Malazgirtten Akdeniz'e
26 Ağustos Çarşamba; coronavirüs musibeti tehdidi altında yaşadığımız 170.nci gün. Salgın yayılımı ile ilgili haberler pek iyi değil, bu yüzden hükümetin kına gecesi, sünnet, nişan ve düğünlerle ilgili kısıtlama kararını hiç kimse yadırgamadı. Olması gerekiyordu.
Nişanlanma arefesinde olan, evlenecek olan genç kardeşlerime üzülmüyor değilim. Evlatları için mürüvvet görmek, çocukları için sünnet merasimi yapmak isteyen ailelere de hak veriyorum. Onların hayal kırıklıklarını hissetmemek mümkün değil. Ama onlar da anlamalı ki bu tedbir onlar içindir.
Hadi kendilerini korudular diyelim, akrabalarının, arkadaşlarının, dostlarının vebalini elbette ömür boyu taşıyamazlardı. Bu günler de geçecek elbette, hayatımızda daha çok böyle güzel anlarımız olacak. Şimdi sabır, yani direnme, ayakta kalma zamanı.
Böyle zor zamanlar yaşayan sadece biz değiliz. Mesela bugün vatan olarak bildiğimiz, üzerinde gururla dolaştığımız Anadolu için de böyle çok bedeller ödenmişti geçmişte. Ama işte bütün acılara, saldırılara, fitne ve fesata rağmen buradayız ve ayaktayız. Yine de öyle olacağız inşallah.
26 Ağustos aynı zamanda hem Malazgirt zaferinin, hem de Büyük Taarruzun yapıldığı gün. Yani ilki bu milletin kendisine Anadolu kapılarını açışının 949.ncu yılı. Diğeri de Başkomutan M.Kemalin "Ordular ilk hedefiniz Akdenizdir, ileri!" emrini verdiği 26 Ağustos 1922'deydi. Onun da üzerinden neredeyse bir asır, yani 98 yıl geçti.
Neredeyse bin yıl önce Büyük Selçuklu Hükümdarı Alparslan ile Bizans İmparatoru IV. Romen Diyojen arasında gerçekleşen Malazgirt Muharebesi Anadolu'nun kapılarının kesin olarak açılmasını sağladı. 26 Ağustos 1922'de Afyonkarahisar - Kocatepe'de başlayan ve 9 Eylülde sonuçlanan Büyük Taarruz ile de muzaffer ordumuz Akdeniz'e kadar işgalcileri süpürüp İzmir'den denize dökmüştü.
Ağustos Zaferler ayı
Yine kaşınıyorlar. Birileri geçmişlerini unutmuşa benziyor. Başkalarının ittirmesiyle zafer kazanılmayacağını öğrenememişler. Ya tarihten ders çıkaramıyorlar, ya da iradeleri başkalarının elinde.
Bu topraklar nice Haçlı sürülerine mezar oldu. Maraş, Antep bir avuç vatanseverle Fransızları söküp attı bağrından. Erzurum gelen düşmana karşı duvar oldu, tabya oldu. Nene hatunlarıyla geçit vermedi. Çanakkalede İngiltere, Fransa ve daha bilmem ne bela yedi düvel denizin dibini boylamamış mıydı? Öldü sandıkları millet küllerinden yeniden doğup "Ya İstiklal, ya ölüm!" diyerek birilerini Akdenize kadar kovalamamış mıydı?
Kıbrısı türlü katakulle ile elimizden alanlar hala doymamış görünüyor. Daha dün gibi Kıbrıs'ta 8 Ağustosta başlatılan II.Harekatla yedikleri tokadı ne çabuk unuttular. Bakıyorum da bazı fırıldaklar yine birilerinin üfürdüğü rüzgarla dönüyor. Ama yapamayacaklar, haklarımıza sahip çıkmamızı engelleyemeyecekler. Yavru vatan gibi Mavi vatan da yalnız değil. Atı alan üsküdarı geçti, Türkiye artık o bildikleri ülke değil. Bir kere daha bütün işbirlikçileri ile Akdenizin mavi sularında kaybolup gidecekler. Bu al bayrak orada şerefle dalgalanacak, yeni müjdeler taşıyacak hep milletine. Birileri de selam duracaklar önünde.
Unutanlara hatırlatalım. Ağustos ayı bizde zaferler ayı olarak bilinir. Malazgirt Meydan Muharebesi 26 Ağustos 1071'de, Otlukbeli Muharebesi, 11 Ağustos 1473'te, Çaldıran Meydan Muharebesi 23 Ağustos 1514'te, Mercidabık Zaferi 24 Ağustos 1516'da, Belgrad’ın Fethi 29 Ağustos 1521'de, Mohaç Zaferi 29 Ağustos 1526'da, Kıbrıs’ın Fethi 1 Ağustos 1571'de, Sakarya Meydan Savaşı 23 Ağustos 1921'de ve Büyük Taarruz da 26 Ağustos 1922'de başlamıştı.
Tarihten aldığımız en büyük derslerden biri; sefere çıkarken mutlaka içeride birliği sağlamak gerektiğidir. Bu hemen hemen tümü Türk kökenli beyliklerle dolu Anadolu coğrafyasında bile son derece hayati bir öneme sahipti. Hatta bu yüzden sefer sırasında içeriden bir ihanet görmeden savaşın akibeti belli olmazdı.
Buna açık bir örnek iki Türk Hakanı Timur ve Yıldırım Bayazıt'ın Ankara meydan savaşıdır. Bu savaş içeride birliğin tam sağlanamaması ve son anda saf değiştiren beyler sebebiyle kaybedilmiştir. Yıldırım Bayazıt'ın esir düşmesi ve sonra da vefatı Anadoluda tam 11 yıl süren bir fetret devrine yol açmıştı. 1413 yılında yeniden birliği sağlayan Sultan Mehmet Çelebi bu yüzden Osmanlı devletinin ikinci kurucusu sayılıyor.
Şimdilerde bize bu kadim dersi hatırlatan fitne fesat kazanları harlatıldığını görüyor, duyuyoruz. Ağustos ayı zaferleri arasında geçen Otlukbeli savaşının yine iki türk soyu arasında geçmiş olmasını diline dolayan birileri inanılmaz hezeyanlar savuruyorlar. Neymiş; "Otlukbeli savaşında ölenler Oğuz Türklerinden olan Akkoyunlular, onları öldüren de Türk düşmanı Fatih" imiş. Hainin, ihanetin soyu sopu mu olur? Bu milletin tarihinde devletinin hep kendi içinden yıkılmış olduğu bir gerçek. Dışarıdan sonuç alamayan düşman hep içeriden vurdu. Çünkü elde ettiği hainler vasıtasıyla kaleyi içten yıkmak daha kolaydı. Bu yüzden kazanılan zaferlere bakıldığında da önce hainlerin ve ihanetin cezasının kesildiği görülür.
Bir fitne fesat üfleyicisi vatandaş "Osmanlı benim atam değil" demiş, hızını alamamış kendince muhatap aldığı birilerine de "Osmanlı seviciler" yaftası asmış. Diyor ki: "Burası Türkiye cumhuriyeti, çok seviyorsanız defolup gidin bu ülkeden bize bu toprakları ecdadımız kanlarıyla canlarıyla bıraktı. Benim atalarım belli ve Allah atalarımdan razı olsun onların sayesinde bu cennet vatanda özgürce yaşıyoruz." Bu düşünce kin ve nefretin bir insanın ne kadar da gözünü karartabildiğini gösteriyor. O yüzden de kaynattığı kazanda fokurdayıp duruyor.
Boşuna uğraşıyor aslında. Çünkü, bizim ecdadımız Cumhuriyet sonrası Cumhuriyet öncesi diye ayrılamaz. Hatta sadece Türk soyuyla da sınırlamak diğer etnik kökenli Türkiye vatandaşlarına büyük haksızlık, belki de hakaret olur. Bu coğrafya tarihten süzülüp gelen Selçuklu, Osmanlı varisi, üç kıta bakiyesidir. Türkiye Cumhuriyeti bu anlamda asla soysuz, sopsuz ve köksüz değildir. Onun kökleri elbette Atatürk'e, Elbette Fatih'e, elbette Alparslana ve elbette daha derinlere uzanmaktadır.
İnsan doğrusu böyle hadsiz zırvaları görünce irkiliyor. Bu ne şimdi? Zaferler ayında habire deşilecek başka yara, kaşıyacak başka çıban arayanlar hangi elin düdüğünü çalmaktalar acaba? Bu yaptıklarının dış saldırılara karşı her alanda mücadele edilirken herhangi bir faydası var mı? Birliğimize, beraberliğimize bir dinamit de siz mi koymaya çalışıyorsunuz? Bu nasıl fitne fesat, nasıl bir hezeyan hali?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder