
"Oku!" Kur'an'ın ilk emri. İslamın bu ilk adımının böylesine kesin, net ve açık bir emirle başlamış
olması çok ilginç. O andan itibaren çıkılacak bir yolculuğun,
daha doğrusu asıl olandan sapılmış, savrulmuş bir noktadan tekrar ana yola çıkışın işaret fişeği gibi.
Cenab ı Hak İslam nimetini tamamlamak üzere Hıra dağındaki mağarada uzlette bulunan bir
adama "Seni elçi
olarak seçtim. Git vazifeni yap ama önce 'Oku!'…"diye sesleniyor. Dikkat
ediniz aylardan ramazan ve kendini izole etmiş bir 'insan' dan bahsediyoruz.
İçinde bulunduğu cahiliye toplumundan, onun bulaşıcı virüslerinden korunmak
üzere gönüllü karantinaya girmiş birinden.
Ben nasip oldu o dağa çıktım. Hiç te basit bir
yükselti değildi. Sabah namazına doğru tepeye tırmanmaya başladık. Hava henüz
aydınlanmamıştı; karanlık, serin ve ürkütücüydü. Kıvrılıp yükselen taş
merdivenlerden oluşmuş dar bir patikadan gidiyorduk. Bir ara nefesim kesilir
gibi oldu, ama 'Ya Allah!' diye diye tırmanmaya devam ettim. Tepeye
vardığımızda Mekke'ye ve bütün vadiye hakim olduğunu gördüm. Manzara gerçekten
de muhteşemdi. Taraça gibi bir yerde oturup etrafı gözlemledim. Aşağıda
insanlar mağaraya girmek için izdiham halindeydi. Doğrusu buraya kadar
gelmiştim ama orayı görmeye mecalim yoktu. Etrafıma bakıyor; 1400 yıl önce
böyle bir dağa, karanlık dar bir mağaraya kapanmış yalnız bir adamın
hissiyatını anlamaya çalışıyordum. Buraya o zaman nasıl inip çıkabildiğini
düşünmek bir yana, sabahın yarı aydınlığında bile ürpertici haliyle burada
nasıl geceleyebildiğine inanamıyordum. Değil ki gecenin içinden gelen
"Oku!" sesiyle nasıl korkmuş olabileceğini size anlatabileyim. Ama o
nokta, o hitap ve o resul İslamın meşalesi olmuştu işte. Ademden, Nuh'tan,
İbrahim'den beri gelen ilahi davetin yine günyüzüne çıkmasının başlangıcı
olmuştu.
Bugün ülkemizdeki Corona günlerinin 51. cisi. Bizler
de evlerimizde uzletteyiz. Ramazan ayındayız ve Kur'an okurken, dinlerken
"Oku!" hitabının ne manaya geldiğini daha iyi anlayabiliyoruz.
Okumanın böyle günlerde ne denli yararlı, yenileyici ve diriltici olduğunu bir
kez daha fark ettik. O bize eşlik ediyor, biz de onunla arınıp şarj oluyoruz.
Şunu öğreniyoruz ki; 'Okumak anlamanın kapısıdır. Anlamak da benimsemenin. Bir
şey benimsenmezse inanmak da olmaz'. İnanmayan adamın bu yolda işi ne?
Anlıyoruz ki; inanmak taraftarlığın ve yoldaşlığın
temelidir. Birlikte yol almayı, düşünmeyi, fikir üretmeyi ve hayata tutunup
katkıda bulunmayı mümkün hale getirir. Zira okumadan anlamak mümkün olmadığı
gibi, anlamadığımız bir konuda fikir sahibi olmak da mümkün değildir. Ayrıca,
benimsemediğimiz bir konuya inancımız niye olsun ki? Fakat inancımız varsa her
türlü zorluğa karşı devam etme gücünü de kendimizde bulabiliriz. Bu dini
konularda da, siyasette de aynıdır. Herhangi bir hareketin ya da fikrin taraftarı
olmak, onu desteklemek için de gereklidir.
Fakat altı boş bir desteğin ne gücü ne de bir katkısı
olabilir. Ancak okuyan, anlayan, benimseyen, inanan, aktif destek ve katkı
verenlerle birlikte büyük hedeflere yürünebilir. Öte yandan net, açık,
billurlaşmış, yararlı katkılar vermek herkes için bu kadar kolay değildir.
Birlikte yürünüyorsa; işte o okumalar sayesinde başlangıçta istişare manasında,
giderek görüş ve öneri mahiyetinde alış verişler olur. Daha sonra da olumlu
katkılar artar. Hiç kuşkusuz bunlar yolumuza birer mum gibi de olsa şavk verir.
Böylece hiç değilse ateş böcekleri gibi parlayıp bir ışık deryası olunabilir.
Virüsün öğrettikleri
bize Mart ayı başında teşrif etti. Bugün neredeyse iki aydır
onunla köşe kapmaca, saklambaç oynuyoruz. 'Tıp' oyununu
bilir misiniz? Hareketli bir grup içlerinden birinin 'Tıp!' demesiyle aniden donar.
Herkes nasıldıysa öylece
kalmıştır. Mart ayının sonunda da neredeyse küresel ölçekte bir tıp oyununun içinde bulduk kendimizi. Uçuşların iptali, sınırların
kapatılması, evde çıkmama, ulaşım kısıtlamaları, sokağa çıkma yasakları ve karantinalar
birbiri peşisıra geldi. Başlangıçta olay biraz değişik, biraz da spontaneydi.
Ancak ölüm haberleriyle birlikte salgının vahameti de ortaya çıktı. Gün gün
yayınlanan güncel korona virüs tablolarını adeta nefesimiz tutularak izlemeye
başladık. 1 Nisan geldiğinde kimsenin oyun oynamaya, şaka kaldırmaya hali
kalmamıştı. Hala şaşkındık; biri çıksa da tüm
dünyaya seslense: "Nisan biiiiirr! Her şey şakaydı!.." deyiverse ne
olurdu acaba?
Süreç ilerledikçe aile tragedyaları, bireysel
serenadlar işitilmeye başlandı. Evlerine kapanan insanlar yalnızlıkla ve
çaresizlikle tanıştılar. Konuşmak için dört duvar, gezinmek için odalar arası
dolaşmalar keşfedildi. Herhalde bu dönem en çok tüketilen şey çay olmuştur.
Demlik demlik çaylar yapılıp içildi. İşten gelip yemek üstüne bir bardak içilen
çayla hiç alakası yoktu o sıcak renkli sıvının. Dostlarla, arkadaşlarla içilen
kahveler çaylar özlenmeye başladı. Ne büyük nimetmiş "çayı koydum gel"
diyebilmek bir komşuya. Derin sohbetler etmek akrabalarımızla çay kaşıklarının
sesleri arasında.
Aile büyüklerini ziyaret edip ellerinden öpebilmek,
sarılmak, birlikte vakit geçirmek meğer ne güzel şeymiş. Dışarı çıkıp parkta
dolaşmak, bir bankta oturup hiç tanımadığımız biriyle muhabbet etmek ne kadar
da özel anlarmış.
Yada bir bankta yalnız başına oturabilmek güneşli bir
günde. Ne güzelmiş çiçek açan ağaçların, mis kokulu çiçeklerin altında
yürüyebilmek. İçine çekerek kokusunu doya doya baharın. Ne güzelmiş, yağmurda
yürümek bir şemsiyeyle. Çarşı pazar dolaşmak, vitrinleri seyretmek, eve eli
kolu dönmek nasıl da özlenirmiş. Çocukları okula göndermek, her gün katlanılan
eziyetine rağmen küçükleri kreşe götürebilmek ne büyük mutlulukmuş. Ne büyük
nimetmiş hafta sonları çocuklarla bir parkın yolunu tutmak. Onların salıncaktaki
gülümseyen yüzlerini seyredebilmek. Ne büyük nimetmiş her gün farkında olmadan
gidip geldiğin o cadde. Selam verip tanıdıklara geçtiğin ama göremediğin sokak.
Denizi seyredebilmek, gökyüzünde süzülen kuşlara çevirip yüzünü; düşünmek…Ne
kadar da güzelmiş.
Böylece birdenbire sahip olduğumuz şeylere şükretmeyi
hatırladık galiba. Kendimize şu üç günlük dünyada her şeyi dert etmemeyi telkin
etmeye başladık yoğun olarak. Her şeyin başı sağlıkmış anladık, hem de çok fena
anladık. Hayatımız ipliğe bağlıymış. Ne terör, ne atom bombası ne de üçüncü
dünya savaşı aklımızda kaldı. Görünmez bir virüs bütün dünyayı tehdit
edebiliyor, yüzbinlerce insanı katledebiliyormuş anladık. Virüsün zalim mazlum,
zengin fakir, güçlü zayıf ayırd etmediğini gördük. Dünya üzerinde kibirle
yürüyenlerin nasıl da pıstığını, korktuğunu, ellerinden gelse kırk kapılı
muhkem tahkimatların arkasından çıkmayacaklarına şahit olduk. Bir anda dünyamız
tepetaklak oldu. Bir ses duyduk derinden: "Akıllı ol İnsanoğlu! Her şeyin
sahibi değilsin, şimdilik misafirimsin o kadar!"
Acaba, dünyayı sarsan bu salgın, insanoğlunun biraz
olsun aklını başına getirir mi? Sevgiyle sarılabilmenin, kimseden kaçmadan
özgürce dolaşabilmenin kıymetini öğretir mi? İşimize, okulumuza, istediğimiz
her yere gitmenin yasak olmadığı bir sabahın değerini anlar mıyız? Malın
mülkün, gücün ve paranın her şey olmadığını en büyük zenginliğin sağlıklı ve
huzurlu bir yaşam olduğunu idrak eder miyiz? “Yaşlılar ölsün bize ne,
yaşamışlar zaten yaşayacakları kadar“ diyebilenleri gördükten sonra onlara daha
bir sarılır, daha bir özen gösterir miyiz? Böyle bir zamanda bile yalan ve
gerçek dışı haber paylaşanlara bir daha o meydanları boş bırakır mıyız?
Fırsatçıları, karaborsacıları ve sahtekarları barındırır mıyız yine içimizde?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder