1 Ocak 2014 Çarşamba

115 01Ocak 2014 Çarşamba 21;55 ANKARA HASTALIKLARI..............İktidar Oyunu

İktidar oyunu [1]


Türkiye için iktidar Ankara demektir. Ekonomik, sosyal ve kültürel açıdan bu ülkenin bir numaralı kenti İstanbul olmasına karşılık başkentin bu konumu siyasal gücünden gelir.

Siyaset ve politika adeta Ankara ile özdeşleşmiştir. Neden ? Çünkü devlet işleri ve gücü orada yoğunlaşmıştır.

Siyaset kelimesinin Arapça "Seyis" yani "At Bakıcısı" kelimesinden türediğini düşünürsek, onun iktidar gücüyle ilgisini daha iyi anlayabiliriz.

Şahsen ben siyaset ile politika kelimelerini aynı anlamda kullanmamaya çalışırım. Nedeni, ağırlıklı olarak siyasetin devlet işlerini, politikanın ise iktidar gücüne ulaşmadan önceki halleri çağrıştırmasından.


Sözlük anlamı itibariyle iktidar; yönetme gücü demek. İster krallıkla, ister demokrasiyle olsun, bir toplum ve onun sahip olduğu kaynaklar üzerinde tasarruf etme anlamına geliyor.

Bu anlamda hükmetmek ve yönetmek öyle cazip bir güç ki, adeta insanlık tarihi iktidarı ele geçirmek için çıkan çatışmalardan oluşmuş gibi görünüyor.

Bu hırsa kapılanlar akıllara durgunluk veren kanlı oyunların içerisine girebiliyorlar. O yüzden bu tür oyunlar sadece kendilerinin değil, aynı zamanda ülkelerin de kaderini belirleyebiliyor.

Başka ulusların tarihinden örnek vermeye lüzum yok, bizim tarihimiz; iktidar sahipleri ile ona sahip olmaya çalışanlar arasındaki çatışmalar açısından oldukça zengin. Öyle görünüyor ki bu mücadeleler, hem kendileri, hem de talip oldukları devlet gücü üzerinde ağır hasarlara yol açmış. Yine de Osmanlı'dan günümüze yaşanan bu iktidar oyunlarında aktörler, mekanlar, zamanlar değişmiş, ancak mücadele hiç değişmemiş.

Osmanlı’da şehzadeler Fatih Sultan Mehmet’e kadar günümüz siyasi partileri gibiydi. Her şehzade padişah olacak şekilde yetişir, böylece siyaset, idare ve iktidarı uygulamalı olarak öğrenirlerdi. Tabi, doğal olarak ikbali ona bağlı etrafındakilerle birlikte kaçınılmaz bir iktidar mücadelesinin içinde bulurlardı kendilerini. Bu yöntem işte tam da bu nedenle acı bir geleneğe, devlet için kardeş katline yol açmıştır.

Hızla büyüyüp güçlenen, bir anda beylik katından devlet katına yükselen Osmanlı tahtı ve çevresinde oluşmaya başlayan asker/sivil bürokrasi giderek herkes için çekici hale gelmiş olmalı. Çünkü bu cazibeyi doğrulayan ilk isyan Çandarlı Halil Paşa ile başlıyor.

Çandarlı ki o, II. Murat Ve Fatih Sultan Mehmet dönemlerinde yaklaşık 15 yıl Osmanlı sadrazamlığı yapmış önemli bir devlet adamıydı. Osmanlı Devleti’ni kuran birkaç ailenin birinden, Çandaroğullarından geliyordu.

Ancak, Fatih Sultan Mehmet’in Osmanlı tahtına geçmesine sürekli muhalefet etmiş, hatta İstanbul’un fethi konusunda Fatih’in başarısız olması için düşmanla işbirliği bile yapmaktan çekinmemiştir.

Diğer yandan İstanbul kuşatması Sultan Mehmet için kendisine direnen Osmanlı asker bürokrasisi karşısında bir tür var olma, yok olma mücadelesidir. Bu savaşın İstanbul kadar kendisinin de kaderini belirleyeceğinin farkındadır genç sultan. “Ya İstanbul beni alır, ya ben İstanbul’u” sözünü bir de bu açıdan görmek lazımdır örneğin. Belki de bu yüzden ümitsizliğe kapılan askeri son büyük saldırı için bizzat kendisi yüreklendirmiştir.

Neticede iktidar gücünün kimde olduğu, kimle ve nasıl paylaşılacağı konusundaki belirsizlik İstanbul’un fethiyle sona ermiştir. Ama hırsı Çandarlı Halil Paşa’yı idama götürmüş, onunla birlikte bu iktidar oyununu oynayan bürokrasinin de yenilgisiyle sonuçlanmıştır.

Çok değil bir nesil sonra  aynı sadaret makamına Çandarlı’nın oğlu İbrahim Paşa getirilecektir. Bu olay, iktidar mücadelesinin devam ettiğini, Fatih’in yerine şehzade Cem’in değil de Beyazıt’ın geçmesiyle birlikte bürokrasinin rövanşı aldığını göstermektedir.

Fatih'in ardından Kanuni, Beyazıt, IV. Murat gibi padişahların dönemi de iktidar mücadeleleriyle doludur. Bunu kurmaca olmasına karşılık, günümüz “Muhteşem Yüzyıl” dizisinden de görebiliyoruz. Zamanın başkenti İstanbul’da yaşanan bu siyasi çalkantıların, darbelerin ve kanlı olayların odak noktası nedense hep Yeniçeri Ocağı olmaktadır. O fitne ocağı da nihayet tarihte Vaka-i Hayriye adıyla bilinen kanlı bir darbeyle II.Mahmut tarafından söndürülür

Ancak, Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılması siyasi muhalefeti yok etmez, belki değişip farklılaşmasına neden olur.  O kadar ki Vaka-i Hayriyeden sonra tüm Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti siyaseti bu Yeniçeri Ocağından dönüşen “İstemezük” kimlikli muhalefet tarafından şekillendirilmiştir.

Bazıları tarihimizin aslında bir darbeler tarihi olduğunu öne sürmektedir. Çünkü ocak kaldırılmış olsa da, artık siyasi genlerimize işlemiş saraydaki/meclisteki ordu korkusu geçmemiştir.

Siyasi hayatımızdaki İttihat ve Terakki, Kuvayi Milliye, CHP, 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat, 27 Nisan, Ergenekon vb. zincir halkaları bu gölgelerin devamı olarak varlıklarını sürdürüyorlar. Hem de yeni yeni siyasi mobing uygulamalarıyla zenginleşerek.

Yeni bir gelişme olduğunda, farklı bir fikir ortaya atıldığında, onun bilinen alışılagelmiş düşünce kalıplarına, örneğin dini geleneğe, laikliğe, Atatürkçü düşünceye, demokratik, sosyalist veya liberal kültüre uygun olup olmadığına bakarak sorgulayıp, kabullenmek veya reddetmek türünden davranışlar geliştirilmiştir.

Yerine göre korku dağları yükseltilmiş, zamanı gelince tanklar yürütülmüştür. Muhtıraların şekli değişmiş, bildiri olup internet sitelerinden yayınlanmıştır. Kasetler, telefon dinlemeleri çıkmıştır boy boy, çeşit çeşit. Medya savcı olmuştur, mahkemeler mübaşir. Resmi tarih de bu alanda adeta bir tür yüksek mahkeme gibi kullanılmıştır.

Anlaşılıyor ki, bizdeki iktidar çekişmeleri hiç te yeni değil. Yirminci yüzyılın hemen başında İkinci Abdülhamid'in hal'inden başlayarak bu ülke çok büyük bedellerin ödendiği iktidar oyunlarına sahne olmuştur. Koca bir imparatorluğun, on yıl gibi kısa bir zamanda tarih sahnesinden çekilmesi başarılmıştır.

Ve aynı zincirin acı dolu halkaları; 27 Mayıs, 12 eylül darbeleri gelmiştir yirmi yıl arayla. Cumhuriyet tarihimizin son yarım yüzyılını şekillendiren bu ihtilallerin izleri bugün hala üzerimizde. 12 Mart, 28 Şubat, 27 Nisan muhtırası/bildirisi gibi versiyonlar da hep bu siyasi depremlerin artçıları gibi yaşandı.

Belki Osmanlı’daki mücadeleler sadece iktidar hırsıyla sınırlıydı ve bedeli başlarıydı. Ancak bugün yaşanan çekişmelerin pek çoğunu ne yazık ki sadece insanî zaaflarla izah etmek zor. Ülkenin ileri gitmesini sakıncalı bulan odakların rüzgârıyla yelken şişiren, memleket hayrına işlere ideolojik saiklerle engel olanlar bu kadar masum değil. Üstelik, yargının dolambaçlı labirentlerinde kayboluyorlar.

İktidar oyununda yer alan sert çizgili güçlü yüzlerde; ihtiras, öfke, korku, kibir, ihanet, servet toplama, şatafat, zevk-sefa merakı, iş bilmezlik, saflık, bilgisizlik gibi renk renk çizgi var. Ama sebep ve gerekçe ne olursa olsun, dün de bugün de büyük işlere, önemli adımlara engel olanlar tarih önünde mahkûm olmaya devam edecekler.

Yine de dikkatli olmak lazım, baksanıza İstanbul’un fethi gibi ihtişamlı bir zafer bile neredeyse böyle bir çekişmeye kurban gidecekmiş.

Dün İstanbul, bugün Ankara iktidar oyunlarının sahnelendiği hastalıklı mekanlar. Yüzlerce kez sahnelenen "İktidar Oyunu" her geçen gün, ilave olan yeni aktörler ve yeni senaryolarla hala devam ediyor.

Sarıkız, Ayışığı, Balyoz, Ergenekon, Gezi ve 17 Aralık operasyonlarının da bu şeytan izinin devamı olup olmadıklarını elbet bir gün tarih yazacak. Ancak bunca tecrübeden sonra, millet olarak iktidar yolunda sergilenen bu tür oyunları önceden sezebilmek, olayları doğru okuyup kimin yanında sağlam duracağımıza karar vermek elimizde.


[1] Avni Özgürel, Gazeteci, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e İktidar Oyunu, Etkileşim Yayınları, İstanbul, Haziran 2009

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder