
Sıla-i rahim
Sözlüğe göre ‘Sıla’ kelimesi bağ, ilişki anlamına geliyor. İnsanlar
arasındaki soy birliği, akrabalık bağı” manâsındaki rahm/rahim yada çoğulu olan
‘erhâm’ kelimesi ile sıla-i rahim terim olarak kan bağı ve evlenme yoluyla
oluşan akrabalık bağlarını yaşatma, akrabalarla ilişkiyi sürdürme, haklarını
gözetme, onlara ilgi gösterme, iyilik ve yardımda bulunma, ziyaret etme şeklinde
açıklanıyor. Bu manâda sıla-i rahim, kişinin akraba ve yakınlarına karşı
insânî, ahlâkî ve sosyal sorumluluklarını ifade ediyor.
İnsanlar, değişik renklerde, farklı isimlerde fakat aynı bahçenin gülleri.
Bu çeşitlilik içerisinde herkesin birbirine karşı yakınlığı ve ilişki derecesi elbette
farklı farklı. Ancak davranışlarımız, kendi yakınlarımız ve ilişki durumumuza göre
şekil ve anlam kazanıyor. Herkes bilir ki, en yakınlarımız elbette;
anne, baba, dede-nine, kardeşler, torunlar, amcalar, halalar, teyzeler ve diğer
yakınlarımızdır. Bunları adeta bir ağacın kökleri, gövdesi ve dalları gibi
görmek yanlış olmaz. Bir ağacın gövdesi, dalları ve kökleri arasındaki ilişki
neyse akraba arasındaki ilişki de böyle bir bağdır. Dolayısıyla asıl olan, bu
ilişkinin koparılmayıp, aksine sağlamlaştırılmasıdır.
Birçok ayet ve hadiste akraba ilişkilerinin sürdürülmesi ve haklarının
gözetilmesi emrediliyor. Allah’a karşı gelmekten ve akrabalık bağlarını
koparmaktan sakınmamız isteniyor. Allah’ın, adaleti, iyilik yapmayı ve
yakınlara yardım etmeyi emrettiği bildiriliyor. Genel olarak dinimiz, bir
taraftan akraba ilişkilerini mümkün mertebe kuvvetlendirmemizi, onlardan muhtaç
konumda olanları koruyup kollamamızı emrederken, diğer taraftan da yakınlarla
ilişkilerimizi koparmamızı yasaklıyor. Bu çerçeveden baktığımızda sıla-i rahimi
sürdürmenin farz, kesmenin haram olduğu çok açık. Sıla-i rahim görevi ya onları
ziyaret ederek, maddî ve manevi yardımda bulunarak, sevinçli ve acılı
günlerinde yanlarında olarak, ya da onlara fiilî veya sözlü olarak her hangi
bir zarar vermemek, kötülememek, unutmamak ve dargın durmamak şeklinde ifa
edilmiş oluyor.
Kuşkusuz ziyaret, akraba ile bağımızı koparmamanın en kolay yolu. Nice
anne-babalar, akrabalar hasretle bir dost, bir yakın ve elbette evlat yolu
gözlüyorlar. Ancak maalesef günümüz şartlarında gerek akrabalarımız gerekse
diğer insanlarla ilişkilerimiz gün geçtikçe zayıflamakta. Ahlakımız,
ticaretimiz, sanatımız, dinlenme ve eğlence kültürümüz, insanî ilişkilerimiz
gittikçe yozlaşmakta. Bunun en önemli sebebi modern dünyanın bizlere dayattığı
hayat tarzı ve kendi değerlerimizden uzaklaşmamız olsa gerek. Ne yazık ki
günümüz kent yaşamında akraba ilişkilerinin zayıfladığı, hatta kaybolma
noktasına geldiği görülebiliyor. O kadar meşgul ve kendi dünyamızda yalnızız
ki, diğer insanları ve onların problemlerini gün geçtikçe daha az hatırlıyoruz.
O kadar bireysel yaşıyoruz ki, huzuru da, sevinci de, üzüntüyü de paylaşmayı
unuttuk. Oysa sorunlar, üzüntüler paylaşıldıkça hafifler. Aynı şekilde
sevinçlerimizin de yakınlarımızla paylaştıkça arttığına hep şahit olmuşuzdur.
Konuya bir başka açıdan yaklaştığımızda dilimizde ‘sıla’ kelimesinin insanın doğup büyüdüğü ya da bir süre ayrı kaldığı yer anlamına geldiğini de unutmayalım. Öyle ki sıla, eskiden beri Anadolu insanının dilinde gurbetteki bir kimse için doğup büyüdüğü ve özlediği yer, yani ‘memleket’ anlamına kullanılmaktadır. ‘Memleket’ kavramı esas itibariyle bir devletin egemenliği altında bulunan toprakların bütünü, ülke anlamına geliyor. Hatta o ülkede yaşayan tüm bireyler de aynı kavrama dahil sayılıyorlar. Bu manada çoğu zaman kişi için doğup büyüdüğü ülke, yurt, bölge, yurt ve yer ‘memleketim’ kelimesiyle ifade ediliyor. Bu bakış açıyla doğduğu yerden uzaktaki insanlar, yani gurbette yaşayanlar için ‘sıla-i rahim’ akrabalık bağından daha fazla bir anlam taşımakta. Yıllardır ‘sıla’mdan yani ‘memleket’im Susurluk’tan uzakta yaşıyorum. Yatılı okul, üniversite, 35 yıl gurbette memuriyet ve nihayet emeklilik dönemim doğduğum yerden uzaklarda geçiyor. |
|
Elbette sıla-i rahim sebebiyle alakam hiç kesilmedi. Her geçen yıl benden büyük akrabalarım giderek azalsa da köklerimin orada olduğunu biliyorum. Akranlarımın çoğu hayat mücadelesi nedeniyle orada değiller, yeni gençleri neredeyse hiç tanımıyorum. Bu yüzden gittiğimde kendimi yalnız ve yabancı hissetsem de nihayetinde oraya ait olduğumun farkındayım. “Nerelisin?” diye soranlara “Susurlukluyum” demeye devam ediyorum. Orada olmasam da kalbim Susurluk’la beraber. Gelen haberleri izliyorum, hakkında yazılanları okuyorum, konuştuğum insanlardan bilgi almaya çalışıyorum. Bunlar beni kâh üzüyor, kâh umutlandırıyor.
1960’lı yıllarda da Susurluğun sorunları vardı elbette. Ancak bunlar keyfe keder konulardı. Şeker fabrikası gürül gürül çalışıyor, hayvancılığıyla, sütüyle, yoluyla, mola tesisleriyle Susurluk’ta bir şekilde teker dönüyordu. Henüz evlatlarını okumaya ve çalışmaya dışarı göndermenin acısını tatmamışlardı. Yurt dışındaki Susurluklular ise tatile geldiklerinde çevrelerine katkı ve hareket sağlıyorlardı. Henüz kimse ‘acı vatan Alamanya’ gerçeğiyle yüzleşmemişti. İnsanlar daha güzel şeylerin umudundaydılar ve gezmeye, eğlenceye vakit ayırabiliyorlardı. Ardından 70’li yıllarda daha fazla genç okumaya gitti Susurluk’tan. Doğal olarak Şeker fabrikasına giremeyen daha fazla genç ayrıldı ana ocağından. İşte o yıllardan bu yana Susurluk nüfusu ve ekonomisi adeta patinaj yapmaya başladı. Şeker fabrikası ve Susurluk yetmez oldu yeni yetişen gençlere. 70’li, 80’li ve 90’lı yıllar zaten ülkenin de türbülansa girdiği yıllardı. Susurluk bu dönemin yaralarını ne yazık ki sıcağı sıcağına pek anlayamadı. Alıştıkları devranın öyle gideceğini sandılar. Geleceğe yönelik bir atılım içine girmediler. Ama 2000’li yıllar Susurluğun yüzüne hep birer şamar gibi indi.
1960’lı yıllarda da Susurluğun sorunları vardı elbette. Ancak bunlar keyfe keder konulardı. Şeker fabrikası gürül gürül çalışıyor, hayvancılığıyla, sütüyle, yoluyla, mola tesisleriyle Susurluk’ta bir şekilde teker dönüyordu. Henüz evlatlarını okumaya ve çalışmaya dışarı göndermenin acısını tatmamışlardı. Yurt dışındaki Susurluklular ise tatile geldiklerinde çevrelerine katkı ve hareket sağlıyorlardı. Henüz kimse ‘acı vatan Alamanya’ gerçeğiyle yüzleşmemişti. İnsanlar daha güzel şeylerin umudundaydılar ve gezmeye, eğlenceye vakit ayırabiliyorlardı. Ardından 70’li yıllarda daha fazla genç okumaya gitti Susurluk’tan. Doğal olarak Şeker fabrikasına giremeyen daha fazla genç ayrıldı ana ocağından. İşte o yıllardan bu yana Susurluk nüfusu ve ekonomisi adeta patinaj yapmaya başladı. Şeker fabrikası ve Susurluk yetmez oldu yeni yetişen gençlere. 70’li, 80’li ve 90’lı yıllar zaten ülkenin de türbülansa girdiği yıllardı. Susurluk bu dönemin yaralarını ne yazık ki sıcağı sıcağına pek anlayamadı. Alıştıkları devranın öyle gideceğini sandılar. Geleceğe yönelik bir atılım içine girmediler. Ama 2000’li yıllar Susurluğun yüzüne hep birer şamar gibi indi.
Önce Şeker fabrikası teklemeye başladı, ardından
Yörsan’la ilişkileri gerildi, son olarak dinlenme tesislerinin akıbeti belirsiz
bir süreç izlemeye başladı. Bir şeyler yapmak gerektiği açıktı. 1999’da yapılan
seçimde memleketime olan vefa borcumu ödemeye çalıştım. Susurluğu gelecek
yıllar ve gelişmelere karşı uyardım. Yeni sanayi yatırımlarına ihtiyaç
olduğunu, Susurluğu teğet geçecek bir İzmir otobanı plânlandığını, gençler için
bu günden bir şeyler yapılmazsa ilerde büyük sorunlar yaşanacağını dilim
döndüğünce anlattım. Ne yazık ki aynı şeyleri 20 yıldır söylüyor ve yazıyorum.
Emekli olduktan sonra son iki buçuk senedir de sırf Susurluğa katkım olsun diye
REİS gazetesine bilâ ücret yazı yazıyorum. Elim, dilim, yüreğim yettiğince de yazmaya
ve önerilerde bulunmaya devam edeceğim. O da olmazsa dua ederim. Bu benim
anama, babama, atama bağlılığım gibi sıla-i rahim inancımla da ilgili. Bu
konuyla ilgili gelecek günlerde de fırsat oldukça yazmaya devam edeceğim
inşallah. Orada birilerine yardımım ve katkım olur diye düşünüyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder