Parasız yatılı
İlkokulu pekiyi derece ile bitirmiş ama iki imtihana girmeme rağmen kazanamamıştım.
Dedem beni Ortaokula yazdırdı. Okuma azmim sayesinde sınıfımda kısa sürede sivrildim. Öğretmenlerim beni
seviyor, hatta koruyordu.
Öyle ki derslerde hiç okumadığım, çalışmadığım
zamanlar bile parmak kaldırıp tahtaya çıkacak kadar atılgandım. Büyüdükçe bu
cesaret kayboldu tabi.
Sene sonunda bir imtihana daha girdim. Yine
kazanamadım. İkinci yıl da ortaokula böyle devam ettim. Derslerim yine aynı
derecede parlaktı. Nihayet sene sonunda girdiğim imtihanla başardım. Çünkü o bana Balıkesir lisesinde parasız yatılı okuma imkanı verdi.
Yatakhane eski binanın en üst katında. Ahşap
ranzalar, aşınmış merdivenler hatırlıyorum. Sınıflarda mazot kokulu tahta
döşemeler. Okulun ana giriş kapısına çıkan merdivenlerde de heybetli sütunlar
karşılıyor gelenleri. Ya da bize öyle geliyor işte, çocuk gözüyle.
Yatılı okul hayatı zaman zaman beni ürkütmesine
rağmen o seneyi teklemeden atlattım.
Artık Ortaokul bitmişti. Hem sonra yatılılığın da o kadar güç olmadığını yavaş yavaş anlıyordum. İlk zamanlar bir hafta bile ev hasretine dayanamadığım halde artık 15 günde, hatta 1 ayda bir gider olmuştum memlekete.
Artık Ortaokul bitmişti. Hem sonra yatılılığın da o kadar güç olmadığını yavaş yavaş anlıyordum. İlk zamanlar bir hafta bile ev hasretine dayanamadığım halde artık 15 günde, hatta 1 ayda bir gider olmuştum memlekete.
Lise birde yeni binaya geçtik. Yatakhane yine üst
kattaydı. Odalar belki 20-30 kişilikti. Tertemiz beyaz çarşaflı çift kişilik
ahşap ranzalarda yatardık. Nazmi hoca gibi, bekar hocalar da aynı yatakhanede
kalıyorlardı. Onun akşamları yatma saati geldiğinde "kaybol !" sesi
duyulunca koridorda kimse kalmaz, ışıklar söner, herkes yatağına gömülürdü.
Sabahları da ahşap ranzalara vurulan "Tak, tak, tak…" sesleriyle uyandırılırdık. Hemen kalkar, havlusunu kapan tuvaletlere koşardı. Çünkü sabah mütalaası için sadece yarım saatimiz olurdu. Asker usulü yatağımızı düzeltir, giyinip hazırlanır, kitabımızı defterimizi alır aşağı sınıflara inerdik. Arkamızdan da yatakhane koridoru kapıları kilitlenirdi hemen.
Sabahları da ahşap ranzalara vurulan "Tak, tak, tak…" sesleriyle uyandırılırdık. Hemen kalkar, havlusunu kapan tuvaletlere koşardı. Çünkü sabah mütalaası için sadece yarım saatimiz olurdu. Asker usulü yatağımızı düzeltir, giyinip hazırlanır, kitabımızı defterimizi alır aşağı sınıflara inerdik. Arkamızdan da yatakhane koridoru kapıları kilitlenirdi hemen.

Dersler bitip, okul bize kalınca birkaç kafadar akşam mütalaasına kadar kendi icadımız olan bir oyunla vakit
geçiriyorduk. Dışarda bir kenarda pinpon masası vardı. Tabi ne file var ne de
raket, top. Nerden bulduysak yumruk büyüklüğünde plastik bir topla iki tahta parçası bize o masa üzerinde garip
bir eğlence fırsatı vermişti. Tahtaların çıkardığı "Tak, tuk"
sesleri ile bizim çocukça şamatamız birbirine karışıyordu. O kadar dalıyorduk
ki oyuna baş mümessiller bizi sopayla mütalaa salonuna götürüyorlardı.
Hafta sonları en büyük eğlencemiz 4 film birden
sinemaya gitmekti. Sabah 10'da girdiğimiz
sinemadan akşama doğru saat 6'da çıkıyor, karanlığa alışmış gözlerimiz
ve sarhoş kafamızla dilimiz çıka çıka yokuşu tırmanıyorduk. Mütalaaya
yetişemezsek nöbetçi hocadan dayak yemek üstüne kaymak oluyordu çünkü.
Akşam mütalaaları arada yemek olmak üzere iki
taneydi. Minderlerimizi alıp, şıpıdık terliklerimizle mütalaaya inerdik. Her
küçük sınıfın öğretmen masasına bir 6. sınıf abisi otururdu. Biz ödevlerimizi
yaparken o da kendi dersini çalışırdı bizimle beraber. O bize susun, çalışın
dese de biz en ufak fırsatı kaçırmaz ders kaynatır gibi hemen bin türlü
yaramazlığı yapardık. Nöbetçi hocalar elinde sopayla dolaşırlardı. Tabi anında
ses soluk kesilirdi. Özellikle Kaymak Hasan'dan çok korkardık.
II.sınıfta bazı hocaların muhalefetine rağmen Fen
kolunu seçtim. Zoru, mücadeleyi severdim ama o yılın bu kadar ağır
geçebileceğini hiç düşünememiştim doğrusu. İngilizce zaten hep başımın belası
olmuştu. Matamatik, geometri ve fizik ise bir karabasan gibiydi.

Her
akşam aşık yatar, her sabah yeniden kıpır kıpır helecanlarla uyanırdık. Gün
içinde sürekli dam derken samanlık söylediğimiz için terslenir, çam üstüne çam
devirir, bunalımlara girerdik.
Çok hayal kurduğumuz ama nasılsa yeniden yeniden
umutlanmayı becerebildiğimiz tam bir kırılma noktasıydı o dönem.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder