Bir avuç tebessüm
İlkokulu pekiyi
derece ile bitirmiş, ama denememe rağmen yatılı sınavını kazanamamıştım.
Dedem beni Ortaokula yazdırdı.
Orada kısa sürede sivrildim. Öğretmenlerim beni
seviyor ve hatta koruyordu. Öyle ki derslerde hiç okumadığım, çalışmadığım
zamanlar bile parmak kaldırıp tahtaya çıkacak kadar atılgandım. Büyüdükçe bu
cesaret kayboldu tabi.
Sene
sonunda bir imtihana daha girdim. Yine
kazanamadım. İkinci yıl da ortaokula böyle devam ettim. Derslerim yine
parlaktı. Nihayet sene sonunda girdiğim son sınav bana Balıkesir lisesinde parasız yatılı
okuma yolunu açtı.
Rahmetli dedemle kayıt için Balıkesir'e gittiğimiz
günü hiç unutamam. Neden bilmem ilk işlemler valilik binasında yapıldı.
Adamcağız şapkasını indirmiş, ne yapacağını bilmez halde elinde evirip
çeviriyordu.
Bense çocukluk umursamazlığı içinde ellerimi arkaya
bağlamış; odaları, memurları etrafı seyrediyordum. Arada bir dedemin beni
dürtüklediğini hatırlıyorum. Kaş göz işaretleriyle ellerimi arkada bağlamamam
gerektiğini uyarıyordu. Bir an için ona uyuyor, sonra dalıyor, ellerim yeniden
arkama gidiveriyordu. Nedense onları ne yapacağımı bilemiyordum. Beni ve dedemi
dinlemiyorlardı.
Bu arada çatık kaşlı, gözlüklü memur soruyor, kağıtlar
gidip geliyor, dedem şapkasıyla ben ellerimle uğraşıyordum...
O akşam dedem beni eski binada bırakıp gitti. En üst
kat yatakhaneydi. Bina bana oldukça büyük, kasvetli ve bir o kadar da heybetli
gelmişti. Girişte çocuk gözlerime dev gibi gelen sütunları, mazot kokulu tahta
döşemeleri ve aşınmış merdivenleri vardı.
Tahta ranzalarda yattığım ilk gece dedemden, nenemden,
anamdan, babamdan, kardeşlerimden ilk kez ayrı kaldığım saatlerdi. Korkmuştum,
garip bir duygu çökmüştü yüreğime. Kar gibi beyaz nevresimi burnuma kadar çekip
ağladım, ağladım…
Sabah bir gürültüyle uyandım. Işıklar yanmış, bir adam
dikilmiş, tahta ranzalara vurup duruyordu: "Haydi uyanın bakalım !
Mütalaya." Etrafıma şaşkın şaşkın bakıyordum. Herkes ne yapıyorsa onu
yapmaya başladım. Tuvalete koştum, elimi yüzümü yıkadım, giyindim. Ama bu arada
yatağımı toplamayı unutmuşum. Ne bileyim hiç yatak toplamamıştım ki.
Ranzamın başında yine o dev gibi adam duruyordu:
"Bu yatak senin mi ?" "E..e..evet !" "Niye toplamadın
yatağını ?" "Be..be..ben mi ?" "Elbette sen, ne sanıyordun
beyzadem ? Yatağını da biz mi toplayacağız yani ?" Şaşırmış, öyle
bakıyordum. Bereket benden birkaç gün önce kayıt yaptırmış bir arkadaşım
kolumdan çekti, yatağımı birlikte topladık. Yoksa daha ilk günden temiz bir
dayak yemek işten bile değildi.
Ona şöyle söylediğimi hatırlıyorum: "Hergün mü
böyle yapacağız ? O adam öğretmen mi, bizi döver mi ? Dedemin hökümat dediği
adam o mu yoksa ?.. Eve ne zaman gideceğiz ?.."
Biz yatılılar, elde
küçük bir sopa, ranzalara vurulan "tak tak tak" temposuyla bu sesi
çok iyi biliriz. Hem de hocasına göre çeşit çeşit türevlerini.

Mesela Refik hoca
matamatikçi ya saymaya meraklıydı. Onları genellikle nakavt edecek şekilde ondan aşağı sayardı:"..dokuuuz...sekiiiz...yediii...altııı...beeeşş...Bak
kapıyı kitliyoooom. Uyanmayan...kitli
kalıııır... Haaaadiii... Beeeeeşş...döööört....üüüüüç..."
Tarihçi Ali hocanın babası vaktiyle meşhur bir
kabadayı imiş: "Kalkın uleeen!!!...Kalk laannn !! Mozambik
ordusu İran'a girdi siz daha ne uyuyonuz. Kalk laaan !.
Kalk...Kak...Kak...Döverim lan...Kakın oluuum."
Coğrafyacı Namık hoca aksine çok romantikti: "Haydi ! Bakın dışarda mis gibi bahar havası
vaar. Haydi çiçekler açmış. Haydi bakalım,eşşek herifler...Etraf
yemyeşil...Çiçekler, böcekler...haydi ama....aaaaa..."
Astronomi hocası Rıza baba adamdı hani: "Daha uyuyonuz mu yavrııım...Tufan...Hala
uyuyosunğ yavrııım. Kalk bakalım. Saat kaç oldu ? Yavrım...Terbiyesizlik
etmeden kalkın bakem."
Biyoloji hocası Kamil genellikle kükrerdi: "Kaaaauulk !.. Kaaaauulk !..Bigadiçli sende
kaulk. Ne yatıyonuz be. Bugün yazılı yapcam..Kaaaauulk ! "
Bir şehirde,
geceleri ışıklarını gördüğümüz evler arasında, onlara hem yakın hem de çok uzak
bir binada yatılıydık.
Sabah
kalktıktan yarım saat sonra uyku mahmuru mütalaada buluyorduk kendimizi, aynen
yatmadan yarım saat öncesinde olduğu gibi…Sonra dersler, sınavlar, yeniden
mütalaa zamanı. Arada yemek, sonra komut: "Kayboolll !." Cumba
yataklara. Günler, haftalar aylar böyle geçiyordu…
Evci çıkarken sanki dönmeyecekmiş gibi kalan
arkadaşlarımızla vedalaşırdık. Pencerelerden sallanan ellere aynı coşku ile
cevap veriyorduk. Ama ne yazık ki bu heyecanı Pazar akşamları evimizin
penceresinden sallanan ellere karşı gösteremiyorduk. Boğazımız düğüm düğüm, içimizde bir sızı acele
ediyorduk dönmek için. Sanki biraz eğleşsek, arkamıza baksak gidemeyecekmişiz gibi.
Çocukluktan gençliğe geçtiğimizi yeni yeni anladığımız
o yatılı günlerde en güzel anılarımızı yaşadığımızı biliyorduk.
"Arkadaşlar !" diyorduk birbirimize "..bugünleri arayacağız
!..."
Doğruydu. Yanılmadığımızı daha ilk yıllarda anladık.
Üç, dört hatta altı yılı aynı binada geçiren çoğumuz
başka şehirlerde, başka okullarda, başka binalarda geçiriyorduk gecelerimizi.
Artık sabah etüdlerimiz yoktu. Hatta "Koğuş kaalkk!.." diyen bir
hocamız da…Hayat yavaş yavaş bizi bize bırakıyordu.
Üzerinden 40 küsur yıl geçmesine rağmen neden lise
günlerini arıyoruz ? Bir soru beynimizde dönüp duruyor: "Aramak
mı güzel, yoksa yaşamak mı ?..."
Lise ikideydik.
İdareye yalvardık; "Biz karnabahar istiyoruz, pırasa istiyoruz, bamya istiyoruz !" diye. Ağlamaklı olduk yalvarmaktan. O kadar kendimizi paraladık ki, sağolsun
idare bizi kırmadı tam üç ay sadece bunları yedik. Doyamadık...
Kahvaltıda pırasa,
öğlen bamya, akşam pırasa bamya karışımı , üç günde bir dönüşümlü
ıspanak.
Bazen türevleri de yapılırdı: Pırasa ızgara, bamyalı
karnabahar güveci, pırasa oturtma, kıymalı ıspanak, yoğurtlu ıspanak, yumurtalı
ıspanak, falan, falan…
Arada bir ıspanağımızın içinden davetsiz misafirler
çıkardı. Ne var ki bunların çoğu ölü (!) olurdu, yani iki laf
edemezdik. Aslında dünya kurulalıberi cansız olan yani tencereye
girmeden önce de cansız olan şeylere de rastlanırdı. Örneğin; granit
parçacıkları, kuvars filizleri, mermer, küçük heykelcikler, ağaç dalları,
ipler…
Ne olursa olsun yemekhanemizi severdik. Yemek
kuyruklarını orada tanıdık. İtişmeyi, paylaşmayı...
Arada bir su basardı. Arada bir orayı burayı
deşerlerdi. Arada bir iyi şeyler de olurdu. Armut yerdik sık sık. Yaz armudu,
kış armudu, Ankara armudu,…
Orası doyduğumuz yerdi. Güzel yerdi…
Başımızdan irili
ufaklı ve Refik hocalı bir çok hadise geçti. Matamatikçi Refik hoca boylu
boslu, hafif göbekli bir adamdı. Kendisini biz yatılıların velisi kabul ederdi.
Çok defalar haklı haksız öfkesine maruz kalırdık.
Matematikteki
gibi dayağın da türevlerini bilirdi. Yalnız ne o bizim dediğimize kulak verirdi
ne biz onunkileri anlardık. Sessizce gelip sırtını kapıya
dayar, elindeki cetveli sallayarak birşeyler söylerdi.
"Eşşeğe baa ! Bo ahhaa kosa..cumu..ohaa !
Eşşeğin…baaa..kuma…ca..bo obuuu !" Korkudan mıdır nedir, nedense biz bu
cümlenin yalnız 'eşşek !' kısmını anlayabilirdik.
Bir defasında mütalada biraz gürültü yapmışız.
Geldiğinde üç arkadaş ayaktaydı. Çok kızmıştı, dışarı çekti onları. Biz çıt
çıkarmadan kulağımız kapıda ne olacak diye bekliyorduk. Bir ara pata küte şak
şuk sesler geldi, eyvah dedik hoca benzetiyor bizimkileri…
Sonra geldiler…"Ne oldu, dövdü mü, dövdü mü ?" "Hayır !" "Eee yüzünüz niye kıpkırmızı o zaman ?" "İşte !" "Niye olum söylesenize ?.."
Üçüde aynı anda birbirlerine baktılar. Meğer Refik
hoca bunlara birbirlerini tokatlattırmış. Üçü de ikişer tokat atmışlar
birbirlerine.
O olaydan sonra hocaya daha bir mesafeli yaklaştık.
Daha doğrusu elli metreden yakın durmadık. Belli mi olurdu, bakarsın bize
kendimizi bile dövdürebilirdi…
Yatakhanede herkesin
birbirinin üzerine çullanarak yaptığımız karamboller. Bir keresinde diğer
yatakhanelerden gelenlerle birlikte onsekiz kişi bir yatağa atlayıp saniyesinde
o yatağı göçertmemiz. Kimseye çaktırmadan başkasıyla değiştirmemiz.
Ramazan geceleri sıraların üzerinde namaz kılmamız.
İftar saatinde sanki bir suç işliyormuş gibi gizli gizli yemekhanede
toplanmalarımız. Allah ne verdiyse ortaya yığıp dünyanın en güzel iftarlarını
yapmamız. Sahura kadar uyumayıp saat dörtte yatakhanelere dağılıp oruç
tutanları kaldırmamız. Aşçımız Hasan ustanın akşam yemeğinden kalanlara ilave
sucuklu yumurtaları. Gündüz derste uyuklamalarımız...
Hepsi dün gibi aklımda…Bizim hikayelerimiz, hepimizin
hikayeleri sanki daha dün gibi…
Kısa bayram tatilinin doyulmaz lezzeti. İpini koparmış
gibi heyecanla, mehter marşı eşliğinde eve gelip, hüzünlü ağır çekim İzmir
marşıyla dönüşlerimiz...
Harçlıkları harcamayıp, ceplerimiz dolu dolu okula
gelişlerimiz. Onları hep beraber iki üç günde olmadı hafta sonunda hep beraber
tüketip bitirivermemiz...
Ailelerimizin yanımıza verdiği yollukları, mütalalarda
orta malı yapıp gizli gizli yememiz. Hepsi, hepsi aklımda…
Okuldan kaçışlarımız. Üçüncü sınıf bir lokantada çorba
içip, gündöndü çitleyerek sallana sallana geri dönüşlerimiz...
Hafta sonlarında sinemaya gidip peşpeşe dört film
seyretmelerimiz. Zombiler gibi sinemadan akşam alaca aydınlığında çıkışımız.
Koşturarak nefes nefese o yokuşu tırmanmalarımız. Nöbetçi hoca yakalamasın diye
mütalaya arka alt zemin pencerelerden sızıp yetişmelerimiz.
Yakalanmalarımız…Seyrettiğimiz karate filmlerine inat yediğimiz Türk usulü
dayaklar...
Güzel havalarda, toz içinde, okul kıyafetiyle
yaptığımız maçlar. Güreş-judo-tekvando karışımı yaka paça ikili
mücadelelerimiz. Boş kaleye atamadığımız goller…
Kıpkırmızı, perişan ve yapış yapış derse geç
kalışlarımız, üstüne üstlük bir de hocalardan yediğimiz fırçalar…
Sizi bilmem ama bana hayatta kaçırdığım, nefes nefese
yetiştiğim şeyler nedense o günleri hatırlatır, halimize gülerim.
Çok zorlandığımız anlar…Cebir, geometri ve
trigonometrinin psişik halleri…Kopya maceraları,
yakalanmalarımız…Yediğimiz tokatlar, ağlamalarımız, yalvarmalarımız,
diklenmelerimiz…
Bir okulu yakmadığımız kalmıştı, onu da beceriyorduk
az kalsın. Üşüyoruz diye kalorifer dairesinde kurcaladığımız kazan yağ
borusunun ateş alması…Zor bela söndürüp yatakhaneye kaçışımız…Prizleri
kurcalayıp ikiyüzyirmi voltla çarpılmalarımız…
Gazoz şişelerine su doldurup koridorlarda birbirimizi
kovalamalarımız…Tuvalet kapılarına yazılanlar…Bir bir geçiyor gözlerimin
önünden.
Gece yarılarına kadar muhabbet ederdik. Kavga da
ettik, küsüştük te. Ama daha çok şakalaşırdık. Herhalde eşek şakası o zamandan
tanıdıktır bize.
Son yılımızda pikaptan müzik dinlemenin keyfini de
çıkarmıştık. Müziği keşfetmiştik böylece. Anonim harçlıklarla alınan son çıkan
plakları çalardık yatakhanede hafta sonları.
Gülerdik, ağlardık ta…Ruhun peynir ekmekle
doymayacağını öğrenmiştik böylece.
Aradan yıllar geçti. Şimdilerde hoş olmayan anılar aklımıza geldiğinde
ağlamıyoruz, dolapları yumruklamıyoruz belki. Şekli değişeli çok zaman oldu
tepkilerimizin. Hoş, ya da nahoş o anılar aklımıza geldiğinde nerede olursak
olalım, ister otobüste, ister işte, evde. Sadece gülümsüyoruz…
Bazen yüksek sesle, bazen alçak, ama hep gözlerimizde
dolan yaşları hissederek gülüyoruz arada bir…
Yaşadığımız şeyler ne kadar da değerli kılıyor bu bir
avuç tebessümü değil mi ?..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder