28 Şubat 2014 Cuma

134 28 Şubat 2014 Cuma 17:24 KAYIP DEFTER'den............................Beklenmeyen misafirler

Beklenmeyen misafirler

Bir sabah okula gidiyoruz, yurdun giriş kapısında onlarla karşılaştık. Yurda gelmiş bir turist kafilesi gibi duruyorlardı. Hepsi bizim yaşlarda, kız erkek karışık sanırım 10-12 kişi kadardılar. Fötr şapkalı, kendilerine benzer orta yaşlı bir adamın etrafına toplanmışlar, bir yandan anlamadığımız bir dille konuşuyor, bir yandan da ürkek bakışlarla etrafa bakınıyorlardı. 

Yabancıydılar, bu çok belliydi ve muhtemelen uzak bir yoldan gelmişlerdi. Çünkü çanta ve bavulları yanıbaşlarındaydı ve adeta bir tepecik oluşturmuştu. İçlerinde sarışın uzun saçlı, beyaz tenli mavi gözlü kızlar vardı. Şaşırmıştık, kimdi acaba bunlar, nereden gelmişlerdi, bizim yurtta ne işleri vardı ?

Okula yetişmek için acele ediyorduk, ama onlara bakmadan da edememiştik. Gözlerimiz karşılaştı bir çoğu ile. Onlarda merakla bize bakıyorlardı. Bir an içimden "Siz de kimsiniz ? Nerden geldiniz ?" diye sormak geçti, duraklamışım. Mehmedin çekiştirmesiyle kendime geldim. "Hadi Süleyman, geç kalıyoruz." 

Birlikte kapıdan çıktık, toprak yolda yürürken sabah serinliği yüzümüze vuruyordu. Yine de "Ya Memet ! Kim ki bunlar, neden gelmişler ?" diye sormaktan kendimi alamamıştım. Mehmet gayriihtiyarı arkaya doğru baktı, sonra da omzunu silkerek yakalarını kaldırdı. "Ne bileyim oğlum, misafir kalacaklar heralde" dedi öylesine. Montlarımıza gömülüp, ellerimiz cepte okula doğru hızlandık.
 
Kazak, Türkmen, Azeri..daha da geliyorlar
Okulda bir tevatür dolaşıyordu. "Türki Cumhuriyetlerden binlerce öğrenci gelecekmiş." Gün boyu bu söylentinin aslı esası nedir anlamaya çalıştı herkes. Hatta bu "Türki" lafı üzerine her kafadan farklı bir sürü yorum geldi. Daha çok Kazakistan, Türkmenistan, Özbekistan gibi ülke adları geçiyordu.

Nihayet bir öğrenci Sosyal Siyaset dersinde dayanamayıp "Hocam, duyduklarımız doğru mu, nedir bu işin aslı ?" diye soruverdi. Meğer, Başbakan Demirel geçenlerde 10000 yabancı öğrencinin Türkiye'de okuyacağını açıklamış. Aslında bu fikir Cumhurbaşkanı Özal'ınmış. Daha çok o uğraşıyormuş sovyetlerden yeni kopmuş bu ülkelerle. Gelenler de peyderpey ülkedeki bütün üniversitelere dağıtılacakmış. Öncelikle bir yıl türkçe öğrenip sonra bölümlerine geçeceklermiş.

Hoca, anlaşılan bu işe karşıymış ki verdi veriştirdi hükümete. Vay efendim zaten biz kendi gençlerimize yeterli eğitim veremiyormuşuz, bu öğrencilerin masrafları da hepimizin cebinden çıkacakmış, yarım yamalak türkçe ile nasıl ders dinleyeceklermiş, üstelik bir sürü uyum sorunu çıkacakmış…falan, filan.

Benim aklım hala sabah gördüğüm gruptaydı. Hiç öyle Kazak, Türkmen'e filan benzemiyorlardı. Onlar daha böyle esmer, çekik gözlü olurlar değil mi ? Bunlar basbayağı bize benziyorlardı. Hatta bizden bile daha beyaz tenli idiler. Mavi gözlü, sarışın Kırgız hiç duymamıştım. Neyse, nasıl olsa öğrenecektik. Dersler bitti, okul dağıldı biz de yurda döndük.

Bunlar da kim ?
Bu sefer idarenin önü bir hayli kalabalıktı.  Hepsi çekik gözlü, sarı kara gençlerdi bunlar. Onlar da gruplar halinde toplaşmışlar, ortalarına aldıkları yurt idarecilerini dinlemeye çalışıyorlardı. Anlaşılan sözü edilen türki öğrenciler bunlardı. 

Baktık, kültür merkezinin önünde Orhan'la Banu onları seyrediyor, biz de yanlarına dikildik. "La oğlum, ne oluyo burda, ne seyrediyosunuz, kim bunlar ?" Banu hafifçe kıkırdadı, Orhan'ın keyfi yerindeydi "Hiç oğlum, dünyanın öte yakası bize gelmiş de ona bakıyoz işte" 

Yüzleri kıpkırmızı, ter içinde kalmış Müdür, Müdür Yardımcıları ve Yönetim memurlarına takılıyor gözüm. İşaretle, çat pat anlaşmaya, birşeyler anlatmaya çalışıyorlar. Bazen tansiyon yükseliyor, kendi dillerinde bağrışıyorlar. Kendi aralarında gruplaşıp, hararetli hararetli konuşuyorlar. Sonra, bir yönetim memuru elindeki listeyle kalabalıktan on kişi alıp grubu bloklara doğru götürüyor. 

Bazıları gidenleri kolundan, montundan çekip göndermemeye çalışıyor. Sanırım beraber olmak istiyorlar, ayrılmaktan hoşlanmamış gibiler. Ama yapacak bir şey yok, görevliler ellerindeki listeye göre hareket ediyorlar. Bire bir de anlaşamıyorlar zaten. Kalabalık böyle gitgide azalıyor.

Bu arada ayaküstü bildiklerimizi anlatıveriyoruz birbirimize. Gelenler Kazakistan, Kırgızistan ve Türkmenistan'danmışlar. Gündüz de gelenler olmuş. Onarlı gruplar halinde birer ikişer katlardaki boş odalara yerleştiriliyorlarmış. Daha da geleceklermiş, Azerbaycandan, Özbekistandan, hatta Moğolistandan bile. Türkiyeye geleceklerin hepsi 10000 kişiymiş. Sabah Moldavyadan da gelenler olmuş. 

"Neresi lan orası ?" dedim merakla. Banu bilmiş bir tavırla cevapladı sorumu "Avrupa'da, Karadeniz kıyısında küçük bir ülke." Mehmet araya girdi "Sabah bizim gördüklerimiz onlardı demek." Merak ettiğim soru cevaplanmıştı ama, kendi kendime "Allah Allah, onlar da mı Türkiymiş ?" diye mırıldandım.

İvan, yeni oda arkadaşımız
Odamıza çıkmadan kantine girip yemeğimizi yedik. Levent'le Hamit bize yemek kuyruğunda katıldı. Banu'yla Hale de yanımızdaydılar. Yemekten sonra çaylarımızı da Okan getirdi, aynı masada gırgır şamata bir hayli vakit geçirdik. Konu daha çok kantinin yeni hali ve yurtta değişen şeylerdi. Yapılan hizmetler herkesi şaşırtmıştı ama, memnun da etmişti.

Levent oturduğu yerden beyaz önlük giyen Palabıyık ustaya takılmadan edemiyordu "Usta ! Valla çok yakışmış, yalnız bir eksiği var." Usta bir taraftan kuyruktakilere kepçe kepçe yemek dolduruyor, bir taraftan Levent'e laf yetiştiriyordu  "Neymiş o ?" Levent iki eliyle boğazında kelebek işareti yapıp "Papyonun yok ustam, papyonun." Palabıyık usta biraz kızıyor, yanakları al al kepçe göstererek "Sana burdan bir çakarsam, görürsün papyonu, mapyonu ükela !" Bu sefer o da dahil hep birlikte gülüyoruz bu atışmaya. 

Bir ara Selim abi geçiyor önümüzden elinde tepsisiyle. Durup bakıyor neşemize, sonra da "Keyfiniz yerinde. Allah tadınızı bozmasın gençler !" diyor o da gülerek. Bu sefer "Aminnn !" diyoruz hep birlikte, yüksek sesle.

Odamıza çıktığımızda misafirlerimiz olduğunu görüyoruz. Bizden yeni öğrenciler Hasan ve Metin onlara dolaplarını nasıl yerleştireceklerini gösteriyor. "Selamünaleyküm !" diyor Hamit kalın sesiyle. Hasan dönüp "Aleykümselam" diyor, misafirlerse üç kişi öyle ürkek bakıyorlar. Tanıyorum onları, sabahki Moldavya mı, Moldava mı işte o gruptan. Mehmet her zamanki inceliği ile "Hoşgeldiniz, ben Mehmet !" diyerek elini uzatıyor gülümseyerek.

Uzun boylu olan "Hoşgördük be" diye cevap veriyor elini uzatırken. Şaşırıyoruz. "Ben Stefan Topal, bu Dimitri, Dimitri Karaçoban, bu da İvan Kazancı." Bu kez daha da şaşırıyoruz, "Nasıl yani şivesi farklı ama türkçe konuşuyor bu. Sanki laz gibi mi desem trakyalı gibi mi. Ama o isimler ne öyle. Yarısı türkçe yarısı rus gibi." İçimden bunlar geçiyor bir an. Biz de kendimizi tanıtıp ellerini sıkıyoruz bir bir. Stefan aklımdan geçenleri okumuş gibi gülerek devam ediyor "Gagauzlar lafederlär pak Türkçä, ölä, nicä lafedärmiş eski zamannarda cümne insannar, angıları çekiler Türk halkından, Türk soyundan." (1)

Kimbilir nasıl baktık ki Stefan'a gülerek omzuma vurup gürledi "Hayde, biz de türküz be. Hem da Gagauzuz. Haçan yabancı saymayın ha. İvan sizle kalacak. İyi oğlandır, sevesiniz oni."  Önce birbirimize sonra da İvan'a bakıyoruz hep birlikte. Sarışın, orta boylu, biraz narin, güleç yüzlü bir cocuk İvan. Ürkek bir ses çıkıyor ağzından. "He ya, ben İvan, ben de türk, sizin gibi yani" diyor kekeler gibi aceleyle. "Hiç de korkunç değilmiş bu ya!" diyor Orhan. Bir kahkaha yükseliyor odadan. Onlar da gülüyorlar bizimle, kaynaşıveriyoruz.
 
Yeni, yeni sorunlar
Bugünlerde yurtta gündem gelen yeni misafirler. Artık, attığımız her adımda etrafta acemice dolaşan "türki" lere rastlıyoruz.  Gelenlerin de ardı arkası kesilmiyor. Söylenenlere bakılırsa bizim yurda 600 kişi verilmiş. Bunların daha yarısı gelmiş, yarısı da gelecekmiş. Hem de adını bile bilmediğimiz, duymadığımız yerlerden. 

Çoğu müslüman ama içlerinde bizim gagauzlar gibi hristiyan olanlar da varmış. Hatta geçen gün on tane moğol öğrenci gelmiş diyorlar, onlar da budistmiş. Nahçıvan, Ahıska, Karatay, Altay Yakut türklerinden ve daha pek çok akraba topluluklarından da öğrenci bekleniyormuş.

Görüyoruz, sabahları belediye otobüsleriyle hep birlikte Tömer'e gidiyorlar. Bir yıl böyle türkçe kursu göreceklermiş. Müdür beye görevlilerle birlikte sürekli onlarla ilgilenirken rastlıyoruz. Duyduğumuza göre hiç paraları yokmuş. Müdür bey de belediye ile görüşüp otobüslerden ücretsiz yararlanmalarını sağlamış. Ayrıca yurt işletmecisinden de isim yazdırarak yemek yiyorlarmış. Bursları çıkınca kapatılmak üzere.

Bu olay, yurttaki dengeleri de etkilemiş görünüyordu. Daha önceki ideolojik gruplaşmalara, şimdi de "türki" gruplaşmaları eklenmişti. Özellikle Azeriler rahat durmuyorlardı çünkü. Yurttaki bir grupla etkileşim halinde oldukları belliydi. Kaldıkları bloklarda da sık sık problem çıkıyordu. Öbür türkilerde de  farklı sorunlar yaşanıyordu. Bazı ülke öğrencileri sanki birbirlerine düşman gibiydiler. Gruplar halinde geziyorlardı. Duyduğumuza göre bunların ülke olarak da araları pek iyi değilmiş.

Bazı öğrencilerin içki içtikleri, yurda geç geldikleri ve kız yurtlarındaki arkadaşlarıyla görüşmek istedikleri konuşuluyordu. Meğer Rusya'da ve onun eski peyklerinde öğrenci yurtları kız erkek karışık olurmuş. Onlar da böyle olsun isterlermiş. Geçen gün, bir kazak öğrencinin kız bloklarından birinden sarkıtılan çarşaflara tutunarak üçüncü kata çıktığı dedikodusu yayıldı etrafa. Ben ihtimal vermedim ama Orhan Banu'dan dinlemiş, Müdür bey olay üzerine o blokta soruşturma yapmış.

İki hafta önce bizim katta bir gürültü koptu. Stefan ve İvan odadaydılar. Sesler üzerine fırlayıp çıktılar. Biz de arkalarından ne oluyor diye baktık. Meğer odanın birinde iki Gagavuz öğrencinin dolabında domuz konservesi, salam filan gibi şeyler varmış. Koku üzerine sormuşlar, onlar da bizimkilere ikram etmeye çalışmış. 

Kıyamet kopmuş tabi, meğer aileleri çocuklarına erzak olarak yanlarına koymuşlar. Nerden bilsinler böyle olacağını. Bizimkiler her haltı yerler ama, konu domuza gelince dindar kesilirler ya, o hesap. Nerdeyse kavga çıkmak üzereydi, yetiştik ayırdık. Kemal abi de gürültüye geldi, anlayıp dinledik. Gülelim mi ağlayalım mı, tuhaf bir durumdu. Neyse gagauzlara Stefan aracılığıyla durumu anlattık, bizimkilere de "Sizin anneniz hiç yanınıza yolluk koymuyor mu ? Hiç mi sucuk, pastırma getirmediniz ? Bunlar hristiyan kardeşim, ne bekliyordunuz. Anlayışlı olun biraz ya !" deyip sakinleştirdik.

Takip eden hafta bütün gagauzlar sabah akşam o konserveleri, salamları yemekten bir hal oldular. Sonunda bitti de hem onlar rahatladı hem biz.

-----------------------------
(1) "Gagauzlar, eski zamanlardan beri temiz Türkçe konuşurlar; ki, diğer Türk halkından ve soyundan olanlar gibi."



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder