19 Temmuz 2015 Pazar

240 20 Temmuz 2015 Pazartesi 00:03 KÜÇÜK/BÜYÜK ŞEYLER........Bir avuç tebessüm

Bir avuç tebessüm

İlkokulu pekiyi derece ile bitirmiş, ama denememe rağmen yatılı sınavını kazanamamıştım. Dedem beni Ortaokula yazdırdı. 

Orada kısa sürede sivrildim. Öğretmenlerim beni seviyor ve hatta koruyordu. Öyle ki derslerde hiç okumadığım, çalışmadığım zamanlar bile parmak kaldırıp tahtaya çıkacak kadar atılgandım. Büyüdükçe bu cesaret kayboldu tabi.

Sene sonunda bir imtihana daha girdim. Yine kazanamadım. İkinci yıl da ortaokula böyle devam ettim. Derslerim yine parlaktı. Nihayet sene sonunda girdiğim son sınav bana Balıkesir lisesinde parasız yatılı okuma yolunu açtı.

Rahmetli dedemle kayıt için Balıkesir'e gittiğimiz günü hiç unutamam. Neden bilmem ilk işlemler valilik binasında yapıldı. Adamcağız şapkasını indirmiş, ne yapacağını bilmez halde elinde evirip çeviriyordu. 

Bense çocukluk umursamazlığı içinde ellerimi arkaya bağlamış; odaları, memurları etrafı seyrediyordum. Arada bir dedemin beni dürtüklediğini hatırlıyorum. Kaş göz işaretleriyle ellerimi arkada bağlamamam gerektiğini uyarıyordu. Bir an için ona uyuyor, sonra dalıyor, ellerim yeniden arkama gidiveriyordu. Nedense onları ne yapacağımı bilemiyordum. Beni ve dedemi dinlemiyorlardı. 

Bu arada çatık kaşlı, gözlüklü memur soruyor, kağıtlar gidip geliyor, dedem şapkasıyla ben ellerimle uğraşıyordum...

O akşam dedem beni eski binada bırakıp gitti. En üst kat yatakhaneydi. Bina bana oldukça büyük, kasvetli ve bir o kadar da heybetli gelmişti. Girişte çocuk gözlerime dev gibi gelen sütunları, mazot kokulu tahta döşemeleri ve aşınmış merdivenleri vardı. 

Tahta ranzalarda yattığım ilk gece dedemden, nenemden, anamdan, babamdan, kardeşlerimden ilk kez ayrı kaldığım saatlerdi. Korkmuştum, garip bir duygu çökmüştü yüreğime. Kar gibi beyaz nevresimi burnuma kadar çekip ağladım, ağladım…

Sabah bir gürültüyle uyandım. Işıklar yanmış, bir adam dikilmiş, tahta ranzalara vurup duruyordu: "Haydi uyanın bakalım ! Mütalaya." Etrafıma şaşkın şaşkın bakıyordum. Herkes ne yapıyorsa onu yapmaya başladım. Tuvalete koştum, elimi yüzümü yıkadım, giyindim. Ama bu arada yatağımı toplamayı unutmuşum. Ne bileyim hiç yatak toplamamıştım ki. 

Ranzamın başında yine o dev gibi adam duruyordu: "Bu yatak senin mi ?" "E..e..evet !" "Niye toplamadın yatağını ?" "Be..be..ben mi ?" "Elbette sen, ne sanıyordun beyzadem ? Yatağını da biz mi toplayacağız yani ?" Şaşırmış, öyle bakıyordum. Bereket benden birkaç gün önce kayıt yaptırmış bir arkadaşım kolumdan çekti, yatağımı birlikte topladık. Yoksa daha ilk günden temiz bir dayak yemek işten bile değildi.

Ona şöyle söylediğimi hatırlıyorum: "Hergün mü böyle yapacağız ? O adam öğretmen mi, bizi döver mi ? Dedemin hökümat dediği adam o mu yoksa ?.. Eve ne zaman gideceğiz ?.."

Biz yatılılar, elde küçük bir sopa, ranzalara vurulan "tak tak tak" temposuyla bu sesi çok iyi biliriz. Hem de hocasına göre çeşit çeşit türevlerini.

Mesela Refik hoca matamatikçi ya saymaya meraklıydı. Onları genellikle nakavt edecek şekilde ondan aşağı sayardı:"..dokuuuz...sekiiiz...yediii...altııı...beeeşş...Bak kapıyı kitliyoooom. Uyanmayan...kitli kalıııır... Haaaadiii... Beeeeeşş...döööört....üüüüüç..."

Tarihçi Ali hocanın babası vaktiyle meşhur bir kabadayı imiş: "Kalkın uleeen!!!...Kalk laannn !! Mozambik ordusu İran'a girdi siz daha ne uyuyonuz. Kalk laaan !. Kalk...Kak...Kak...Döverim lan...Kakın oluuum."

Coğrafyacı Namık hoca aksine çok romantikti: "Haydi ! Bakın dışarda mis gibi bahar havası vaar. Haydi çiçekler açmış. Haydi bakalım,eşşek herifler...Etraf yemyeşil...Çiçekler, böcekler...haydi ama....aaaaa..."

Astronomi hocası Rıza baba adamdı hani: "Daha uyuyonuz mu yavrııım...Tufan...Hala uyuyosunğ yavrııım. Kalk bakalım. Saat kaç oldu ? Yavrım...Terbiyesizlik etmeden kalkın bakem."

Biyoloji hocası Kamil genellikle kükrerdi: "Kaaaauulk !.. Kaaaauulk !..Bigadiçli sende kaulk. Ne yatıyonuz be. Bugün yazılı yapcam..Kaaaauulk ! "

Bir şehirde, geceleri ışıklarını gördüğümüz evler arasında, onlara hem yakın hem de çok uzak bir binada yatılıydık. 

Sabah kalktıktan yarım saat sonra uyku mahmuru mütalaada buluyorduk kendimizi, aynen yatmadan yarım saat öncesinde olduğu gibi…Sonra dersler, sınavlar, yeniden mütalaa zamanı. Arada yemek, sonra komut: "Kayboolll !." Cumba yataklara. Günler, haftalar aylar böyle geçiyordu…

Evci çıkarken sanki dönmeyecekmiş gibi kalan arkadaşlarımızla vedalaşırdık. Pencerelerden sallanan ellere aynı coşku ile cevap veriyorduk. Ama ne yazık ki bu heyecanı Pazar akşamları evimizin penceresinden sallanan ellere karşı gösteremiyorduk. Boğazımız düğüm düğüm, içimizde bir sızı acele ediyorduk dönmek için. Sanki biraz eğleşsek, arkamıza baksak gidemeyecekmişiz gibi.

Çocukluktan gençliğe geçtiğimizi yeni yeni anladığımız o yatılı günlerde en güzel anılarımızı yaşadığımızı biliyorduk. "Arkadaşlar !" diyorduk birbirimize "..bugünleri arayacağız !..."

Doğruydu. Yanılmadığımızı daha ilk yıllarda anladık.

Üç, dört hatta altı yılı aynı binada geçiren çoğumuz başka şehirlerde, başka okullarda, başka binalarda geçiriyorduk gecelerimizi. Artık sabah etüdlerimiz yoktu. Hatta "Koğuş kaalkk!.." diyen bir hocamız da…Hayat yavaş yavaş bizi bize bırakıyordu.

Üzerinden 40 küsur yıl geçmesine rağmen neden lise günlerini arıyoruz ? Bir soru beynimizde dönüp duruyor: "Aramak mı güzel, yoksa yaşamak mı ?..."

Lise ikideydik. İdareye yalvardık; "Biz karnabahar istiyoruz, pırasa istiyoruz, bamya istiyoruz !" diye. Ağlamaklı olduk yalvarmaktan. O kadar kendimizi paraladık ki, sağolsun idare bizi kırmadı tam üç ay sadece bunları yedik. Doyamadık... 

Kahvaltıda pırasa, öğlen bamya, akşam pırasa bamya karışımı , üç günde bir dönüşümlü ıspanak. 

Bazen türevleri de yapılırdı: Pırasa ızgara, bamyalı karnabahar güveci, pırasa oturtma, kıymalı ıspanak, yoğurtlu ıspanak, yumurtalı ıspanak, falan, falan…

Arada bir ıspanağımızın içinden davetsiz misafirler çıkardı. Ne var ki bunların çoğu ölü (!) olurdu, yani iki laf edemezdik. Aslında dünya kurulalıberi cansız olan yani tencereye girmeden önce de cansız olan şeylere de rastlanırdı. Örneğin; granit parçacıkları, kuvars filizleri, mermer, küçük heykelcikler, ağaç dalları, ipler…

Ne olursa olsun yemekhanemizi severdik. Yemek kuyruklarını orada tanıdık. İtişmeyi, paylaşmayı...

Arada bir su basardı. Arada bir orayı burayı deşerlerdi. Arada bir iyi şeyler de olurdu. Armut yerdik sık sık. Yaz armudu, kış armudu, Ankara armudu,…

Orası doyduğumuz yerdi. Güzel yerdi…

Başımızdan irili ufaklı ve Refik hocalı bir çok hadise geçti. Matamatikçi Refik hoca boylu boslu, hafif göbekli bir adamdı. Kendisini biz yatılıların velisi kabul ederdi. Çok defalar haklı haksız öfkesine maruz kalırdık. 

Matematikteki gibi dayağın da türevlerini bilirdi. Yalnız ne o bizim dediğimize kulak verirdi ne biz onunkileri anlardık. Sessizce gelip sırtını kapıya dayar, elindeki cetveli sallayarak birşeyler söylerdi.

"Eşşeğe baa ! Bo ahhaa kosa..cumu..ohaa ! Eşşeğin…baaa..kuma…ca..bo obuuu !" Korkudan mıdır nedir, nedense biz bu cümlenin yalnız 'eşşek !' kısmını anlayabilirdik.

Bir defasında mütalada biraz gürültü yapmışız. Geldiğinde üç arkadaş ayaktaydı. Çok kızmıştı, dışarı çekti onları. Biz çıt çıkarmadan kulağımız kapıda ne olacak diye bekliyorduk. Bir ara pata küte şak şuk sesler geldi, eyvah dedik hoca benzetiyor bizimkileri…

Sonra geldiler…"Ne oldu, dövdü mü, dövdü mü ?" "Hayır !" "Eee yüzünüz niye kıpkırmızı o zaman ?" "İşte !" "Niye olum söylesenize ?.."

Üçüde aynı anda birbirlerine baktılar. Meğer Refik hoca bunlara birbirlerini tokatlattırmış. Üçü de ikişer tokat atmışlar birbirlerine. 

O olaydan sonra hocaya daha bir mesafeli yaklaştık. Daha doğrusu elli metreden yakın durmadık. Belli mi olurdu, bakarsın bize kendimizi bile dövdürebilirdi…

Hatıralar bir bir diziliyor kafamda. Yazdıkça hatırlıyorum. 

Yatakhanede herkesin birbirinin üzerine çullanarak yaptığımız karamboller. Bir keresinde diğer yatakhanelerden gelenlerle birlikte onsekiz kişi bir yatağa atlayıp saniyesinde o yatağı göçertmemiz. Kimseye çaktırmadan başkasıyla değiştirmemiz.

Ramazan geceleri sıraların üzerinde namaz kılmamız. İftar saatinde sanki bir suç işliyormuş gibi gizli gizli yemekhanede toplanmalarımız. Allah ne verdiyse ortaya yığıp dünyanın en güzel iftarlarını yapmamız. Sahura kadar uyumayıp saat dörtte yatakhanelere dağılıp oruç tutanları kaldırmamız. Aşçımız Hasan ustanın akşam yemeğinden kalanlara ilave sucuklu yumurtaları. Gündüz derste uyuklamalarımız...

Hepsi dün gibi aklımda…Bizim hikayelerimiz, hepimizin hikayeleri sanki daha dün gibi…

Kısa bayram tatilinin doyulmaz lezzeti. İpini koparmış gibi heyecanla, mehter marşı eşliğinde eve gelip, hüzünlü ağır çekim İzmir marşıyla dönüşlerimiz... 

Harçlıkları harcamayıp, ceplerimiz dolu dolu okula gelişlerimiz. Onları hep beraber iki üç günde olmadı hafta sonunda hep beraber tüketip bitirivermemiz... 

Ailelerimizin yanımıza verdiği yollukları, mütalalarda orta malı yapıp gizli gizli yememiz. Hepsi, hepsi aklımda…

Okuldan kaçışlarımız. Üçüncü sınıf bir lokantada çorba içip, gündöndü çitleyerek sallana sallana geri dönüşlerimiz... 

Hafta sonlarında sinemaya gidip peşpeşe dört film seyretmelerimiz. Zombiler gibi sinemadan akşam alaca aydınlığında çıkışımız. Koşturarak nefes nefese o yokuşu tırmanmalarımız. Nöbetçi hoca yakalamasın diye mütalaya arka alt zemin pencerelerden sızıp yetişmelerimiz. Yakalanmalarımız…Seyrettiğimiz karate filmlerine inat yediğimiz Türk usulü dayaklar...

Güzel havalarda, toz içinde, okul kıyafetiyle yaptığımız maçlar. Güreş-judo-tekvando karışımı yaka paça ikili mücadelelerimiz. Boş kaleye atamadığımız goller…

Kıpkırmızı, perişan ve yapış yapış derse geç kalışlarımız, üstüne üstlük bir de hocalardan yediğimiz fırçalar…

Sizi bilmem ama bana hayatta kaçırdığım, nefes nefese yetiştiğim şeyler nedense o günleri hatırlatır, halimize gülerim.

Çok zorlandığımız anlar…Cebir, geometri ve trigonometrinin psişik halleri…Kopya maceraları, yakalanmalarımız…Yediğimiz tokatlar, ağlamalarımız, yalvarmalarımız, diklenmelerimiz…

Bir okulu yakmadığımız kalmıştı, onu da beceriyorduk az kalsın. Üşüyoruz diye kalorifer dairesinde kurcaladığımız kazan yağ borusunun ateş alması…Zor bela söndürüp yatakhaneye kaçışımız…Prizleri kurcalayıp ikiyüzyirmi voltla çarpılmalarımız…

Gazoz şişelerine su doldurup koridorlarda birbirimizi kovalamalarımız…Tuvalet kapılarına yazılanlar…Bir bir geçiyor gözlerimin önünden.

Gece yarılarına kadar muhabbet ederdik. Kavga da ettik, küsüştük te. Ama daha çok şakalaşırdık. Herhalde eşek şakası o zamandan tanıdıktır bize. 

Son yılımızda pikaptan müzik dinlemenin keyfini de çıkarmıştık. Müziği keşfetmiştik böylece. Anonim harçlıklarla alınan son çıkan plakları çalardık yatakhanede hafta sonları. 

Gülerdik, ağlardık ta…Ruhun peynir ekmekle doymayacağını öğrenmiştik böylece.

Aradan yıllar geçti. Şimdilerde hoş olmayan anılar aklımıza geldiğinde ağlamıyoruz, dolapları yumruklamıyoruz belki. Şekli değişeli çok zaman oldu tepkilerimizin. Hoş, ya da nahoş o anılar aklımıza geldiğinde nerede olursak olalım, ister otobüste, ister işte, evde. Sadece gülümsüyoruz…

Bazen yüksek sesle, bazen alçak, ama hep gözlerimizde dolan yaşları hissederek gülüyoruz arada bir…

Yaşadığımız şeyler ne kadar da değerli kılıyor bu bir avuç tebessümü değil mi ?..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder