2 Ocak 2024 Salı

02 Ocak 2024 Salı; TORUNLARIMA MEKTUPLAR................................ANILAR; 02 Ocak


116 03 Ocak 2014 Cuma 17;02 İŞ DOKTORU....................................Korkularla yüzleşmek


 

Korkularla yüzleşmek

İnsanların oldukça garip, tuhaf korkuları var. Bilim adamları bunların 90 tanesini tespit etmiş. Böylece uzun bir korku listesi çıkmış ortaya.

Yürüme ya da ayakta durma korkusu (Ambulofobi), sayılardan korkma (Aritmofobi), kitaplardan korkma (Bibliofobi), Zamanın geçmesinden ya da zamanın kendisinden korkma (Kronofobi) bunlardan birkaçı.

Mesela (Eleuterofobi) özgürlük korkusu oldukça ilginç. Kendinizi kapana kısılmış hissediyorsunuz ve bu hoşunuza gidiyor !.. Çok tuhaf değil mi ? Bu fobiye yakalanan insanlar özgürlüğün; daha fazla seçenek, yapılacak daha fazla iş, yaşayacak daha uzun bir hayat anlamına geldiğini düşünerek korkarlarmış.

Bir de şu korkuya bakınız. “Hippopotomonstroseskippedaliofobi”, yani uzun kelime korkusu. Adı bile korkuyu haklı kılıyor baksanıza.


Lakanofobi; sebze korkusu,  Lekofobi; beyaz renk korkusu, Linonofobi; ip ve  iplerden oluşan şeyler korkusu, Logofobi; kelime korkusu, Melanofobi; siyah renk korkusu, Melofobi; müzik korkusu, Metrofobi; şiir korkusu, Mnemofobi; hafıza korkusu, Mottefobi; böcek korkusu, Nebulafobi; sis korkusu, Nephofobi; bulut korkusu, Nomatofobi; isim korkusu, Oktafobi; sekiz sayısı korkusu…Liste böyle uzayıp gidiyor.

İş hayatını, çalışma ortamlarını etkileyen korkular da var tabi ki. Bunlardan bazıları bilgiden ve yeni olan şeylerden korkma şeklinde görülüyormuş. Epistemefobi korkusu olanlar bilgiden çekiniyorlarmış mesela. Gnosiofobikler yeni şeyler öğrenmekten korkarlarmış.

Ideofobikler özellikle yeni düşüncelerden, Neofobik ve Kainofobikler  ise sadece yeni bilgiden değil, karşılarına çıkabilecek herhangi/ tüm yeni şeylerden korkarlarmış.
Düşünmenin kendisinden (Phronemofobi) de korkulabiliyormuş. Tıpkı fikir korkusu gibi. Bu korku da bir şeylere çözüm getirmek için düşünmekten duyulan korkuymuş.

Çalışılan çevreden, verilen görevi yapamamaktan, topluluk içinde konuşamamaktan ya da diğer çalışanlarla sosyalleşememekten korkuyorsanız; siz genel olarak çalışmaktan korkan bir Ergasiofobik olabilirsiniz.
İş yaşamında bazıları da yazı yazma korkusu içinde olabiliyorlarmış. Grafofobik; iyi yazma yeteneğinden şüphe eden ve bu konuda başarısızlığa uğrayacağından korkan insanlara denirmiş.

Birlikte çalıştığınız bazı yöneticilerin kararsızlıklarını, karar vermeden durumu idare etmeye çalıştıklarını mutlaka görmüşsünüzdür. İşte bu karar verme korkusu (Deciofobi) aslında çok da sıra dışı bir korku değil. Bu tür korkuları olan kimseler, verdikleri kararların sonuçlarından çekindikleri için karar vermekten kaçınmaktaymışlar.
Son olarak bazı yöneticilerin masalarının neredeyse kendileri görünmeyecek kadar tepeleme kağıt, dosya vb. yığılı olduğu dikkatinizden kaçmamıştır.

Bazı makam masalarında ise tersine adeta kağıt cinsinden hiç bir şey bulunmaz, tertemizdir. Aslında bu birbirine zıt iki karakter de kâğıt müptelası ya da korkusu içindeymişler.

Bu hastalığa papyrofobya, kâğıttan ve kâğıtla ilgili her tür (dosya, kitap, yazı vs.) şeylere bağımlı/korkanlara da papyrofobik deniyormuş.

Bu korkulara bizim ülkemize ve insanımıza özgü korkular da ilave edilebilir.

Örneğin; haksızlıktan, adaletsizlikten korkmak; amirinden, arkadaşından korkmak; iş sahipleri ve vatandaştan korkmak; eşinden, komşusundan korkmak; trafikten, hastaneden korkmak; ebeveyninden, öğretmeninden korkmak; aldatılmaktan, ihanetten korkmak; öcüden, dış güçlerden korkmak gibi.

Korku duygusu, bir tehdit algısı ile tetiklenen rahatsız edici ve olumsuz bir his olarak tanımlanıyor. Algılanan tehdit karşısında, insan aklı ve vücudu yaşamsal bir “kavga” veriyor ve “kaçma” tepkisi gösteriyormuş.

Bazı psikologlar korkunun temel ya da doğuştan gelen küçük duygu dizilerinden birisi olduğunu ileri sürmüşler. Bu dizi aynı zamanda sevinç, üzüntü ve öfke gibi duyguları da içermekteymiş. Şayet korku, belirli türde duygusal bir durum veya dış tehdit oluşmadan meydana gelirse, bu takdirde sorun artık anksiyete [1] olarak nitelendirilmeliymiş.
Her korku bir hastalık demek değil tabi ki. Bunların çoğu yaşamın doğal parçaları, kişiliklerin rengi ve uzantısı haller. Herkes bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde çeşitli korkulara kapılabilir. Bu anlamda korku evrensel bir duygu.

Neticede insan da bir makina değil. -Hoş makinalar da arızalanır ya.- Elbet insan ruhunun ve bedeninin de arızaları olabiliyor.

Bunlar da aynen onlar gibi bazen fabrikasyon hataları, çokça da yanlış kullanım ya da zorlanmalar sebebiyle ortaya çıkıyorlar. Ancak ciddi şekilde psikosomatik [2] alanla ilgili olanlar da yok değil.

Talebeyken öğretmenler odasına, müdür odasına girmeye korkardım. Bir gün kapı önünde kalakaldım. Ne girebiliyor, ne de geri dönebiliyordum. Bu korkumu yenmeliydim ama nasıl ? Öfkelenmişim, sağ elimle sol bileğimi kaldırıp kapıya vurdurdum. İçerden kalın bir "Gir !" sesi geldi. Artık kaçamazdım, çaresiz kapıyı açıp girdim.

İçerde babacan bir müdür yardımcısı vardı, hiç te korkulacak bir durum olmadı, işimi gördüm ve çıktım. Dışarda durdum, gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. Kalbim yerinden fırlayacak gibi çarpıyordu. Ama gözlerimi açtığımda artık gülüyordum, çünkü başarmıştım. O gün bu gündür korkularımın üstüne gitmeyi o olayla hatırlarım. Her zaman işe yaradı.

Korkuların çoğu ruhumuzdaki gölgelerin, karanlıkların eseri. İnanç, azim ve başarının aydınlığı karşısında kaybolup gidiyorlar. Önemli olan bu tip arızaların farkında olabilmek. Gerektiğinde de bunlarla yüzleşmekten, üzerine gitmekten kaçınmamak.


[1] Anksiyete veya endişe, canlılarca deneyimlenen kaygı, korku, gerilim, sıkıntı halidir. Canlıların dış ortama uyum çabasında koruyucu bir tepkidir. Denetim dışına çıkıp kişinin işlevselliğini aksattığında Anksiyete bozuklukları olarak incelenir. Anksiyete psikiyatride bir grup hastalığın genel adıdır.

[2] Psikosomatik',psikolojik kökenli olan fiziksel hastalıklara verilen genel addır. Ruh anlamına gelen "psyche" ile beden anlamına gelen "soma" kelimelerinin birleşmesinden oluşmuştur. Psikolojik sıkıntılar ve duygular özellikle içe dönük insanlarda vücudu etkilemeye başlar. Kişi davranışlarını ve hareketlerini kısmen kontrol edemez ve organlarında bazı rahatsızlıklar görülebilir. Kişinin muhakkak bir doktora görünüp ilaç tedavisine başlaması gerekir. 

03 Ocak 2021 Pazar 22:30 CORONA GÜNLERİ.................................... Bindik bir alamete

Yeni yılın ilk günü

Her yeni yılın ilk günlerinde tarih konusunda sıkıntım olur. Mesleğim muhasebe ve mali konular olduğu için bu sık sık başıma gelmişti. Tarih bölümüne eski yılın tarihini attığımı bir süre sonra ancak fark ederim. Düzeltirim ama bu hata canımı da sıkar. 

Bugün de başıma geldi. 01.01.2021 yerine yine 01.01.2020 yazdım alışkanlıkla. Biliyorum ki birkaç gün içinde bu yeni tarihe de alışacağım. İnşallah 2021 yılına bilinç altında bir ayak direme değildir. Öyle ya da böyle o kayığa bindik bile.

Kayık dedim de çocukluğumda koca dere üzerinde bir sal olurdu. Çelik bir halat üzerinde hareket eden makaralı ahşap bir geçiş aracıydı. İnsanları, hayvanları ve eşyaları geçirirdi karşı kıyıya. Köprü yoktu o zamanlar. Bu işi yapan adam da birkaç nesildir babadan oğula geçmiş bir mesleği icra ediyordu. Elinde koca bir sırık salın hareketini kontrol eden o adam hala gözümün önünde. Şöyle bağırırdı kıyıdan hareket ettiğinde: “Eyy! Çıktık yola/Bakmayın sakın suya/Bindik bir alamete/Gidiyoruz kıyamete/Haydii! Ya Allah.”

İşte 2020 kıyısından 2021 salına bindik, gidiyoruz gari. Allahım kazadan beladan korusun. Çıkalım sahili selamete. Haydii! Ya Allah.

Dünya telaşı

Dün “İşte 2020 kıyısından 2021 salına bindik, gidiyoruz gari” diye bitirmişim. Bir de dua etmişim:“Allahım kazadan beladan korusun. Çıkalım sahili selamete. Haydii! Ya Allah” diyerek. Gerçekten öyleydi böyleydi derken 2021’in ikinci gününü de tamamlamak üzereyiz. Perşembeden bu güne ne değişti dünyamızda?


Yazma savaşım

Bu corona günlerinin bana bir faydası oldu. 298 gündür artan bir yoğunlukta yazabiliyorum. “Corona günleri” başlıklı günlüklerim orta boy bir kitap çapında oldu bile. Haftada bir Susurluk Reis gazetesine yazıyorum. Neredeyse 4 yıl oluyor. Gazete çıkmadığı birkaç hafta hariç her hafta yayınlandı. O da 185 yazı oldu. 

Üçüncü kitabım “Küçük/Büyük şeyler”ilk ikibuçuk yılın yazılarından ortaya çıkmıştı. Son bir yıldır tam 55 haftadır Susurluk için bir stratejik plan önerisi üzerine yazıyorum. Allah nasip ederse o da hacimli bir kitap olacak.

Onun dışında bazen şiir oluyor, bazen türküler üstüne yazılıyor bazen de farklı konularda denemeler. Corona günlerinden önce başlayıp ta yarım bıraktığım; “70’li yıllar” ve “Sürgün” isminde iki serim daha var. Biri belgesel tadında derleme, diğeri ise bir tür roman. İnşallah onlar daha iyi günleri bekliyor, tamamlanacak. Bugün “yzyorum.blogspot.com” adlı bloğuma baktım, oradaki yazılarımın sayısı da 822 olmuş.   

Facebook benim için vitrin görevi yapıyor. Zaten orası gençler terk edeli beri bizim gibi eski tüfeklere kaldı galiba. İnsanlar yazdıklarımı okusunlar istiyorum tabi ki. Ancak bakıyorum da insanlar bir iki paragrafı ancak okuyorlar. Söz gelimi face’i 10 kişi okumuşsa, oradaki linki tıklayıp Blogumdaki asıl yazımı okuyanlar sadece bir iki kişi. 

Bu sözde akıllı cep telefonlarından ancak bu kadar okunabiliyor herhalde. Çocuklarım bile uzun yazdığımdan şikayet ediyorlar. Kötü yazdığımı şimdiye kadar kimse söylemedi. Bu iş face gibi Bloglar gibi sanal dünyalarda böyleymiş deyip yine de klavyemi tıkırdatmaya devam ediyorum.

Yazmaya olan tutkumu başkalarının anlamasına ihtiyacım yok. Ben 30-40 yıldır içimde kalan bir hevesi gideriyorum. Devlette çalışırken işime o kadar bağlıydım ve o kadar çalışırdım ki kendime bile zaman ayırmazdım. Değil ki şiir yazmak, ya da bir konu üzerinde çalışarak yazı haline getirmek. Ama bakın şuna da inanırım; insan ne yaparsa yapsın içindeki yetenek ya da tutku işine yansır. İnşaatta çalışan biri gönlünün sarayını yapar gibi tuğlaları dizebilir, bir çöpçü Rembrandt’ın resim yapışı gibi çalışabilir, bir memur yazdığı raporu bir müzik eseri gibi tamamlayabilir…

Ben de çalışırken, toplantı yaparken, rapor çıkarırken, resmi yazılara cevap verirken ya da o yazıları bizzat yazarken alttan alta “yazma” tutkumun yansıdığının farkındaydım. Ama bu kendi başıma hür olmadığım işlerdi. Belli kurallara, şablonlara riayet etmeliydim. Mutlaka okuyan farkı hissediyordu, ama “Bu ne böyle, adam roman yazmış basbaya” da dedirtmemem lazımdı.

Emekli olunca o zincirlerden de kurtuldum. 2013’te başladım, 7 yıl oldu yazıyorum. Severek, isteyerek ve tutkuyla. Yöneticiyiz ya; yönetim biliminde “Kendini gerçekleştirme” diye bir şey var. Muhtemelen yaptığım şey de o. Her gün yazıyorum, okunmasa da anlaşılmasam da yazıyorum. Şöyle kendime dışardan bakınca, afedersiniz sümüklüböcek gibi gittiğim yolun izi arkamdan belli oluyor. Ben yapabildiğim için mutluyum, keyif alarak yazıyorum, neticede ortaya bir şeyler de çıkıyor ya gerisi hikaye…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder