
Ankara'yı didiklemek (5)
Oturduğumuz yerden politik dedikodu yapmak çoğumuzun vazgeçemediği bir alışkanlık. Okuduğumuz gazeteler, seyrettiğimiz tv yayınları bu alışkanlığımızı besler. Nasıl düşünmemiz gerekiyorsa öyle düşünür, ne söylememiz lazımsa onu konuşuruz. Üstümüze çöken bu algı bulutunun içinde "aslında ne ?" sorusu pek aklımıza gelmez.
Biraz okumuş yazmış olanlarımızın politik muhabbeti biraz da entellektüel bir kibirle yüklüdür. Hatta politik didişme kesmez onları. Daha yüksek perdeden, siyaset üzerine eleştiri yapmaktır onların tercihleri. Başbakan hakkında, Cumhurbaşkanı hakkında, meclis, cumhuriyet ve demokrasi hakkında yorum getirip konuşmak bir aydın olma hakkıdır onlar için. Bu konularda çalakalem yazmaksa doğal bir gerekliliktir adeta.
Fakat, iktidar nasıl bir olgudur ?
Mesela insan ve toplum üzerine
çöken bir "lanet" mi, yoksa kurtuluşu sağlayan bir "güç" müdür ? Nasıl oluşur ve nasıl işler ? İnsan ve toplum üzerinde ne gibi etkileri olur
? Hangi hastalıklara neden olur ? Bu sorular üzerinde pek kafa yormazlar. Gündelik gürültü patırtı leğeninde yüzmektir yaptıkları. Oysa, deniz hakkında, hatta okyanus hakkında düşünmektir aydın olmanın sorumluluğu.
Biraz kafamızı kaldırıp baksak, bütün bu soruların çok uzun zamandan beri insanlığın özellikle de aydınların
gündeminde olduğunu görebiliriz.
Politikacılar için iktidar ele
geçirilmesi gereken bir güçtür. Her dönemde varlıklarının sebebi, çabalarının
anlamı bu olmuştur. Ama görünen o ki aydınlar için durum biraz karışık. Kimisi reddetmiş, kimi mücadele edilecek bir hedef
olarak görmüş kimi de onun teorisyenliğine soyunmuştur. Zaman zaman cazibesine
kapılıp iktidarın bir parçası oldukları da bir gerçek. Mesafeli olduklarında
bile hiçbir zaman görmezlikten gelememişler.
Fransız düşünür, sosyal teorist, tarihçi, edebiyat eleştirmeni,
antropolog ve sosyolog Foucault'a göre
iktidar, dağılmış, belirsiz, şekilsiz, öznesiz bir olgudur ama bireyleri
etkiler ve toplumsal kimliği kendisine göre şekillendirir.
Genç bir yazarımızdan iktidar olgusu hakkında farklı
şeyler okudum. Anlattığı kıssada safderun bir adam, bir arife soruyor: “Rüyamda
filanca şeyhi cehennemde, hükümdarı ise cennette gördüm; bunun manası nedir?”
Arif cevap veriyor: “Hükümdar cennete gitti, çünkü şeyhe hürmet ediyordu. Şeyh
cehenneme gitti, çünkü hükümdarla uzlaştı.”
Bu anektod kuşkusuz bizden bir
bakış açısı. İktidar gücünün aydınlara kulak
vermesini ancak aydınların iktidara bulaşmamasını öğütlüyor. Çıkan sonuç;
"Aydın, iktidara eyvallah etmez." Çünkü; "iktidar bir lanettir.
Yıllarca kendini Tanrı zanneder. Sonra kuyruğu titretir, ölür gider. Sonu bu
kadar acıklı ve basittir. Entelektüel bunu bilir. Muktedire, Tanrı olmadığını
hatırlatır."
Peki, gerçekte iktidar bir lanet mi ? Entelektüel iktidara ve muktedire mutlaka mesafeli mi olmalıdır ?
Belli ki bu konuda Michel Foucault farklı düşünüyor. O daha çok toplumdaki daimi doğruları inceleyen bir filozof. Bütün çalışmalarını modernitenin bireyler üstündeki
etkisi ve getirdiği yeni iktidar ilişkileri üstüne kurmuş. 1970'lerin başından itibaren Foucault, modern
iktidarı, hiçbir şekilde temsili özelliği olmayan ve anti-hümanist yönü ağır
basan bir süreç olarak ele alıyor.
Foucault'a göre iktidar "her şeyi düzenlemektedir ama mutlak
değildir. Parçalanmıştır, çoğulcudur ve beraberinde direnmeyi ve mücadeleyi de getirmektedir. Ancak, iktidar sadece bastırma,
sınırlama yada yasaklama olarak da algılanmamalıdır. İktidar kendi
gerçekliğini, üzerinde olduğu alanı ve haklılaştırma mekanizmalarını üretir."
Genç yazarımıza göre 'haklı çıkmak veya haklı görünmek' muktedirleri utanmaz yapıyor. Utanmıyorlar,
çünkü: haklı çıkmak veya haklı görünmek onlara yetiyor.
Mesela bir yolsuzluğu
‘resmen’ örttüklerinde haklı çıktıklarını
sanıyorlar. Fakat ‘haksızlık etmemek’ gibi bir hassasiyetleri yok. Böylece
mevki ve yetki sahibi olmak için,
şahsiyetsizliği de kabul etmiş
oluyorlar.
Görüldüğü gibi bu görüş, asla
Foucault gibi gerçeği aramıyor. Bulduğu her fırsatta iktidara yüklenen,
evrensel doğrular yerine politik demogojiyi tercih eden bir tavır içinde.
Tabiri caizse o da 'Ankara'yı didikleme'
şehvetine yenik düşmüş. Aslında anlattığı kıssa ile de ters düşmüş
durumda. Hükümdar yani iktidarla uzlaşmamak
saygı duyulacak bir tercih. Ancak, uzlaşmamak onunla didişmek anlamına da
gelmez değil mi ?
Şeyhin hükümdara yol göstermesi,
ya da yanlışa düşmemesi için çaba göstermesi beklenir, onunla cedelleşmesi
değil. Şeyhe hürmet edilmesi
iktidarla uzlaşmasından daha çok her halukarda doğruları söylemesinden ileri
gelir. Muktedirin saygısını kazanmak yerine, onunla bir politikacı gibi
münazara içinde olmak en az uzlaşmak kadar düşük bir durum bence.
Utanmak, bir ahlaki değerdir. Ahlakı
olmayan adamın hicap duygusu da olmaz zaten. "Ayıp !" ölçüsüne bile
saygı duymaz. Bunun salt muktedir olmayla, güç ya da otoriteyle de doğrudan
bağlantısı yoktur. Foucault'a göre zaten "İktidar kendi gerçeklerini ve olumlularını öğreten bir yapıdır. Kendi
haklılığını üretir. Neyin yapılıp neyin yapılmayacağına karar verir ve
kurumları aracılığıyla bunları denetler."
Yani, iktidar evrensel bir
olgudur. Sadece bizim ülkemizde görülen, yeni icad edilmiş bir kavram değildir.
Kendi doğası, işleyişi ve eylemleri olur. İktidar kavramıyla ahlak değerlerini yan yana
getirmeye başladığınızda işler sarpa sarıyor. Ahlaki değerler ve inanç
insanidir. Kurumlar ve devlet ahlaklı ya da iman sahibi olmazlar. Onları
oluşturan insanların genel özellikleri kurumsal uygulamalarına yansır.
Bu tür kavram karmaşasına en iyi
cevap hukuk olmalıdır. Çünkü hukuk, insanlık aleminin tecrübesinden süzülmüş yasal
normlar kadar toplumu oluşturan insanların ahlak, örf, gelenek ve
görenekleriyle de etkileşim içindedir.
Evet, herkes gibi bir iktidar da kendini
haklı çıkarmak ister. Hatta varsa yolsuzluklarını ‘resmen’ örttükleri de bir vakıa. Öyle görünme ya da
haklı gösterme çabasına siyaset deniyor zaten.
Ancak, hiçbir şey gizli kalmıyor
ve muktedirlerin temiz olup olmadıkları insanların vicdanında karşılığını
buluyor. Nihayet, sonuçlar sandığa da böyle yansıyor ve haklı/haksız çizgisi orada
ayrışıyor. Buna da demokrasi deniyor işte.
Barsakları dağılmış, bütün kirli
çamaşırları meydanda bir iktidar düşünebilir misiniz ? Yolsuzluğa batmış bir
iktidar, en otoriter, en zalim bir diktatör bile olsa bu çağda devrilir gider. Fakat ‘haksızlık etmemek’ gibi bir hassasiyete sahip
olması gereken o siyaseti yapan, devlette görev alan ve liderlik eden
kişilerdir.
Genç yazarımızın da ifade ettiği
gibi 'resmen' haklı bile olsalar toplum vicdanında mahkum olurlar. Hele de
"Mevki ve yetki sahibi olmak için,
şahsiyetsizliği kabul etmek" çok da fazla gizlenemez. İnsanların sadece iki gözü iki
kulağı yoktur, kalp gözü denilen bir şey daha var. Bunun da dikkate alınması
gerekiyor. Bilhassa mü'minin ferasetinden sakınmak lazımdır. O baktığında
"aslında ne varı" görebilendir. Açık olanı herkes görür, bilir.
Mesele gizlenen, örtülen şeyleri görebilmektir. Emin olun, hissedilen, fark
edilen şeyler de genellikle böyle hallerdir.
İlginçtir; Foucault, iktidarın
kaynağını belli bir yapı ya da belli bir merkez, tepe noktasındaki bir kuruma
yerleştiren bütün çözümlemeleri de reddetmiş.
Bu bağlamda, iktidar düzenekleri, teknikleri ve
iktidar yordamlarının burjuva sınıfı tarafından icat edilmediğini ve bunların
etkili tahukküm biçimlerini uygulamaya çalışan belirli bir sınıfa da ait
olmadığını söylemiş. Bu açıdan
Marksizm'i de eleştirmiş oluyor.
Ona göre "iktidar her yerdedir. Çünkü her yerden gelmektedir. İktidar hiyerarşik bir güç, merkez ya da bir özne
değildir. Sayısız ilişki örgüsü olan, önceden kestirilemeyen bir şebekedir.
Bunun yanında belli kişilerin mülkiyetinde de değildir. İktidar öyle bir
ilişkiler şebekesi veya yumağıdır ki burada kişiler iktidarın hem ürünü hem de
uygulayıcılarıdırlar. Ayrıca iktidarın sadece yasaklayıcı yönü olmayıp aynı
zamanda toplumun bütün kurumları ve boyutlarını dolaşan kılcal damarlar ile
olumlayıcı-üretici yönü de vardır."
Foucault'a göre toplumsal iktidarın üç biçimi var.
Ekonomik iktidar, 'nadir olan mal veya üretim kaynaklarını elinde tutup diğerlerinin emek
gücüne sahip olmak' anlamına geliyor.
İdeolojik İktidar ise, 'bir otorite tarafından desteklenen belirlenmiş bir
yapıya ait fikirleri ve inançları
elde tutmak' demek. Siyasal iktidar türü, daha çok 'yasal, fiziksel, bürokratik yetki
kullanmayı mümkün kılan bir takım donanımlara sahil
olma' hali oluyor.
Foucault modern toplumlarda
iktidarın, bireysel bir takım özelliklere
göre değil, soyut bir takım kurallar doğrultusunda işleyen gayr-i şahsi
yönetsel bir makineye bağlı olduğu iddiasında.
Buna göre iktidar, insan hayatının her aşamasına yerleşen bir olgu. Toplumsal örgütlenme akılcılık tarafından değil bizzat iktidar tarafından oluşturuluyor.
Bu anlamda iktidar görülmeyen bir güç. Tıpkı Weber'in bürokratik örgütlerinde olduğu gibi. Güç iktidar makinasının bizatihi kendisinde.
Peki "Entelektüeller ile muktedirler arasındaki ilişki nasıl
olmalı?" Foucault bu konuda şöyle diyor: "iktidarın var olması
bilgisiz mümkün değildir. Fakat aynı zamanda bilginin iktidara yol açmadan var
olması da imkansızdır."Buna göre iktidar, insan hayatının her aşamasına yerleşen bir olgu. Toplumsal örgütlenme akılcılık tarafından değil bizzat iktidar tarafından oluşturuluyor.
Bu anlamda iktidar görülmeyen bir güç. Tıpkı Weber'in bürokratik örgütlerinde olduğu gibi. Güç iktidar makinasının bizatihi kendisinde.
İktidar olgusu neticede kendi gerçeklerini ve olumlularını öğreten bir yapı. Neyin
yapılıp neyin yapılmayacağına karar veriyor ve kurumları aracılığıyla bunları
denetliyor. İktidar öylesine bir ilişkiler yumağı ki burada insanlar hem
iktidarın ürünü hem de uygulayıcıları oluyorlar. İktidar her yerden doğduğu
için belli bir yerde değil her
yerde görünüyor. İnsan
yaşamının tüm seviyelerinde var ve onu adeta sarmış durumda.
Genç yazarımız bu konuda Foucault kadar objektif ve
tarafsız değil. Belli ki bizdeki iktidar-aydın ilişkilerinde rahatsız olduğu
bir çok uygulama var. Bunları hiç de nazik olmayan bir üslupla höykürüyor:
"Bizde ise hükümdarın entelektüele, yazara, sanatçıya, bilim insanına,
arife… zerre kadar hürmeti yok."
Kılıcı iki taraflı kesiyor.
Aydınlara da söyleyecekleri var: "Bununla birlikte hükümdarla
(iktidarla) uzlaşmaya can atan bir sürü herif var." Bu üslup o kadar kaba
ve sivri ki mülakatı yapan gazeteci
"ama…" der gibi oluyor. Peki
"Hükümete hiçbir konuda katılmamak mı gerekiyor?"
Cevap bu defa oldukça şiirsel, romantik ve asilce. "Aydın, iktidara
eyvallah etmez.Bunu yapabilmesi için de, entelektüelin yoksulluktan ve
yalnızlıktan korkmaması gerekir. Entelektüelin, ‘âkil insan’ın, alimin, arifin,
yazarın… kalbindeki karar bu olmalıdır: “Yoksulluktan ve yalnızlıktan
korkmuyorum!” Kitleler bunu diyemez. Bu, aydınların sözüdür."
Kurt gazeteci genç yazarımızın bu şık volesini göğsünde yumuşatıp Aktör
Tamer Karadağlı’nın önce “Sayın Cumhurbaşkanı’ndan korkuyorum” deyip bir gün
sonra “Onun müthiş karizması çok etkileyici” gibi sözler söylemesi ne anlama
geliyor?" diye soruyor.
Bu sözler istenen golü atması için genç yazarımızın önüne yuvarlanıvermiş bir pas gibi. Zaten, aldığı
cevap ta tam istediği gibi oluyor. Genç
yazarımıza yakışan zekice bir kelime oyunu bu: "Gayet tutarlı. İkinci
açıklama, Sayın Karadağlı’nın gerçekten çok korktuğunu gösteriyor."
Bu arada Tamer Karadağlı’nın hoyratça çizilmiş olması
kimin umurunda. Bu da nihayet aydın tarzı bir dedikodu çeşidi. Genç yazarımız
iktidara karşı gayet asil bir duruş, direnç sergileme çabası içinde ama cevap
hakkı olmayan bir sanatçıya karşı
hiç de benzer bir asalet göstermiyor.
İktidar olgusu, politik gevezeliklerin dışında üzerinde ciddiyetle durulması gereken bir kavram. Nasıl ki iç politika ile ülke ve dünya siyasetini birbirine karıştırmamak lazımsa, salt iktidar kurumunun bir partiye, lidere ya da konjonktüre ait olmadığını da anlamak gerekiyor. Sapla saman birbirine karıştığında gerçekler görülemiyor. Doğrular ve yanlışlar birbirinden ayırd edilemez hale geliyor.
Oysa, her zaman hakikate yalnız gerçeğe ihtiyacımız var. Bunun için de doğru zeminde, doğru araçlarla düşünmemiz gerekiyor. Ülkemizde bugün için iktidarı sembolize eden Ankara'yı didikleme kolaycılığından vaz geçmeliyiz.
Söylediğimizde kelimeler yele karışıp savrulmamalı, yazdığımızda buz üzerinde yitip gitmemeli. Belki böyle olduğunda eğriyi de doğruyu da görüp anlayabiliriz. O vakit, bu hakikatler yüzüne vurulsa "hakka" saygı gösterecek muktedirlere de belki sahip olabiliriz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder