17 Ocak 2024 Çarşamba

17 Ocak 2024 Çarşamba; TORUNLARIMA MEKTUPLAR.....................ANILAR; 17 Ocak


212 16 Ocak 2015 Cuma 22:28 KÜÇÜK/BÜYÜK ŞEYLER.................Yapmayı öğrenen çocuk

Yapmayı öğrenen çocuk

Yazmak benim için yeni bir şey değil. Bu tutkum, daha ortaokul öğrencisiyken hatıra defterleriyle başlamıştı. Lisede kompozisyon dersleri en çok sevdiğim dersler arasındaydı. Yazdıklarım okunur ve beğenilirdi. Bunu bilirdim. En önemlisi onların sadece not için olmadığının da farkındaydım. 

"Şiir ve İnşa" başlıklı bir okuma parçası hala hatırımdadır. Bu makalede, Ziya paşa şiir ve düzyazı ile ilgili görüşlerini yazmıştı. Milli bir dil, milli bir şiir ve milli bir nesirden bahsediyordu. Gerçi o gün sadece bu başlık için Edebiyat hocamızdan mükellef bir dayak yemiştik ama, makalenin beni yazma ve onun tekniğiyle ilgili yeni ufuklara yönelttiğini söylemeliyim. İşte yazmanın bir tür "yapmak" olduğunu ilk o zamanlar anlamıştım.

Oralarda ekilen tohumlar önce duvar gazetelerinde, sonra da bazı gençlik dergilerinde boy verdi. Yazılarımdan birkaçı bazı gazetelerin okuyucu sayfalarında bile yayınlandı.

Şimdi hatırlıyorum da ilk yazım şimdi rahmetli olmuş bir siyasi lider hakkındaydı. İnanmıştım, yazı o günkü hesapsız samimi düşüncelerimi yansıtıyordu. Gazeteyi elime alıp okuduğumda iki şeyi çok iyi hatırlıyorum. Tabi ki biri yazdığımın basılmasıydı. Sevinçten ne yapacağımı bilememiştim. Çevremdeki herkese gösteriyordum. Yetmedi makasla kesip saklamıştım. Şimdi nerelerde, hangi dosyaların içinde sararmış bükülmüş duruyordur bilemem. Belki de çoktan yitip gitmiştir. Yıllar oldu görmüş değilim. Kalıcı olan o değilmiş anladım.

O gün yaşadığım ikinci duygu çok daha kalıcıymış. Heyecanla üzerinde yeteri kadar düşünmemişim. Ancak, kelimelerin gücünü anlamış, düşüncelerin kağıda geçirilmesindeki çekici cazibeyi fark etmiştim. Yazmanın üretmek demek olduğunu zamanla daha iyi anlayacaktım.
 
68 kuşağı oldukça popülerdir. 70'li yılların gençliği nedense atlanarak birdenbire 80'lere geçiliverir. O acılı dönem hatırlanmak bile istenmez. Zaten biz bile kendimize "kaybolmuş nesil" demiyor muyduk ?

Gençlik dönemimiz halk tabiriyle "anarşik" yıllardı. Herkes bir yana savrulmuş, diğer taraflara ateş püskürüyordu. Nihayet bağırıp çağırmak da yetersiz kaldı. Konuşma sırası silaha, bombaya gelmişti.  

O günler, her gün onlarca genç insanın öldüğü, acıların iflah olmaz bir kanser yarasına dönüştüğü  yıllardı. Etrafı kan ve ölüm sisi kaplamış, göz gözü görmez hale gelmişti. Akıllar tutulmuş, yürekler dağlanmıştı. 

Çok şükür ki, biz Rabbim nasip etmiş elimizi silaha sürmemiştik. Hiç bir şekilde akan kana bulaşmamıştık. Okumak, yazmak, dinlemek hem sığınağımız hem de silahımız olmuştu o dönem. Benim ve benim gibi düşünenlerin mücadelesi, davası yoktu sanılmasın. Bizim çıktığımız yol önce kendimizi "inşa" sonra da ülkemize, milletimize "hizmet" etmeye ayarlanmıştı. 

Edebiyata, sanata, şiire merak sarmam aynı döneme rastlar. İktisat okuyordum ama fotoğraftan, tiyatroya hatta sinemaya kadar bazı görsel sanatlarla yakından ilgilendim. Ama amaç bu araçlar yoluyla ülkeye nasıl katkıda bulunabilirim kaygısıydı. Yani "yapma" davasıydı peşinde olduğumuz. Bu yüzden okumaya, yazmaya devam ettim inançla. 

Sonra nasıl olduysa memur oldum. Bilinçli bir seçim değildi. Çok farklı bir alanda oldukça inişli çıkışlı bir yaşamım oldu. Belki eskisi kadar okuyamadım, yazamadım. Lafın gelişi zorlu bir mücadele içinde hayatı yazmakla meşguldüm diyelim.

Okuduğum şeyler yönetmelik, genelge vs. bol bol yazdığım şeylerse resmi yazılar ve raporlardı. Okulda en sevmediğim ders muhasebeydi. Büyük konuşmamak lazımmış; ilk paramı ondan kazandım, ömrümün 35 yılı onunla ve rakamlarla geçti. Memuriyette sıkı bir muhasebeci, iş yaşamımda farklı bir yönetici oldum.

Ama, inanmışlık çalışma tarzımı şekillendirdi. Yapma azmi, en zor zamanlarımda bile bana düştüğüm yerden kalkmamı sağladı. İdealistlik hiç üstümden kalkmadı. İşimi yaparken hep dünyanın en ciddi mesaisini yapar gibi çalıştım. 

Bu arada yazarlık başka kılıklara girdi. Yıllık bilançolar, tablolar bana elime doğan evlatlarım gibi geldi. Rakamları sadece kullanmadım, onları yorumladım da. Grafiklerle dillendirdim. Okunsun okunmasın böyle  yüzlerce rapor yazdım çalıştığım kurumlar için. 

Velhasıl kağıt kokusu, kalem cızırtısı, daktilo tıkırtısı eksilmedi yaşamımdan. Okuma yazma üstü küllenmiş bir kor gibi uzak düşmedi zihnimden. Nihayet şimdi emekliyim. Özgürüm, herhangi bir amire ya da kuruma bağlı değilim. Sorumluluğunu taşıdığım bir personel de bulunmuyor. Kendimi sıkmama, frenlememe de gerek yok. Artık onca sene ötelediğim, sevdiğim şeyi yapabiliyorum. 

Bol okumak, araştırmak, öğrenmek ve çokça yazmak. Okudukça, yazdıkça da yenilenmek, çoğalmak. Yazarak dünyalar kurmak, o dünyaları herkesle paylaşabilmek. İçimdekileri açmak; yüreğimi, düşüncelerimi hayallerimi anlatabilmek için şimdi önümde hiçbir engel yok. Yapmak için yazmak. İşte benim için bütün hikaye bu.

Küçükken köy evimizin bahçesinde eski çiviler, kiremit parçaları bulurdum. Sanırım evimiz eskiden orada olan bir yapının kalıntıları üzerine yapılmış. Onlardan kendime bir oyun kurardım. Çivileri toprağa sıralı dizince bahçe gibi olurdu. Üstüne yanına kiremit parçaları konduğunda ise eve benzerdi. 

Annem babam sorarmış "Oğlum ne yapıyorsun ?" Verdiğim cevap bir çocuk için oldukça ciddi: "Dag yapıyorum !" Elimdeki taşla "tak, tak" vurarak onları toprağa çakıyorum ya, işte "dag yapmak" ondan.

Bu işi bazen samandan da yapıyordum. Komşu annenin arka bahçesinde kule haline getirilmiş saman yığınları vardı. Benim için harika bir oyun alanıydılar. Atlamak, yatmak, hoplamak ve oynamak için saman çok uygundu. Ayrıca, içi oyulabiliyor küçük evcikler de yapılabiliyordu. 

Bir gün işi biraz fazla abartmışım. Oyduğum bir mağaracığa küçük dal parçaları doldurarak fırın yakmaya kalktım. Kibriti çakınca saman parlayıverdi tabi. Kısa pantolon ve naylon sandalet ayakkabıyla denedim olmadı. O benim küçük ateşim saniyeler içinde genişlemiş alevler artık boyumu geçmişti. Tabana kuvvet eve kaçtım. 

Öğleden sonra uykularını hiç sevmezdim. Babam bahçede odun kesiyormuş. Alel acele anneme uyuyacağımı söyleyip üzerimi örttürdüm. Aklımca saklanmıştım. Biraz sonra gürültüler arttı. Yangın büyümüş, komşu annenin ahırlarına sıçramış, neredeyse evler yanacakmış. 

Söndürmek için bütün köylü seferber olmuş, tabi babam da. Ben korkudan uyumuşum. Annemin sarsmasıyla uyandım. Çok şükür yangın söndürülmüş. Ama yangını benim çıkardığımı  da öğrenmişler. Meğer yan bahçelerde çalışan biri benim oralarda oynadığımı görmüş. 

Annem doğru dışarda bekleyen babamın yanına götürdü beni. O günden sadece babamın kızgın halini, elindeki baltayı ve duyduğum korkuyu hatırlıyorum.

Böyle "yakma" sakarlıkları dışında oyun da olsa "yapmak" çocukluğumun en güzel anıları arasında. Mesela Başköyde o zamanlar bol bol ayçiçeği ekimi yapılırdı. Gündöndü dediğimiz bu bitkinin saplarından iyi araba olur. Özü kazındığında yeşilden kahverengiye dönmüş saplardan kayış gibi bir malzeme çıkar ki oldukça kullanışlıdır. On santim boyunda yıldız şeklinde birbirinin içinden geçirilmiş üç sapın üstüne geçirildiğinde ise gayet güzel bir tekerlek elde edilir. 

Gerisi hayal gücüne ve yeteneğe kalmıştır. Kağnı mı, kamyon mu, otobüs mü ?  Ön dingile monte edilmiş uzun bir mil, ucuna da tekerleğin büyüğü bir direksiyon taktın mı, oldu sana bir araba. Akşam üstü köy meydanı arabalarını birbirine gösterip caka satan çocuklarla dolar. 

Köy çocuğunun  cebinde, elinde çakı eksik olmaz. Bir çakı ve biraz saptan neler çıkar inanamazsınız. Bütün bunlar "yapma" ile ilgilidir. Zaten hayvan güden, tarlada ormanda çalışan çocuk yıkmayı, yakmayı bilmez.

Şanslı mıydık, garip mi ? O bakana göre değişir. O günler kepekle balık alınabilen, yumurtayla bisiklet turuna çıkılabilen bir zamandı. Çünkü para denilen şey pek görülen bir şey değildi. Süt yoğurt tereyağ satılır, şehirde pazarlık görülüp evin ihtiyaçları karşılanırdı. Değil araba bisiklet bile tek tük görülürdü. 

AVM vardı da biz mi gitmedik. Köy bakkalı yumurta karşılığı çocukları bir iki kilometre bisikletle götürüp getiriyordu. Tüketmeye değil üretilen şeylerin değiş tokuşuna dayalı bir yaşamdı.

Çocuk gözüyle boyum kadar yayın balığını eşeğin heybesinden çıkarıp bir teneke kepek karşılığı satan adam bugün gibi hatırımda. Babam onu yüksek bir yere kancayla asmış derisini yüzmüştü. Ulubat gölü kıyısından her geçişimde çocukluğumun bir kısmının geçtiği o köyü ve balık satıcısını hatırlarım. Sudan değer çıkaran, karşılık olarak aldığı kepekle hayvan yetiştiren, kısaca "yapan" üreten bir adamdı.

Radyoda yurttan sesler dinlerdik. Muzaffer Akgün'ün gür sesi o günlerden yüreğime işlemiş. Neriman Altındağ Tüfekçi'den türküler hala kulağımda. Türküyle güne başlayan, çalışan, türküyle oynayıp eğlenen insanlar arasında gözümü açtım ben. Türküleri hala severim.

O gün için teknolojinin görünen yüzü radyoydu benim için. Babamsa yukarda asılı aynayı gösterip "Bir gün gelecek bu radyoda gördüğümüz insanları da görebileceğiz" demişti hiç unutmuyorum. Allah rahmet etsin geleceği görebilen ufku açık bir insandı. 

Çok şükür ki Kur'an okunan bir evde büyüdüm. Daha beş yaşında Kur'an okumayı öğrendim. Babamla birlik camide namaz kıldım, müezzinlik yaptım. Onlar hem dünyalarını hem ahiretlerini "yapan" insanlardı. 

Tek kanatla uçulmayacağını, yol almak için iki kanat gerektiğini işte o çocukluk günlerimde öğrendim ben. Aslında yapmanın mayası çalınmıştı minik bedenime. Çok şükür ki aslını inkar eden haramzadelerden olmadım. Yazmam da bu yüzden; hayatıma renk katan, yönlendiren küçük ama büyük şeylere vefa borcum var benim.

Duyulsun, bilinsin istedim. Hislerimin karşılıksız olmadığına da yürekten inanıyorum.


Divan şiiri I
 albümüne yeni bir fotoğraf ekledi.

17 Ocak 2019

 
Arif isen etme bu fânî cihâna i'tibâr
Görmedi kimse vefâsın olmadı hîç pâyidâr
Kimseye bu dâr-ı mihnet olmadı dârü'l-emân
Sen emîn olma göñül bend etme zinhâr zinhâr
Çün misâfir-hânedir konan göçer bî-iştibâh

Añladınsa oña göre et tedârik kalma hâr
Gelen bu fâniye 'üryân gelir gider 'üryân
Metâ' u mâl u benûn hemân zîb-i cihânım var
Adile sultan
------------
Eğer arif isen bu fani dünyaya itibar etme. Çünkü kimse görmedi vefasını buraya yerleşmedi.
Kimse için güvenli bir yer değildir. Bu yüzden de gönlünün buna bağlanmaması gerekir.
Çünkü bu dünya bir konuk evidir; konan elbette bir gün göçecektir. Buraya insan çıplak gelir, çıplak çıkar

https://www.antoloji.com/kadin-sairlerimizden-adile-sultan-siiri/?fbclid=IwY2xjawH283dleHRuA2FlbQIxMAABHaUGXg_l6ALSsOaZirsrmyCGxZMro8kVrNx75QFfnT_dH0nGy6EYpeam-w_aem_SpBmhnjfnk3XTUDU3Zqxog#google_vignette


17 Ocak 2021 Pazar 21:30 ŞİİR VE TÜRKÜ.............................................Havada kar sesi var

Havada kar sesi var

Bu iklim değişikliği filan derken mevsimler bir iki ay ötelendi galiba. Neredeyse Ocak bitecek kar ancak yağdı. Hemen herkeste heyecanlı bir bekleyiş, sevinçli bir karşılayış gözleniyor. Demek herkes karı özlemiş. 

Duygularda bir yoğunluk var nedense. Duyguları en iyi yansıtan araçlar da şiir, şarkı ve türküler. Ben de dışarda lapa lapa yağış sürerken karla ilgili olanları bir çırpıda toplayıp sunmaya karar verdim. 

Kulağımda ilk çınlayan türkü de "Havada da kar sesi var" oldu: "Havada da kar sesi var/Başında da mor fesi var/Açın bakın şu konağı/İçinde de yar sesi var" (Havada da Kar Sesi Var/Erkan Oğur, İsmail Hakkı Demircioğlu)  Şair Cahit Sıtkı Tarancı da "Kar ve Hatıralar"şiirinde kar yağışını sevinçle karşılayanlardan. O duygu yoğunluğunu gözünde hatıralar uçuşarak yaşıyor: "Bir rüya görür gibi gözümde sevinçler var/ Beyaz bir sükut işte: kar yağıyor, kar, kar, kar/Sanırım ki uçuyor gözümde hatıralar/Beyaz bir sükut işte: kar yağıyor, kar, kar, kar…"

İçi içine sığmayanlara sözcülük edenlerden birisi de Barış Manço. "Kara Sevda" adlı şarkısına Nasıl anlatsam? diye başlamış: "Nasıl anlatsam bilemiyorum, içim içime sığmıyor/O deli dolu, neşe dolu kişi ben değilim sanki/Dışarısı buz gibi lapa lapa kar var, benim içim yanıyor" Kar yağışını ağlama nöbetlerine fon müziği yapanlar da var tabi ki. Tıpkı; "Karlar düşer/Düşer düşer ağlarım/Hep ismini/Hep ismini anarım" diyen şarkıcı Akrep Nalan gibi.

Pencereden yağan karı seyrederken sevdiğini özleyenler çok. Bir vakitler epey meşhurdu bu şarkı. Adamo da söylemişti: "Her yerde kar var kalbim senin bu gece/Belki gelirsin sen bakarken pencereden/Gözler yanlız özler/karda senden izler" (Her Yerde Kar Var/ Nilüfer ) Gurbette kar yağarsa ne olur? Hele de sevdiğini eller almışsa? 

İşte pencereden bakan çaresiz gurbetçi bakın neler demiş: "Pencereden kar geliyor aman annem/Gurbet bana zor geliyor/Gurbet bana zor geliyor aman annem/Gurbet bana zor geliyor ben oleyim/Sevdiğimi eller almış aman annem/O da bana ar geliyor/O da bana ar geliyor aman annem/O da bana ar geliyor ben oleyim/Bu nasıl zalım yaraymış aman annem/Beni senden ayırdılar/Beni yardan ayırdılar aman annem/Beni yardan ayırdılar ben oleyim" (Pencereden Kar Geliyor/Erkan Oğur)

Nida Tüfekçi'nin derlediği bir Sivas yöresi türküsünde kar yağarken yarinden haber bekleyen aşık adeta sazının telleriyle konuşuyor: "Kar Yağar Bardan/Yollar Kapandı Kardan/Ne Gelen Var Ne Giden/Haber Gelmedi Yardan/Kar yağar kar üstüne/Derdim var dert üstüne/Cellat boynumu vursa/Yar sevmem yar üstüne/Amman ey amman ey/Halım yaman ey/Seni gelin getirem/Arpa buğday zaman ey/Kar yağar ayazlanır/Gün doğar beyazlanır/Ben yarimi görmezsem/Şu gönlüm marazlanır" Kar yağsa, ayaz olsa da sonunda bahar olur yaz gelir değil mi? Arpa buğday hasat zamanı sevdiğini gelin getirmeyi hayal eder aşık pencereden bakarken. 

Corona sıkıntısı üstüne bir de kuraklık endişesi yaşanıyor. Kar yağışına biraz da bu yüzden seviniliyor elbette. Çünkü kuraklık umutsuzluğu çağrıştırıyor. Bakın bir şairimiz bu durumu nasıl özetlemiş: "Kar var yaşadığımız günlerde/Umutsuzluk çevremizi kuşattı/Kıtlık kıran gündemde" (Kar/Metin Altıok) Bugünlerde sesini özlediğimiz Müslüm Gürses'i de analım bu vesile ile. Çok bilinen bir türküyü o da seslendirmişti: "Şu dağlarda kar olsaydım, olsaydım/Bir asi rüzgâr olsaydım, olsaydım/Arar bulur muydun beni, beni/Sahipsiz mezar olsaydım, olsaydım" (Dağlarda Kar Olsaydım/Müslüm Gürses)

Bir başka şairimiz "uyandırmayın beni" diyor kar yağarken."Ne sabahtır bu mavilik, ne akşam!/Uyandırmayın beni, uyanamam/Kaybolmuş sevdiklerimiz aşkına/Allah aşkına, gök, deniz aşkına/Yağsın kar üstümüze buram buram…" (Kar/Ahmet Muhip Dıranas) Biz de aynen öyle diyoruz: "Yağsın kar üstümüze buram buram…" kimi özleyen, kimi seven, kimi bekleyen milyonlarca insan gibi. Küçücük çocuklardaki inanılmaz kar sevinci gibi. 


18 Ocak 2021 10:30 Pazartesi CORONA GÜNLERİ...............................Karla gelen bereket

Kar duası

Kuraklığın çaresi büyük ölçüde kar yağışında. Bereketin kaynağı da öyle. İnsanımız o yüzden yağmur yağarken ona “rahmet”der. Kar yağarken de “hastalıklar kırılsın, bereket olsun inşallah” derler.

Allaha hamd olsun bütün yurtta kar yağışı başladı. Diliyoruz ki barajlar dolsun, ekinler kansın, kuruyan çeşmeler aksın. Kar sadece çocukların sevinci değil, çiftçilerin, şehirlerin, siyasilerin de umudu. Evet, kar yağınca bazı köy yolları kapanır, ulaşım aksar ama neticede bu beklenen bir şeydir. Kışın kışlığını yapması gerekir.

Karın adeta bir yorgan gibi örtmesi lazımdır nebatatı. Baharda yeşillenmesi buna bağlıdır tabiatın. Baharın yazın dağlardan inen buz gibi sular eriyen kardır, onun bereketidir. Göller onunla dolar, pınarlar göz göz olur patlar. Çeşmeler gürleyip akar yaz boyu. Kar bu yüzden kıymetli bir nimet, değerli bir lütuftur yaradandan. Hem sadece insan değildir ondan yararlanan, o beyaz örtü kurdu kuşu bitkiyi ekini hep beslemiştir doyasıya.

Bu yüzden yağmur duası gibi kar duası da vardır. Mesela Erzurum’da cuma hutbesinde suyun tasarruflu kullanımına dikkat çekmiş imamlar.  Namazdan sonra  yağmur duasıyla beraber kar duası da edilmiş.

"Ya Rabbi topraklarımızı rahmetine gark eyle, bol bereketli rahmetler, yağmurlar, karlar nasip eyle. Ya Rabbi esirgeme bizden nimetini, gönder gökten rahmetini, lütfet bize inayetini. Çorak ve kurak topraklara bolluk ve bereket kaynağı eyle Allah'ım. Ya Rab bize yağmur ver, bize rahmet ver. Ya Rab, bize kar ver. Ya Rabbi, kilidi mülki İslam’ın diyarı olan Erzurum'a bereketli karlar nasip eyle. Ya Rabbi karlar nedeniyle çiftçilerimizi, milletimizi şenlendir. Vadilere, tepelere susuz kalmış arazilere, tüm beldelere rahmetinle hayat ver."

Bu konuda yarı manzum bir başka dua daha var: “Ya Rabbim; Müminlerin hayır duasına/Kafirlerin mahşer azabına/Melaikelerin kanat çırpmasına/Kulak ver rahmetsiz koyma Ya rabbim.

Ademoğluna çamurdan şekilde veren Yüce Rabbim; Camdan semayı gözlemeyen tüm yavrulara/İşten güçten bitkin duruma düşen kullarına/Senin beyaz rızkını yağdır, onları mesut et/Top top kar yağdır Ya rabbim Allah'ım, Amin”


Karda olanlar

Yaşananlar herkesin durduğu yere, baktığı açıya göre farklı olabiliyor. Kar yağışı bir çocuğa göre farklı, çalışmak zorunda olan bir erişkine göre daha farklıdır. Yollarda olanlar kar eziyetinden söz edebilirler, evinde pencereden bakanlarsa kar ilhamından.

 

Kaloriferli evde pencereden dışarıda lapa lapa yağan karı seyretmek başkadır, kırsalda sobanın başında ısınmaya çalışmak başka. Yakacak odun kömürü olmayan insanın kar yağmasın diye dua etmesi ne kadar normalse, ektiği ekinin bereketli olmasını isteyen çiftçinin kar duası etmesi de o kadar normal.

Kar yağdığında bütün televizyon kanalları ulaşımdaki yoğunluğa, trafik sıkışıklığına, araçların kaymasına, kazalara odaklanıyor. Büyük kentlerdeki karla mücadeleye, insanların işlerine gidebilme uğraşına ve karda kayıp düşenlere yer veriyorlar bol bol.  

Oysa yolu kapanan bir köy bambaşka bir telaşın içindedir. İş makinalarının gelip yollarının açılmasını beklerler. İlçeye gitmeleri gerekir, sağlık sorunları olabilir. Olmasa bile yolun açık olmaması dış dünyaya kapanmak anlamına gelir onlar için.

Büyük kentlerin belediye başkanları bir taraftan yolların buz tutmaması için tuzlama yapmak, trafiği açık tutmak için uğraşır, öbür yandan da karın bol bol yağıp barajların suyla dolmasını diler içinden. Normalde kar yağınca çocuklar okulların tatil olmasını dilerlerdi. Şimdilerde uzaktan eğitim herkesi bunaltmış durumda bir an önce coronanın bitip okulların açılmasını istiyor.

Karda kayıp düşenler nedense beni bi hayli güldürür. Kendim düşsem bile bu böyledir. Kar üstünde mütereddit yürüyen insanların bir anda ayaklarının yerden kesilmesi bütün fiyakamızı alaşağı eder. Soğuktan ellerini ceplerine sokmakla, ayakların kayıp savunmasız yere kapaklanmak birbirine çok tezat şeylerdir.Özellikle de etraftaki kar manzaralarına dalıp önüne dikkat edemediği için kayıp kıçüstü düşen insanların görüntüsü oldukça komik olur.

Manzara dedim de gerçekten kar yağışı seyredilmeye değer bir tabiat olayı. Beyaz örtü altında şehirler ayrı güzel, kırlar daha farklı güzel. Şimdi herkesin elinde kameralı cep telefonları var. Her an milyonlarca fotoğraf çekilip sosyal medyada paylaşılıyor. Kar yağışının başlamasıyla beraber bir fotoğraf yağmuru başladı ki sormayın gitsin. Hatta bir mahalli gazete en güzel on kar fotoğrafına abonelik sözü bile vermiş.

Bu sevinç, bu keyif sadece bir özleme değil bana göre. Karın kendisi gerçekten de güzel. Hatta kar taneleri bile başlı başına bir sanat eseri. Lapa lapası başka, ince incesi başka, tipilemesi başka. Kar yağdığında akla hemen kartopu oynamak, kardan adam yapmak geliyor. Hem de sadece çocukların aklına gelmiyor bu, yetişkinler de aynı heyecanı duyuyorlar. Bakmayın çocuklarına yardım etmek, torunlarıyla oynamak bahanesiyle belki de çaktırmadan içlerinde kalan özlemleri gidermeye çalışıyor olabilirler.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder