sektörde olsun,
işçisinden memuruna, amirinden patronuna kadar birçok kişide stres sorunu çok yaygın.
Stres, “estrictia”
adlı bir latince sözcükten geliyormuş. Önceleri, “adversity” karşılığı olarak
felaket, bela, musibet gibi anlamlara yada “affliction” dert keder sıkıntı gibi
anlamlarda kullanılmış. Ancak, 19.yüzyıldan itibaren, stres kavramına yüklenen anlam da değişmiş.
Çağımızda karşımıza çıkan yarışma toplumu artık bizatihi bu stresin de nedeni durumunda.
Herhangi birine sorsanız, stres için “ruhi dengenin bozulması, sıkıntı ve gerginlik
içinde olmak, mutlu olamamak” gibi cevaplar alırsınız. Bilim adamları ise
stresi; organizmanın stres verici etkenlere gösterdiği fizyolojik yada
psikolojik tepki olarak tanımlıyorlar. Bu nedenle stres’in temelde psikolojik bir olgu
olduğu noktasında bilim adamları arasında görüş birliği var.
Tabi
ki yönetimden kaynaklanan stres nedenleri var. Örneğin; adaletsiz başarı
değerlendirmeleri, ücret eşitsizlikleri, denetlenme korkusu, örgütsel
kuralların katılığı, iş gruplarını değiştirme imkanların azlığı, çelişkili
uygulama ve yöntemler, sık sık yer değiştirmeler, merkeziyetçilik, kararlardan
dışlanma, yükselme imkanlarının azlığı ve konulan engeller, aşırı formaliteler,
kalabalık çalışma koşulları, aşırı gürültü, hava kirliği, iş kazaları, yetersiz
aydınlatma, yetersiz iletişim gibi etkenler… Bunların hepsi de yönetsel açıdan
birer stres nedeni.
Hayat,
çalışma ortamları bir bakıma tiyatro sahnesine benzer. Oyuncular da itibar
gördüklerine inandıkları rollerini hayatın diğer katmanlarına yaymak
isteyebilirler.
Bu durumda, günlük yaşamın belli bir kesitinde önemli ve
öncelikli olduğuna inanmış kişiler, o rollerini hayatın diğer kesimlerine
taşımak istedikçe bulundukları ortamda ayrıca stres ve sorun kaynağı olurlar.
Ayrıca, özellikle
devlet kurumlarında çalışanlar, işlerinde uzmanlaştıkça, kıdemi arttıkça
yönetim kadrolarına atanmak için önüne geçilmez bir hırs içine girerler. Bu tür
ihtiraslı bireylerin torpil gibi çarpık ilişkilere teşne olması şaşırtıcı
değildir.
Bu
yüzden kurumsal yapılarda her düzeydeki personele bir yandan iş ve işlem
yükümlülükleri öğretilirken, diğer yandan da kişisel gelişim programları
verilmelidir. Bu çabalar stresle mücadele için faydalı olabilir. Ayrıca, torpil dahil pek çok iş yeri hastalığının talep, beklenti
ve kabullerinin bireylerin ahlaki gelişim düzeyleri ile de yakın ilişkisi bulunduğu
kabul edildiğinden söz konusu programların iş hayatına çok yönlü pozitif etkisi olacaktır.
Bu noktada “Kurum” ve
“kurumsallaşma” kavramlarının birbirinden farklı anlamlara geldiğini not
etmemiz gerekiyor. Kurum, genellikle devletle ilişkisi olan bir yapıyı ifade
ettiği halde, kurumsallaşma; varlığı veya işleyişi belli kişilerin varlığına
yahut etkinliğine bağlı olmaksızın temel işlev ve fonksiyonlarını sürekli aynı
canlılık ve süreklilik çerisinde yerine getiren, problemlere sağlıklı çözüm
yolları üreten organizasyonları ifade ediyor.
Kurumsal yapılarda
görev tanımları, süreçler, risk alanları, kontrol işlevleri,
liyakat, kariyer ve terfi sistemleri sıkı şekilde düzenlenmiş olması beklenir.
Kişiler değiştikçe kurumsal uygulamalar değişmez. Uygulama değişikliği ancak kurumsal
vizyonun veya misyonun değişmesine bağlıdır.
Öte yandan görevliler de işlerini icra ederken her türlü korku, endişe, üstleri tarafından beğenilme, kolay
terfi etme gibi saplantılardan arınmıştır. Kurumsallaşma yoluyla “ben ne dersen
o olur” veya “ben hepinizden iyi bilirim” gibi baskıcı monologlar yerine, ortak
doğruları bulmaya yönelik diyalog ortamları gelişmiştir.
Devlet
kurumlarından söz açılmışken “Memurlaşma” hastalığından da söz etmemek olmaz.
Bu halin geçmişi devletin ortaya çıktığı eski çağlara kadar uzanıyor. Örneğin,
Peygamberimizin (s.a.v) arkadaşlarında Ebû Zer (ra): “Ey Allah’ın Resûlü!” diyor,
“Beni memur tayin etmez misiniz ?”
Resûlullah
(sav) mübarek elini onun omuzuna vuruyor ve: “Ey Ebû Zer, ben seni zayıf
görüyorum. Ben kendim için istediğimi senin için de isterim. Sakın iki kişi
üzerine âmir olma, yetim malına da velilik yapma. Memurluk bir emanettir.
Hakkını vermediğin takdirde kıyamet günü perişanlık ve pişmanlıktır. Ancak kim
onu hak ederek alır ve onun sebebiyle üzerine düşen vazifeleri eksiksiz edâ
ederse o günün perişanlığından kurtulur” buyuruyorlar.
Bu
söz ne kadar doğru, ne kadar haklıdır. Adeta çağlar öncesinden günümüze ve
geleceğe ışık tutuyor. Buradaki zayıf olma hali bedensel zayıflık değil
elbette. Liyakat ve kariyerde yetersizlik anlamında, ehil olmamak manasına kullanılmış. Ama, memuriyeti
ehliyeti sebebiyle hak ederek alan ve üzerine düşen vazifeleri eksiksiz yapan
kişinin de hesap gününde kurtulacağı müjdelenmiş.
Kuşkusuz,
günümüzde ehliyetin göstergesi öncelikle diplomalar. Ancak, çalışma yeterliliği
ve iyi, adil bir yöneticilik için hangi diploma yeterli olabilir ki ?
Nitekim,
okullarımızdan mezun olan gençlerin çoğunun kendilerini yenileyecek lisan
bilgisi ve donanıma sahip olmadıklarını biliyoruz. Bırakalım yenilenmeyi, mevcut
işi öğrenmek için bile hatırı sayılır bir deneyim ve hizmet içi eğitime
ihtiyaçları var. Tabi bu süreçler, rekabetçi bir piyasada en son gelişmelerden
haberdar olan, işini önemseyen, çalışmayı sevenler için geçerli.
Mesleğini
kendi geçimini temin edecek bir memuriyete “kapağı atmak” olarak görenlerden bu
tür bir azim ve çaba beklemek beyhude olur. Kamu kurumlarımızın o çok
söz edilen "şişkin" kadrolarını da maalesef bu tür insanlar teşkil ediyor.
Nedense,
kamuda çalışmaya başlayan gençler hemen "memurlaşıveriyor"lar.
Hele hele işlerinin uzmanı olmak, kariyer yapmak ya da bir gün özel sektörde çalışmak
gibi bir idealleri yoksa kendilerini kısa sürede salıveriyorlar.
Artık
onlar da diğer birçok memur gibi, her sabah en az bir saat süren gazete okuma
seanslarını takip eden uzun sigara-çay molalarıyla, başına ve sonuna eklenmiş
yarımşar saatle iyice sündürülmüş öğlen tatillerindeki gezmelerle ve bir türlü
ilerlemek bilmeyen saat yelkovanının seyredildiği ikindi saatlerinde sıkıntıyı
dağıtmak için yapılan kurum dedikodularıyla günlerini geçirir hale geliyorlar.
Arada
bir tür idealizm ile "bir şeyler yapmaya" çırpınan bir kaç kişi
varsa, diğerlerinin yapmadıkları işler de onların sırtına yükleniyor. Sonrası
bol şikâyet, mızmızlanma, başka hangi kurumlara geçilebileceğinin ve geçildiğinde
maaşta kaç liralık artış olacağının hesabı ile geçer hale geliyor.
Acı
gerçekle yüzleşmemiz gerek: Bu nitelikteki bir insan kaynağı ile bırakın
kaliteli, verimli projelerin gerçekleştirilmesini, mevcut projelerin sağlıklı
bir şekilde yürütülmesini bile beklemek mümkün değil.
Çalıştığım kurumlarda ekibimdeki insanlara şöyle derdim: "Birlikte çalışacağız, hem de çok çalışacağız. Sizin aklınıza, bilginize, deneyiminize ve yeteneklerinize elbette ihtiyacım var. Emeğinizi ve zamanınızı da istiyorum. Ama en çok da yüreğinizi istiyorum. Çünkü o olmadan işimizin lezzeti, tadı, bereketi olmaz. Siz olmadan da biz olamayız. Sadece başarmak değil kazanmalıyız da. Çünkü kazanmak, başarmaktan daha fazlasıdır."
Bugün geçmişe bakıp şunu görüyorum: sadece işini iyi yapan insanlar değil, işini yapan iyi insanları da es geçmemeli. İnsan olmadan, onun katkıları olmadan bir çorba bile pişmez. Tatsız tuzsuz çorbayı içebilir misiniz ? Kazanmak; içinde herkesin alın teri, aklı, yüreği olan, duayla hazırlanan, sevgiyle, aşkla pişmiş yemektir.
Sadece çalışanlar açısından bakmamak lazım, kişi
memurlaşmış bir yöneticiyse durum daha vahim olabiliyor. Zira, yönetici, bir
anlamda çalıştığı kurumun da lideri olmak durumunda. Hatta bir çok durumda lider olma
zorunluluğu da var diyebiliriz. Kurumun çalışanlarına rehberlik yapabilecek
donanımda, iş hakimiyeti evsafında yöneticilik, lider yöneticiliğin olmazsa
olmazlarından.
Çünkü,
devlet kurumları mevzuatla yönetilir. Zamanımızda da mevzuat çok sık değişiyor. O nedenle sadece kendi kurumunun değil, dolaylı yoldan kurumu etkileyen başka kurum mevzuatının
da takip edilmesi kaçınılmaz olmakta.
Bu
arada iletişim dilinin yazılı olduğunu da unutmamak gerek. Sonuçta Lider yönetici,
kurumunu ilgilendiren tüm mevzuata hakim olmalı ve eskilerin deyimiyle eli
kalem tutabilmeli. Yöneticinin mesajları net, çalışanları tarafından
“bilge kişi” olarak nitelendirilebilecek bir donanıma sahip olmalı.
Günümüzde
her işin bilgisayarlar marifetiyle yapıldığı göz önüne alındığında Yeni Türkiye yöneticilerinin
aynı zamanda iyi bir bilgisayar okur yazarı olması adeta zorunlu. Personele yazı
yazdırmak, onların yazdığı yazıları düzeltmek, istediği raporları istediği
şekilde alabilmek bu konuda da bir ehliyet gerektiriyor.
Hazreti
Ebu Bekir (ra) dan nakledilen şöyle bir söz var: “Mal cimrilerde, silah
korkaklarda, yönetim zayıflarda olursa işler bozulur.” Kurumların yöneticisi
zayıf iradeli, her şeye “evet” diyen, hiç kimseyi üzmemeye odaklanmış “pamuk
dede” rolüne talip, işleri yöneten değil işin yönettiği, hitap ettiği kitle
karşısında ne dediği anlaşılmayan karakterde olursa o kurumda işler nasıl yürüyecektir
?
Kaldı
ki, yönetici özel yaşantısı ile de örnek olmalıdır. Çünkü yönetici kurumun dışa dönük çehresidir.
Kurumu tanımayanlar, yöneticiye göre değerlendirmelerde bulunurlar. Bu
itibarla, yöneticinin özel hayatı toplumun inanç algısına aykırı olmamalı,
söyledikleri ile yaptıkları uyum içinde olmalıdır.
Tek
başına hangi diploma Lider yöneticinin yönettiği kitle karşısında güçlü olmasını
sağlayabilir ki ? İş hakimiyeti, iletişim becerisi ve problemlere çözüm kapasitesi
sadece diploma ile ilgili bir konu değildir. Bir yöneticinin net, kararlı ve sonuç
odaklı olabilmesi için elbette bilgi, iş deneyimi ve yetenek de lazımdır. Böyle
olursa ancak Lider yönetici yönettiği kitlenin tamamı tarafından kabullenilebilir.
Ekip
kurmanın elinde olmadığı kurumlarda yöneticinin tüm çalışanlar tarafından
benimsenmesi, sevilmesi de gerekmiyor tabi. Ancak, böyle durumlarda yöneticinin
işinin daha da zor olduğunu kabul etmek gerek. Her şeye rağmen doğru işleri yaparak yoluna devam etmesi, engelleri
aşması ve yapılanlardan takdir beklememesi gerekiyor.
Çalışma
hayatında şu an “en değerli an” durumunda. Bu, bugün dünün yarınıydı, biraz özen gösterilirse yarının
da tarlası olacak anlamına geliyor. Bir şeyler yapmak için “hele bir yarın olsun da” derseniz
bugünü harcamış, israf etmiş, çöpe atmış olursunuz.
Öyleyse,
geleceğinizi yönetmek için adım atmanın tam sırası. Önce kendini keşfet, hayal
kur, hedef belirle, önceliklerini seç, karar ver ve harekete geç !..
Durma, gelişimini
sürdür, kontrol et, uyum sağla ve yola devam et !.. Sonuçları birlikte olduğun
insanlarla paylaş, kontrol et, dengeyi koru, hayal kur ve yine yürümeye devam...
Bu yolculuk böyle sürüp gidecek. Unutmayın
işinizi hayatınızda sizden uzak bir departmana koyamazsınız. O sizin
yaşamınızın ayrılmaz bir parçasıdır. O halde sevdiğiniz işi yapın, hiç değilse
işinizi sevin.
Değerli bir söz duymak ister misiniz ?
“Hayatımda
bir gün dahi çalışmadım. Hepsi keyiften ibaretti.” Thomas Edison
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder