5 Temmuz 2015 Pazar

236 05 Temmuz 2015 Pazar 19:35 İŞ DOKTORU .............................İşini sevmek

İşini sevmek

“Sevdiğin bir işi meslek edinirsen, hayatında bir gün dahi çalışmış olmazsın” demiş Konfüçyus. 

Bir işte çalışmak; sonuç elde etmek, bir şey ortaya koymak, bir değer yaratmak için güç ve emek harcamak olarak tanımlanıyor. 

İnsanın belli bir işte sürekli çalışması ise, en başta onu öğrenmek için belli bir eğitim ve/veya iş tecrübesi gerektiriyor. Ancak, bir meslek edinen kişi, hayatını kazanmanın yanı sıra manevi doyum ihtiyacını da gidermiş oluyor.

İnsan yaşamında, özellikle de genç yaşlarda en önemli kararlardan birisidir meslek seçimi. İşimizdir ilk akla gelen, bir meslek, uzmanlık, hedefler, başarı ödülleri ve iyi bir yaşam standardıdır ardı sıra eklenen. Acemice başlanan, çıraklıktan kalfalığa çıkılan ve ustalığa erişilen bir merdivendir iş.

Herhangi bir iş mi? Hayır!.. Geleceğimizle ilgili düşünürken, konuşurken veya planlarken yaşamımızın bütününü oluşturan üç temel alanı, yani iş, özel ve sosyal yaşamımızı da dikkate alırız. Ancak dikkat edilecek olursa hepsinin de merkezinde “işimiz” vardır. İşimiz kariyerimizdir, özel hayatımızla ilgili hayallerimizin kaynağıdır.  Dahası bir işimiz varsa sosyal hayatta da yerimiz var demektir.

Hayat bizi oradan oraya sürüklemişse, işimizi biz değil şartlar ve olaylar belirlemişse yazık! Öyle işten ne kişiye ne de çalıştığı yere hayır gelir. Doğrusu; kişilik özelliklerimizden, amaç ve ideallerimizden, yaşam değerlerimizden yola çıkarak mesleğimizi belirleyebilmektir. O halde hangi işe uygun olduğumuzu belirleyebilmek öncelikle kendimizi tanımaya da bağlı, öyle değil mi ?

Kişi kendini tanımak için bazı sorular sormalı mesela. Ben neler yapabilirim ? Yani, herhangi bir yeteneğim var mı ? Karakterim nasıl ? Yani, kişilik özelliklerimi biliyor muyum ? Neyi yapmaktan hoşlanırım, neden hoşlanmam ? Yani, ilgi alanlarım neler ? Hayatta ne yapmak istiyorum ? Bu konuda ilgi duyduğum meslekler hangileri ? İşimden yaşamımdan neler bekliyorum acaba ? Özellikle belli iş ve yaşam değerlerim oluştu mu ? Peki, nerede olmak istiyorum ? Yani, çalışma şartları ve kariyer hakkında düşündüm mü hiç ?..

Şartlar uygunsa bu ve benzeri sorular meslek seçimine oldukça yardımcı olacaktır. En uygun meslek ve işi seçmek elimizde olmasa bile emin olun böyle konular üzerinde kafa yormak hayatın başka alanlarında da işe yarar.

Yaşamımızın büyük bölümünü dolduran meslek; ilgi ve yeteneklerimize uygun değilse, işimizi sevmiyorsak, bu sadece çalışma hayatındaki başarımızı değil yaşamımızın bütününü olumsuz etkileyecektir. Böyle ortamlar mutluluk duygularımızı aşındıracak, stres içinde kalacak ve yaşamdan keyif almamız kısıtlanacak demektir.

Zaten yaşadığımız dünyada, stressiz ve huzur içinde bir çalışma ortamı bulabilmek altın değerinde. Zamanımızda herkesin özlemi bu.  Zira, 20. yüzyıl insanlara büyük bir hareketlilik ve hız kazandırdı. İnsanlar sürekli bir yarış ve değişim içinde olmaya zorlandılar. Kişiler, şirketler, toplumlar ve ülkeler alabildiğine birbirleriyle yarışır oldu. Böylesi bir ortamda mutlak başarı ve önce üretim anlayışı çalışma hayatına egemen kılındı.

Doğal olarak bu anlayış bereberinde heyecan, gerilim, çatışma, çekişme ve diğer stres verici unsurları getirdi. Bu sebeple günümüzde, ister Kamu Yönetiminde isterse de özel sektörde olsun, işçisinden memuruna, amirinden patronuna kadar birçok kişide stres sorunu çok yaygın.

Stres, “estrictia” adlı bir latince sözcükten geliyormuş. Önceleri, “adversity” karşılığı olarak felaket, bela, musibet gibi anlamlara yada “affliction” dert keder sıkıntı gibi anlamlarda kullanılmış. Ancak, 19.yüzyıldan itibaren, stres kavramına yüklenen anlam da değişmiş. Çağımızda karşımıza çıkan yarışma toplumu artık bizatihi bu stresin de nedeni durumunda.

Herhangi birine sorsanız, stres için “ruhi dengenin bozulması, sıkıntı ve gerginlik içinde olmak, mutlu olamamak” gibi cevaplar alırsınız. Bilim adamları ise stresi; organizmanın stres verici etkenlere gösterdiği fizyolojik yada psikolojik tepki olarak tanımlıyorlar. Bu nedenle stres’in temelde psikolojik bir olgu olduğu noktasında bilim adamları arasında görüş birliği var.

Tabi ki yönetimden kaynaklanan stres nedenleri var. Örneğin; adaletsiz başarı değerlendirmeleri, ücret eşitsizlikleri, denetlenme korkusu, örgütsel kuralların katılığı, iş gruplarını değiştirme imkanların azlığı, çelişkili uygulama ve yöntemler, sık sık yer değiştirmeler, merkeziyetçilik, kararlardan dışlanma, yükselme imkanlarının azlığı ve konulan engeller, aşırı formaliteler, kalabalık çalışma koşulları, aşırı gürültü, hava kirliği, iş kazaları, yetersiz aydınlatma, yetersiz iletişim gibi etkenler… Bunların hepsi de yönetsel açıdan birer stres nedeni. 

Hayat, çalışma ortamları bir bakıma tiyatro sahnesine benzer. Oyuncular da itibar gördüklerine inandıkları rollerini hayatın diğer katmanlarına yaymak isteyebilirler. 

Bu durumda, günlük yaşamın belli bir kesitinde önemli ve öncelikli olduğuna inanmış kişiler, o rollerini hayatın diğer kesimlerine taşımak istedikçe bulundukları ortamda ayrıca stres ve sorun kaynağı olurlar.

Ayrıca, özellikle devlet kurumlarında çalışanlar, işlerinde uzmanlaştıkça, kıdemi arttıkça yönetim kadrolarına atanmak için önüne geçilmez bir hırs içine girerler. Bu tür ihtiraslı bireylerin torpil gibi çarpık ilişkilere teşne olması şaşırtıcı değildir.

Bu yüzden kurumsal yapılarda her düzeydeki personele bir yandan iş ve işlem yükümlülükleri öğretilirken, diğer yandan da kişisel gelişim programları verilmelidir. Bu çabalar stresle mücadele için faydalı olabilir. Ayrıca, torpil dahil pek çok iş yeri hastalığının talep, beklenti ve kabullerinin bireylerin ahlaki gelişim düzeyleri ile de yakın ilişkisi bulunduğu kabul edildiğinden söz konusu programların iş hayatına çok yönlü pozitif etkisi olacaktır.

Bu noktada “Kurum” ve “kurumsallaşma” kavramlarının birbirinden farklı anlamlara geldiğini not etmemiz gerekiyor. Kurum, genellikle devletle ilişkisi olan bir yapıyı ifade ettiği halde, kurumsallaşma; varlığı veya işleyişi belli kişilerin varlığına yahut etkinliğine bağlı olmaksızın temel işlev ve fonksiyonlarını sürekli aynı canlılık ve süreklilik çerisinde yerine getiren, problemlere sağlıklı çözüm yolları üreten organizasyonları ifade ediyor.

Kurumsal yapılarda görev tanımları, süreçler, risk alanları, kontrol işlevleri, liyakat,  kariyer ve terfi sistemleri sıkı şekilde düzenlenmiş olması beklenir. Kişiler değiştikçe kurumsal uygulamalar değişmez. Uygulama değişikliği ancak kurumsal vizyonun veya misyonun değişmesine bağlıdır. 

Öte yandan görevliler de işlerini icra ederken her türlü korku, endişe, üstleri tarafından beğenilme, kolay terfi etme gibi saplantılardan arınmıştır. Kurumsallaşma yoluyla “ben ne dersen o olur” veya “ben hepinizden iyi bilirim” gibi baskıcı monologlar yerine, ortak doğruları bulmaya yönelik diyalog ortamları gelişmiştir. 

Devlet kurumlarından söz açılmışken “Memurlaşma” hastalığından da söz etmemek olmaz. Bu halin geçmişi devletin ortaya çıktığı eski çağlara kadar uzanıyor. Örneğin, Peygamberimizin (s.a.v) arkadaşlarında Ebû Zer (ra): “Ey Allah’ın Resûlü!” diyor, “Beni memur tayin etmez misiniz ?”

Resûlullah (sav) mübarek elini onun omuzuna vuruyor ve: “Ey Ebû Zer, ben seni zayıf görüyorum. Ben kendim için istediğimi senin için de isterim. Sakın iki kişi üzerine âmir olma, yetim malına da velilik yapma. Memurluk bir emanettir. Hakkını vermediğin takdirde kıyamet günü perişanlık ve pişmanlıktır. Ancak kim onu hak ederek alır ve onun sebebiyle üzerine düşen vazifeleri eksiksiz edâ ederse o günün perişanlığından kurtulur” buyuruyorlar.

Bu söz ne kadar doğru, ne kadar haklıdır. Adeta çağlar öncesinden günümüze ve geleceğe ışık tutuyor. Buradaki zayıf olma hali bedensel zayıflık değil elbette. Liyakat ve kariyerde yetersizlik anlamında, ehil olmamak manasına kullanılmış. Ama, memuriyeti ehliyeti sebebiyle hak ederek alan ve üzerine düşen vazifeleri eksiksiz yapan kişinin de hesap gününde kurtulacağı müjdelenmiş.

Kuşkusuz, günümüzde ehliyetin göstergesi öncelikle diplomalar. Ancak, çalışma yeterliliği ve iyi, adil bir yöneticilik için hangi diploma yeterli olabilir ki ?

Nitekim, okullarımızdan mezun olan gençlerin çoğunun kendilerini yenileyecek lisan bilgisi ve donanıma sahip olmadıklarını biliyoruz. Bırakalım yenilenmeyi, mevcut işi öğrenmek için bile hatırı sayılır bir deneyim ve hizmet içi eğitime ihtiyaçları var. Tabi bu süreçler, rekabetçi bir piyasada en son gelişmelerden haberdar olan, işini önemseyen, çalışmayı sevenler için geçerli.

Mesleğini kendi geçimini temin edecek bir memuriyete “kapağı atmak” olarak görenlerden bu tür bir azim ve çaba beklemek beyhude olur. Kamu kurumlarımızın o çok söz edilen "şişkin" kadrolarını da maalesef bu tür insanlar teşkil ediyor.

Nedense, kamuda çalışmaya başlayan gençler hemen "memurlaşıveriyor"lar. Hele hele işlerinin uzmanı olmak, kariyer yapmak ya da bir gün özel sektörde çalışmak gibi bir idealleri yoksa kendilerini kısa sürede salıveriyorlar.

Artık onlar da diğer birçok memur gibi, her sabah en az bir saat süren gazete okuma seanslarını takip eden uzun sigara-çay molalarıyla, başına ve sonuna eklenmiş yarımşar saatle iyice sündürülmüş öğlen tatillerindeki gezmelerle ve bir türlü ilerlemek bilmeyen saat yelkovanının seyredildiği ikindi saatlerinde sıkıntıyı dağıtmak için yapılan kurum dedikodularıyla günlerini geçirir hale geliyorlar.

Arada bir tür idealizm ile "bir şeyler yapmaya" çırpınan bir kaç kişi varsa, diğerlerinin yapmadıkları işler de onların sırtına yükleniyor. Sonrası bol şikâyet, mızmızlanma, başka hangi kurumlara geçilebileceğinin ve geçildiğinde maaşta kaç liralık artış olacağının hesabı ile geçer hale geliyor.

Acı gerçekle yüzleşmemiz gerek: Bu nitelikteki bir insan kaynağı ile bırakın kaliteli, verimli projelerin gerçekleştirilmesini, mevcut projelerin sağlıklı bir şekilde yürütülmesini bile beklemek mümkün değil.

Çalıştığım kurumlarda ekibimdeki insanlara şöyle derdim: "Birlikte çalışacağız, hem de çok çalışacağız. Sizin aklınıza, bilginize, deneyiminize ve yeteneklerinize elbette ihtiyacım var. Emeğinizi ve zamanınızı da istiyorum. Ama en çok da yüreğinizi istiyorum. Çünkü o olmadan işimizin lezzeti, tadı, bereketi olmaz. Siz olmadan da biz olamayız. Sadece başarmak değil kazanmalıyız da. Çünkü kazanmak, başarmaktan daha fazlasıdır." 

Bugün geçmişe bakıp şunu görüyorum: sadece işini iyi yapan insanlar değil, işini yapan iyi insanları da es geçmemeli. İnsan olmadan, onun katkıları olmadan bir çorba bile pişmez. Tatsız tuzsuz çorbayı içebilir misiniz ? Kazanmak; içinde herkesin alın teri, aklı, yüreği olan, duayla hazırlanan, sevgiyle, aşkla pişmiş yemektir.

Sadece çalışanlar açısından bakmamak lazım, kişi memurlaşmış bir yöneticiyse durum daha vahim olabiliyor. Zira, yönetici, bir anlamda çalıştığı kurumun da lideri olmak durumunda. Hatta bir çok durumda lider olma zorunluluğu da var diyebiliriz. Kurumun çalışanlarına rehberlik yapabilecek donanımda, iş hakimiyeti evsafında yöneticilik, lider yöneticiliğin olmazsa olmazlarından.

Çünkü, devlet kurumları mevzuatla yönetilir. Zamanımızda da mevzuat çok sık değişiyor. O nedenle sadece kendi kurumunun değil, dolaylı yoldan kurumu etkileyen başka kurum mevzuatının da takip edilmesi kaçınılmaz olmakta.

Bu arada iletişim dilinin yazılı olduğunu da unutmamak gerek. Sonuçta Lider yönetici, kurumunu ilgilendiren tüm mevzuata hakim olmalı ve eskilerin deyimiyle eli kalem tutabilmeli. Yöneticinin mesajları net, çalışanları tarafından “bilge kişi” olarak nitelendirilebilecek bir donanıma sahip olmalı.

Günümüzde her işin bilgisayarlar marifetiyle yapıldığı göz önüne alındığında Yeni Türkiye yöneticilerinin aynı zamanda iyi bir bilgisayar okur yazarı olması adeta zorunlu. Personele yazı yazdırmak, onların yazdığı yazıları düzeltmek, istediği raporları istediği şekilde alabilmek bu konuda da bir ehliyet gerektiriyor.

Hazreti Ebu Bekir (ra) dan nakledilen şöyle bir söz var: “Mal cimrilerde, silah korkaklarda, yönetim zayıflarda olursa işler bozulur.” Kurumların yöneticisi zayıf iradeli, her şeye “evet” diyen, hiç kimseyi üzmemeye odaklanmış “pamuk dede” rolüne talip, işleri yöneten değil işin yönettiği, hitap ettiği kitle karşısında ne dediği anlaşılmayan karakterde olursa o kurumda işler nasıl yürüyecektir ?

Kaldı ki, yönetici özel yaşantısı ile de örnek olmalıdır.  Çünkü yönetici kurumun dışa dönük çehresidir. Kurumu tanımayanlar, yöneticiye göre değerlendirmelerde bulunurlar. Bu itibarla, yöneticinin özel hayatı toplumun inanç algısına aykırı olmamalı, söyledikleri ile yaptıkları uyum içinde olmalıdır.

Tek başına hangi diploma Lider yöneticinin yönettiği kitle karşısında güçlü olmasını sağlayabilir ki ? İş hakimiyeti, iletişim becerisi ve problemlere çözüm kapasitesi sadece diploma ile ilgili bir konu değildir. Bir yöneticinin net, kararlı ve sonuç odaklı olabilmesi için elbette bilgi, iş deneyimi ve yetenek de lazımdır. Böyle olursa ancak Lider yönetici yönettiği kitlenin tamamı tarafından kabullenilebilir.

Ekip kurmanın elinde olmadığı kurumlarda yöneticinin tüm çalışanlar tarafından benimsenmesi, sevilmesi de gerekmiyor tabi. Ancak, böyle durumlarda yöneticinin işinin daha da zor olduğunu kabul etmek gerek. Her şeye rağmen doğru işleri yaparak yoluna devam etmesi, engelleri aşması ve yapılanlardan takdir beklememesi gerekiyor.

Çalışma hayatında şu an “en değerli an” durumunda. Bu, bugün dünün yarınıydı, biraz özen gösterilirse yarının da tarlası olacak anlamına geliyor. Bir şeyler yapmak için “hele bir yarın olsun da” derseniz bugünü harcamış, israf etmiş, çöpe atmış olursunuz.

Öyleyse, geleceğinizi yönetmek için adım atmanın tam sırası. Önce kendini keşfet, hayal kur, hedef belirle, önceliklerini seç, karar ver ve harekete geç !..

Durma, gelişimini sürdür, kontrol et, uyum sağla ve yola devam et !.. Sonuçları birlikte olduğun insanlarla paylaş, kontrol et, dengeyi koru, hayal kur ve yine yürümeye devam...

Bu yolculuk böyle sürüp gidecek. Unutmayın işinizi hayatınızda sizden uzak bir departmana koyamazsınız. O sizin yaşamınızın ayrılmaz bir parçasıdır. O halde sevdiğiniz işi yapın, hiç değilse işinizi sevin. 

Değerli bir söz duymak ister misiniz ?
“Hayatımda bir gün dahi çalışmadım. Hepsi keyiften ibaretti.” Thomas Edison


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder