10 Mart 2018 Cumartesi

10 Mart 2018 Salı 00:30 LİSE HATIRALARI...............................Baharda açan tomurcuklar gibi

Baharda açan tomurcuklar gibi

II.sınıfta bazı hocaların muhalefetine rağmen Fen kolunu seçtim. Zoru, mücadeleyi severdim ama o yılın bu kadar ağır geçebileceğini hiç düşünememiştim doğrusu. 

İngilizce zaten hep başımın belası olmuştu. Matamatik, geometri ve fizik ise bir karabasan gibiydi. 

Balıkesir lisesinin klasını, yatılı olmanın değerini ve hocaların kıymetini o günlerde anlayamamıştım. Bunu sonra sonra daha iyi anladım. O yıl bayağı süründüm diyebilirim, ama bu sayede çok sağlam bir temelim olmuştu. 

Hakkını yememeli her şey bu denli kötü değildi tabi ki. Mesela genç ve güzel Psikoloji hocamız sayesinde kendimize geliyor, canlanıveriyorduk. 

Aramızda ufak ufak ilk tartışmaların yaşandığı, hatta bazı arkadaşlarımızın sivrilmeye başladığı bir dersti o. 

Ayrıca, galiba kendimizi keşfetmenin gururunu, topluma bakışımızın şekillendiğini fark etmenin de heyecanını yaşıyorduk. 

Ama, (hocamızı burada sevgi ve minnetle anıyorum) nedense psikoloji dersine girerken kalbimiz daha bir tatlı tatlı çarpardı.

İşte, onca zorluğuna rağmen, bir yandan da baharda açan tomurcuklar gibi çocukluktan gençliğe uyandığımız bir yıldı o sene. Kendimize baktığımız, etrafımızdaki güzel kızlara kaçamak, ürkek bakışlar attığımız günlerdi. Her akşam aşık yatar, her sabah yeniden kıpır kıpır helecanlarla uyanırdık. Gün içinde sürekli dam derken samanlık söylediğimiz için terslenir, çam üstüne çam devirir, bunalımlara girerdik. Çok hayal kurduğumuz ama nasılsa yeniden yeniden umutlanmayı becerebildiğimiz tam bir kırılma noktasıydı o dönem. 

Tabi bir taraftan alabildiğince komik şeyler de yaşanıyordu. Dakikalarca ayna karşısında sivilcelerimizle, saçlarımızla uğraşıyorduk. Sabah mütalaasında kurşun kalemin ucuna jilet takıp, küçük el aynasına bakarak genç bıyıklarımızı tıraş etmeye çalışıyorduk. Akşam mütalaalarında aramızda garip garip spor gösterileri düzenliyorduk. Lastik gibi genç vücutlarımızla arkaya doğru köprü kurmalar, oturma minderlerimizle boks yapmalar vs. hangi birini sayayım. Özellikle o dönemde bol bol oynadığımız seyircili, tezahüratlı "Amiral Battı" nın uzmanı olmuştuk adeta.

Dayak ? O çok doğal bir olaydı. Son derece trajik dayak vakaları bile, aramızda sıradan bir mizah konusu olabiliyordu. 

Sömestr sonrası kaymak Hasan'dan yediğimiz zayıfın karesi kadar torna sopasını sanıyorum o dönemi yaşamış bütün arkadaşlarım unutmamışlardır. 

Kaymak Hasan Müdür olarak aynı zamanda biz yatılıların da velisi sayılıyordu. Nöbetçi olduğu bir akşam elinde 40 santimlik bir sopa olduğu halde öğretmenler odasına karargah kurdu. 

Sırayla herkesi çağırıyor, sopa her inip kalktığında "Çat ! Çat! Çat!.." sesleri koridorda yankı yaparak kulaklarımıza doluyordu. O saatlerin nasıl geçtiğini ömrüm oldukça unutamam. Dayağı yiyen kıpkırmızı bir surat, morarmış kabarmış ellerini oflaya puflaya dönüyordu aramıza. 

Sınıflarda bir ölüm sessizliği vardı. Sade, kaymak Hasan'ın bağırmaları ve o korkunç "Çat ! Çat! Çat!.." sesleri. 

Dedim ya biz böyle bir olayı bile eğleşmeye çevirebiliyorduk. Bizim Temel'in resim yeteneği vardı. Sırasını beklerken kendi ellerinin resmini çizmiş. Zayıfının karesi kadar sopa yedikten sonra o haliyle bu defa da morarmış ellerinin resmini yapmış. "Böyleydi, böyle oldu !.."diye de yazmış altına... 

Dayak ve Temel ! Ne kadar çok anımız var. O her haliyle bizim neşe kaynağımızdı zaten. 

Bir gün Nazmi hocanın dersindeyiz. Konu "Şiir ve İnşa" adlı bir okuma parçası. Daha dersin başında kimsenin çalışmadığını anlayınca sinirlendi. O da yatılıların hocası ya, hadi bakalım bütün yatılılar tahtaya. 

Birer birer soruyor: "Oğlum bu şiir ve inşa ne demek ?" Cevaplar abuk sabuk, hık mık..Her seferinde biraz daha sinirleniyor tabi. 

Bir taraftan da "Siz yatılılar böyle yaparsanız,…" diye başlayıp saydırıyor. Susurluklu olduğum, babam bakkal olduğu için -onun da babası bakkaldı- beni severdi. Ne cevap verdiğimi hatırlamıyorum, çünkü ben de çalışmamıştım ama sıramı savdım. 

Sıra Temele geldi, aynı soruyu ona da sordu. "Söyle bakalım Temel, şiir ve inşa ne demek ?" Temel'de aslında bizden farklı bir şey söylemedi. O da "Ehem..şeyy,yani..şiir inşa etmek hocam" gibi şeyler geveledi ağzında. Ama, diyorum ya hali tavrı komikti zaten adamın. Birden Nazmi hocanın iyice zıvanadan çıkıp dehşetli bir tekme savurduğunu, Temelin de kapıya doğru uçup, bir top gibi koridora fırladığını gördük. Hoca bile dondu kaldı bu işe. Bir anlık tereddütten sonra gitti kapıyı açıp koridora baktı endişeyle. Ama, koydunsa bul Temel toz olup uçmuştu adeta.

Çocukluğumda bana ulaşılması güç, hayal gibi gelen lise çağlarım da tükeniyor artık. 

Evet lise II.sınıftayım. Bu seviyeye nasıl gelebildiğime şaşmıyor değilim. Fakat gelmişim işte. Bir masal gibi geçen çocukluk yıllarım beni buraya kadar uçurmuş işte. 

Bu yükseliş, bu seviyeye gelişim omuzlarıma o kadar ağır sorumluluklar yükledi ki ne yapacağımı ne edeceğimi şaşırmış bir durumdayım.

Çocukluk yıllarımı yavaş yavaş istemeyerek bıraktığımı, daha doğrusu bırakmak zorunda kaldığımı, bu arada hayatın hata affetmeyen katı gerçeklerini öğrenmeye çalıştığım zor, gerçekten zor bir devre geçirdiğimi biliyorum. Hatta, şimdiye kadar da bu kadar buhranlı bu kadar sıkıcı anlar geçirdiğimi hatırlamıyorum.

Çocukluk anıları...Ne kadar da saf ve temizdirler. İçlerinde düşünmekten kafa patlatmaktan eser yoktur. Daha doğrusu çocuk için şu an mühimdir. Onlar kendilerini ailenin kralı ilan edip arpacı kumrusu gibi düşünmezler. Onlar "bu yolun sonu neye varır" demezler. Tam bir serbestlik ve neşe doludur içleri. 

Gelgelelim ailesi tarafından tek mutluluğu olan "oyun oynama"yı elinden alırlarsa o çocuk mutlu olamaz. Olsa bile içinde çocukça bir diş bileme vardır. Ailesine karşı daima çekingendir. Bu çekingenlik çocuğun benliğine öyle yerleşir ki ancak çok zor hatta çok fedakarlıklarla bundan kurtarabilir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder