Çok işimiz var çok !

Sol ideolojilere sahip gruplar ve gençler için bazı
günler önemlidir. 6 Kasım, 8 Mart, 21 Mart, 6 Mayıs gibi. Bu işlerin içinde
olanlar da o günlerde bir takım hareketlenmeler olacağını beklerler.
Çünkü, birileri her yıl aynı şeyleri olağan ritüeller halinde yeniden yeniden tekrar eder, eylem için bu fırsatları sıralı olarak değerlendirirler. Adeta bir enerji boşalması gibidir o günler.
Sonra yine hayat devam eder, bir sonraki güne kadar. Biz bütün gücümüzle yurttaki büyük değişim için çalışırken dalıp gitmişiz. Günler, haftalar bu hay huy içinde geçivermiş. "Bugün okulda yine olay olmuş !" haberini duyunca ancak o günün 6 Kasım olduğunu hatırlayabildik. 6 Kasım YÖK'ün kuruluş yıldönümüydü.
Yükseköğretim Kurumu, bundan 12 yıl önce 6 Kasım 1981’de kurulmuştu. Bazıları onu eğitim sistemimizin bütün çarpıklıklarının ana kaynağı olarak görüyordu. Aynı zamanda 12 Eylül darbesinin ürünlerinden biri olan YÖK, o gün mutlaka, başta harçlar olmak üzere üniversitelerin denetim altına alınması ve akademik özgürlüklerin kısıtlanma nedeni olarak protesto edilmeliydi. Bu eylemler her yıl üniversitelerde belli bir hareketlenmeye yol açar, doğal olarak etkisi bizim gibi kurumlara da yansırdı.
Aldığımız bilgiye göre Fen Edebiyat kantininde kavga çıkmış. Büyük ihtimalle bu protestolar ve gerginlik akşam yurda da taşınacaktı. Hemen gerekli tedbiri aldırdım. Gelmeleri için Jandarmaya haber verdim. Diğer grupları, kantindeki işletmeci ve görevlileri de uyardım.
Bu orta seviyede bir alarm durumuydu. Kantinde pankart açma, bildiri dağıtma, kitap sergisi, gruplaşma ve gerginlik normaldi. Bunun kaçınılmaz olduğunu biliyorduk. Önemli olan bu günün hasarsız, kavgasız atlatılmasıydı. Bu yüzden gereken tedbiri almakla birlikte, dikkatimiz daha ziyade diğer grupların olabilecek aşırı tepkileri üzerineydi. Adeta gelenekselleşmiş bu ritüellere saygı göstermek, en azından mesafeli durarak kaşıyıp kanatmamak gerekiyordu.
Bir taraftan da yurttaki rutubet sorunu, akan tuvaletler meselesi ve tekerlekli temizlik varilleri üzerinde çalışmaya devam ediyorduk. Yurt binaları bir tür prefabrik malzemeyle yapılmıştı ve gerek kuzey cephelerde, gerekse sulu zeminlerde rutubet çok belirgindi. Yazın yaptığımız bakım onarım boya sırasında mümkün olduğunca gidermeye çalışmıştık, fakat, yaptığımızın sadece sorunun üstünü kapatmak olduğu da açıktı. Üstelik akan tuvaletler bu sorunu daha da ağırlaştırıyor, mevcut öğrenci tepkisinin büyümesine yol açıyordu.
Konunun daha köklü ve kalıcı çözülebilmesinin bir yolu yok muydu acaba ? Gelen mühendisler keşiften, projeden, yatırım programına alınmaktan ve ihaleden söz ediyorlardı. Bütün bunlar yapılsa bile yurt açıkken, öğrenci varken, bir müteahhidin çalışması nasıl olacaktı ? İnşaat, tadilat, yenileme vs. suların kesilmesi, bazı bölümlerin kapatılması, gürültü, toz toprak bütün bunlar yurtta hayatın durdurulması anlamına gelecekti. Böyle bir şey ancak birkaç yıl, blok blok ve o bloklara baştan öğrenci almayarak belki yapılabilirdi. Bu da ihalenin bölünmesi anlamına geliyordu ki, sonuç yine olmaza çıkıyordu.
Bir öğrencinin fikrinden yola çıkarak yazın geliştirdiğimiz tekerlekli temizlik varilleri hemen hemen hazır gibiydi. Bir an önce kullanıma sokmak için sabırsızlanıyordum. Yine de ihtiyatlı olmak gerekiyordu. Acaba istediğimiz sonucu alabilecek miydik, görevliler bunu benimseyebilecek miydiler ? En önemlisi öğrenciler buna nasıl tepki vereceklerdi ? Ayrıca görevlilerin bu şekilde iş görmeleri için de eğitilmeleri gerekiyordu.
En iyisi bir blokta bir ay veya daha uygun bir süre deneme uygulaması yapmaktı. Bu sürede hem temizlik elemanlarını eğitebilir, hem de görevli memurlarımızı bu konuya ısındırabilirdik. Böyle de yaptık, pilot uygulama İdareye yakın E Blokta başlatıldı. Her hafta elemanları ve görevlileri değiştirerek, tümünün bu tür bir çalışmaya hazır olmalarını sağlamaya çalışıyordum. Hemen hemen de her gün bizzat gidip işi yerinde denetliyordum. Böylece, bu vesile ile E Bloktakilerle diyalog kurmuş, kontrol dışı kümelenmelerini de gözlemleme imkanım olmuştu.
Çünkü, birileri her yıl aynı şeyleri olağan ritüeller halinde yeniden yeniden tekrar eder, eylem için bu fırsatları sıralı olarak değerlendirirler. Adeta bir enerji boşalması gibidir o günler.
Sonra yine hayat devam eder, bir sonraki güne kadar. Biz bütün gücümüzle yurttaki büyük değişim için çalışırken dalıp gitmişiz. Günler, haftalar bu hay huy içinde geçivermiş. "Bugün okulda yine olay olmuş !" haberini duyunca ancak o günün 6 Kasım olduğunu hatırlayabildik. 6 Kasım YÖK'ün kuruluş yıldönümüydü.
Yükseköğretim Kurumu, bundan 12 yıl önce 6 Kasım 1981’de kurulmuştu. Bazıları onu eğitim sistemimizin bütün çarpıklıklarının ana kaynağı olarak görüyordu. Aynı zamanda 12 Eylül darbesinin ürünlerinden biri olan YÖK, o gün mutlaka, başta harçlar olmak üzere üniversitelerin denetim altına alınması ve akademik özgürlüklerin kısıtlanma nedeni olarak protesto edilmeliydi. Bu eylemler her yıl üniversitelerde belli bir hareketlenmeye yol açar, doğal olarak etkisi bizim gibi kurumlara da yansırdı.
Aldığımız bilgiye göre Fen Edebiyat kantininde kavga çıkmış. Büyük ihtimalle bu protestolar ve gerginlik akşam yurda da taşınacaktı. Hemen gerekli tedbiri aldırdım. Gelmeleri için Jandarmaya haber verdim. Diğer grupları, kantindeki işletmeci ve görevlileri de uyardım.
Bu orta seviyede bir alarm durumuydu. Kantinde pankart açma, bildiri dağıtma, kitap sergisi, gruplaşma ve gerginlik normaldi. Bunun kaçınılmaz olduğunu biliyorduk. Önemli olan bu günün hasarsız, kavgasız atlatılmasıydı. Bu yüzden gereken tedbiri almakla birlikte, dikkatimiz daha ziyade diğer grupların olabilecek aşırı tepkileri üzerineydi. Adeta gelenekselleşmiş bu ritüellere saygı göstermek, en azından mesafeli durarak kaşıyıp kanatmamak gerekiyordu.
Bir taraftan da yurttaki rutubet sorunu, akan tuvaletler meselesi ve tekerlekli temizlik varilleri üzerinde çalışmaya devam ediyorduk. Yurt binaları bir tür prefabrik malzemeyle yapılmıştı ve gerek kuzey cephelerde, gerekse sulu zeminlerde rutubet çok belirgindi. Yazın yaptığımız bakım onarım boya sırasında mümkün olduğunca gidermeye çalışmıştık, fakat, yaptığımızın sadece sorunun üstünü kapatmak olduğu da açıktı. Üstelik akan tuvaletler bu sorunu daha da ağırlaştırıyor, mevcut öğrenci tepkisinin büyümesine yol açıyordu.
Konunun daha köklü ve kalıcı çözülebilmesinin bir yolu yok muydu acaba ? Gelen mühendisler keşiften, projeden, yatırım programına alınmaktan ve ihaleden söz ediyorlardı. Bütün bunlar yapılsa bile yurt açıkken, öğrenci varken, bir müteahhidin çalışması nasıl olacaktı ? İnşaat, tadilat, yenileme vs. suların kesilmesi, bazı bölümlerin kapatılması, gürültü, toz toprak bütün bunlar yurtta hayatın durdurulması anlamına gelecekti. Böyle bir şey ancak birkaç yıl, blok blok ve o bloklara baştan öğrenci almayarak belki yapılabilirdi. Bu da ihalenin bölünmesi anlamına geliyordu ki, sonuç yine olmaza çıkıyordu.
Bir öğrencinin fikrinden yola çıkarak yazın geliştirdiğimiz tekerlekli temizlik varilleri hemen hemen hazır gibiydi. Bir an önce kullanıma sokmak için sabırsızlanıyordum. Yine de ihtiyatlı olmak gerekiyordu. Acaba istediğimiz sonucu alabilecek miydik, görevliler bunu benimseyebilecek miydiler ? En önemlisi öğrenciler buna nasıl tepki vereceklerdi ? Ayrıca görevlilerin bu şekilde iş görmeleri için de eğitilmeleri gerekiyordu.
En iyisi bir blokta bir ay veya daha uygun bir süre deneme uygulaması yapmaktı. Bu sürede hem temizlik elemanlarını eğitebilir, hem de görevli memurlarımızı bu konuya ısındırabilirdik. Böyle de yaptık, pilot uygulama İdareye yakın E Blokta başlatıldı. Her hafta elemanları ve görevlileri değiştirerek, tümünün bu tür bir çalışmaya hazır olmalarını sağlamaya çalışıyordum. Hemen hemen de her gün bizzat gidip işi yerinde denetliyordum. Böylece, bu vesile ile E Bloktakilerle diyalog kurmuş, kontrol dışı kümelenmelerini de gözlemleme imkanım olmuştu.

Yurtta
yeni iki salon daha
Kantinde merdiven altındaki kilitli kapıları
açtırdım. İkisi de aşağı yukarı 10 x 20 metre ebadında orta büyüklükte
salonlardı. Birinde az bir kantin malzemesi vardı, diğerinde ise tepeleme
yığılı sandalye ve masa kırıkları.
Görüntü hiç hoş değildi, ayrıca bu iki salon böyle atıl vaziyette kilitli duruyorlardı.
Hemen emir verdim, sosyal faaliyetler için kantinde iki yeni salon daha kazanacaktık. Bunları doğrudan bizim kontrol ettiğimiz etkinliklerde kullanabilirdik. Böylece, kantinin bir köşesini bir grubun, diğer köşesini bir başka karşıt grubun zapt etmesiyle oluşan ikili yapıya alternatif mekanlar oluşturabilirdik.
Biliyorduk ki o grupların bulunduğu noktalara onlar dışındaki öğrenciler girmiyordu. Bu da sanki oraların sahibi onlarmış gibi bir algı yaratıyor, gruplar da bu durumdan yararlanıyorlardı. Bu ikili döngünün kırılması lazımdı. Bunun için öncelikle kantinin içinde diğer öğrencilerin kullanabileceği alternatif mekanlar olmalıydı.
Şayet başarabilirsek karşıt grupların kümelendiği bu iki mekanı giderek onların elinden alabilirdik. Bu aslında tamamen bir algı meselesiydi. Oraların adeta onlara ait olduğu kabullenilmişti. Hatta yurttaki ideolojik denge bile bu algı üzerine kuruluydu. Biz de ilk fırsatta bu algıyı farklılaştıracak, kavgasız, çatışmasız çözümler üretmeliydik. Mesela birinin pastane, kafeterya olması fikri güzeldi. "Buraya pastane olacakmış" tevatürü yayılabilirse, bu fikir öğrenci kitlesinde destek bulabilir, en azından o kısma ait yerleşmiş algıyı ikinci plana atabilirdi.
Diğer bölümün iç kısmında da zaten pinpon masaları vardı. Orada mesela, masa tenisi, satranç gibi etkinlikler düzenleyebilirdik. Böylece o salon da öğrenci arasında farklı anılmaya başlardı. Grupların başlangıçta bu fikirlere karşı çıkacaklarını sanmıyordum. Çünkü bu mekanlarda yapılacak hizmet ya da etkinliklerin doğal olarak kendi kontrollerinde olacağını düşünürlerdi. Ancak, biz idare olarak ürkek davranmaz, sabırla, hizmet ve etkinliklerimizin başında olursak durum değişebilirdi. Diğer öğrencileri de buralara çektikçe mevcut genel algıların yerini diğerlerine bırakması kaçınılmaz olacaktı. En azından bir süre sonra gruplar, oraların salt onlara ait olmadığını anlayacaklardı.
Önce kantincinin malzemesi içerde daha ufak bir depoya taşındı. Sonra da kırık sandalye ve masalar idarenin arkasında bulunan atölyeye nakledildiler. Bunun için atölyede de bir düzenleme yapıldı ve tesisat, elektrik, kaynak ve inşaat malzemeleri daha tertipli bir şekilde tasnif edilip yerleştirildiler.
Boşalan salonların boya badanası yapıldı, ışıkları yenilendi, kapı kolları ve kilitleri elden geçirilip onarıldı. Gidip gördüm, iki salon da gerçekten pırıl pırıl olmuştu. Buralarda konser de yapılabilirdi, sergi de açılabilirdi. Hatta kurslar düzenlenebilir, seminer ve sohpetler yapılabilirdi.
Sağdaki salonun hazırlığı biter bitmez çalışmaları için onu bir müzik grubuna verdim. Yurdun müzik enstrümanlarını; bateri takımı, elektro gitarı, bas gitarı, akordionu ve ses teçhizatını da oraya taşıdık. Öğrenciler hemen salonun arka köşesinde bir orkestra platformu yaptılar. Bazı aletlerde sorun varmış, onları tamire gönderdik. Grubun sevinci gözlerinden okunuyordu.
Her gün gibi yemekten sonra, hatta hafta sonları neredeyse bütün gün toplanıp çalışıyorlardı. Tabi, onları tanıyan arkadaşları ve meraklı seyircileri de onları yalnız bırakmıyordu. Grup yedi kişiden on üç kişiye çıkmıştı. Aralarına şarkı söyleyen ve keman çalan iki kız, akordeon, ağız mızıkası, perküsyon çalan ve ses teçhizatıyla ilgilenen dört delikanlı daha katılmıştı.
Hepimizin yapacak çok işi vardı.
Görüntü hiç hoş değildi, ayrıca bu iki salon böyle atıl vaziyette kilitli duruyorlardı.
Hemen emir verdim, sosyal faaliyetler için kantinde iki yeni salon daha kazanacaktık. Bunları doğrudan bizim kontrol ettiğimiz etkinliklerde kullanabilirdik. Böylece, kantinin bir köşesini bir grubun, diğer köşesini bir başka karşıt grubun zapt etmesiyle oluşan ikili yapıya alternatif mekanlar oluşturabilirdik.
Biliyorduk ki o grupların bulunduğu noktalara onlar dışındaki öğrenciler girmiyordu. Bu da sanki oraların sahibi onlarmış gibi bir algı yaratıyor, gruplar da bu durumdan yararlanıyorlardı. Bu ikili döngünün kırılması lazımdı. Bunun için öncelikle kantinin içinde diğer öğrencilerin kullanabileceği alternatif mekanlar olmalıydı.
Şayet başarabilirsek karşıt grupların kümelendiği bu iki mekanı giderek onların elinden alabilirdik. Bu aslında tamamen bir algı meselesiydi. Oraların adeta onlara ait olduğu kabullenilmişti. Hatta yurttaki ideolojik denge bile bu algı üzerine kuruluydu. Biz de ilk fırsatta bu algıyı farklılaştıracak, kavgasız, çatışmasız çözümler üretmeliydik. Mesela birinin pastane, kafeterya olması fikri güzeldi. "Buraya pastane olacakmış" tevatürü yayılabilirse, bu fikir öğrenci kitlesinde destek bulabilir, en azından o kısma ait yerleşmiş algıyı ikinci plana atabilirdi.
Diğer bölümün iç kısmında da zaten pinpon masaları vardı. Orada mesela, masa tenisi, satranç gibi etkinlikler düzenleyebilirdik. Böylece o salon da öğrenci arasında farklı anılmaya başlardı. Grupların başlangıçta bu fikirlere karşı çıkacaklarını sanmıyordum. Çünkü bu mekanlarda yapılacak hizmet ya da etkinliklerin doğal olarak kendi kontrollerinde olacağını düşünürlerdi. Ancak, biz idare olarak ürkek davranmaz, sabırla, hizmet ve etkinliklerimizin başında olursak durum değişebilirdi. Diğer öğrencileri de buralara çektikçe mevcut genel algıların yerini diğerlerine bırakması kaçınılmaz olacaktı. En azından bir süre sonra gruplar, oraların salt onlara ait olmadığını anlayacaklardı.
Önce kantincinin malzemesi içerde daha ufak bir depoya taşındı. Sonra da kırık sandalye ve masalar idarenin arkasında bulunan atölyeye nakledildiler. Bunun için atölyede de bir düzenleme yapıldı ve tesisat, elektrik, kaynak ve inşaat malzemeleri daha tertipli bir şekilde tasnif edilip yerleştirildiler.
Boşalan salonların boya badanası yapıldı, ışıkları yenilendi, kapı kolları ve kilitleri elden geçirilip onarıldı. Gidip gördüm, iki salon da gerçekten pırıl pırıl olmuştu. Buralarda konser de yapılabilirdi, sergi de açılabilirdi. Hatta kurslar düzenlenebilir, seminer ve sohpetler yapılabilirdi.
Sağdaki salonun hazırlığı biter bitmez çalışmaları için onu bir müzik grubuna verdim. Yurdun müzik enstrümanlarını; bateri takımı, elektro gitarı, bas gitarı, akordionu ve ses teçhizatını da oraya taşıdık. Öğrenciler hemen salonun arka köşesinde bir orkestra platformu yaptılar. Bazı aletlerde sorun varmış, onları tamire gönderdik. Grubun sevinci gözlerinden okunuyordu.
Her gün gibi yemekten sonra, hatta hafta sonları neredeyse bütün gün toplanıp çalışıyorlardı. Tabi, onları tanıyan arkadaşları ve meraklı seyircileri de onları yalnız bırakmıyordu. Grup yedi kişiden on üç kişiye çıkmıştı. Aralarına şarkı söyleyen ve keman çalan iki kız, akordeon, ağız mızıkası, perküsyon çalan ve ses teçhizatıyla ilgilenen dört delikanlı daha katılmıştı.
Hepimizin yapacak çok işi vardı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder