İktidar oyunu [1]
Türkiye için iktidar Ankara demektir. Ekonomik, sosyal ve kültürel açıdan bu ülkenin bir numaralı kenti İstanbul olmasına karşılık başkentin bu konumu siyasal gücünden gelir.
Siyaset ve politika adeta Ankara ile özdeşleşmiştir. Neden ? Çünkü devlet işleri ve gücü orada yoğunlaşmıştır.
Siyaset kelimesinin Arapça "Seyis" yani "At Bakıcısı" kelimesinden türediğini düşünürsek, onun iktidar gücüyle ilgisini daha iyi anlayabiliriz.
Şahsen ben siyaset ile politika kelimelerini aynı anlamda kullanmamaya çalışırım. Nedeni, ağırlıklı olarak siyasetin devlet işlerini, politikanın ise iktidar gücüne ulaşmadan önceki halleri çağrıştırmasından.

Sözlük anlamı itibariyle iktidar; yönetme gücü demek. İster krallıkla, ister demokrasiyle olsun, bir toplum ve onun sahip olduğu kaynaklar üzerinde tasarruf etme anlamına geliyor.
Bu anlamda hükmetmek ve yönetmek öyle cazip bir güç ki, adeta insanlık tarihi iktidarı ele geçirmek için çıkan çatışmalardan oluşmuş gibi görünüyor.
Osmanlı’da şehzadeler Fatih Sultan Mehmet’e kadar günümüz siyasi partileri gibiydi. Her şehzade padişah olacak şekilde yetişir, böylece siyaset, idare ve iktidarı uygulamalı olarak öğrenirlerdi. Tabi, doğal olarak ikbali ona bağlı etrafındakilerle birlikte kaçınılmaz bir iktidar mücadelesinin içinde bulurlardı kendilerini. Bu yöntem işte tam da bu nedenle acı bir geleneğe, devlet için kardeş katline yol açmıştır.

Hızla büyüyüp
güçlenen, bir anda beylik katından devlet katına yükselen Osmanlı tahtı ve çevresinde
oluşmaya başlayan asker/sivil bürokrasi giderek herkes için çekici hale gelmiş
olmalı. Çünkü bu cazibeyi doğrulayan ilk isyan Çandarlı Halil Paşa ile başlıyor.
Çandarlı ki o, II. Murat Ve Fatih Sultan Mehmet dönemlerinde yaklaşık 15 yıl Osmanlı sadrazamlığı yapmış önemli bir devlet adamıydı. Osmanlı Devleti’ni kuran birkaç ailenin birinden, Çandaroğullarından geliyordu.
Ancak, Fatih Sultan Mehmet’in Osmanlı tahtına geçmesine sürekli muhalefet etmiş, hatta İstanbul’un fethi konusunda Fatih’in başarısız olması için düşmanla işbirliği bile yapmaktan çekinmemiştir.
Diğer yandan İstanbul
kuşatması Sultan Mehmet için kendisine direnen Osmanlı asker bürokrasisi
karşısında bir tür var olma, yok olma mücadelesidir. Bu savaşın İstanbul kadar
kendisinin de kaderini belirleyeceğinin farkındadır genç sultan. “Ya İstanbul
beni alır, ya ben İstanbul’u” sözünü bir de bu açıdan görmek lazımdır örneğin. Belki
de bu yüzden ümitsizliğe kapılan askeri son büyük saldırı için bizzat kendisi yüreklendirmiştir.
Neticede iktidar gücünün kimde olduğu, kimle ve nasıl paylaşılacağı konusundaki belirsizlik İstanbul’un fethiyle sona ermiştir. Ama hırsı Çandarlı Halil Paşa’yı idama götürmüş, onunla birlikte bu iktidar oyununu oynayan bürokrasinin de yenilgisiyle sonuçlanmıştır.
Çok değil bir nesil sonra aynı sadaret makamına Çandarlı’nın oğlu İbrahim Paşa getirilecektir. Bu olay, iktidar mücadelesinin devam ettiğini, Fatih’in yerine şehzade Cem’in değil de Beyazıt’ın geçmesiyle birlikte bürokrasinin rövanşı aldığını göstermektedir.
Fatih'in
ardından Kanuni, Beyazıt, IV. Murat gibi padişahların dönemi de iktidar
mücadeleleriyle doludur. Bunu kurmaca olmasına karşılık, günümüz “Muhteşem
Yüzyıl” dizisinden de görebiliyoruz. Zamanın başkenti İstanbul’da yaşanan bu siyasi
çalkantıların, darbelerin ve kanlı olayların odak noktası nedense hep Yeniçeri
Ocağı olmaktadır. O fitne ocağı da nihayet tarihte Vaka-i Hayriye adıyla
bilinen kanlı bir darbeyle II.Mahmut tarafından söndürülür
Ancak,
Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılması siyasi muhalefeti yok etmez, belki değişip farklılaşmasına
neden olur. O kadar ki Vaka-i Hayriyeden
sonra tüm Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti siyaseti bu Yeniçeri Ocağından dönüşen
“İstemezük” kimlikli muhalefet tarafından şekillendirilmiştir.

Siyasi hayatımızdaki İttihat ve Terakki, Kuvayi Milliye, CHP, 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat, 27 Nisan, Ergenekon vb. zincir halkaları bu gölgelerin devamı olarak varlıklarını sürdürüyorlar. Hem de yeni yeni siyasi mobing uygulamalarıyla zenginleşerek.
Yeni
bir gelişme olduğunda, farklı bir fikir ortaya atıldığında, onun bilinen
alışılagelmiş düşünce kalıplarına, örneğin dini geleneğe, laikliğe, Atatürkçü
düşünceye, demokratik, sosyalist veya liberal kültüre uygun olup olmadığına
bakarak sorgulayıp, kabullenmek veya reddetmek türünden davranışlar geliştirilmiştir.

Yerine
göre korku dağları yükseltilmiş, zamanı gelince tanklar yürütülmüştür. Muhtıraların
şekli değişmiş, bildiri olup internet sitelerinden yayınlanmıştır. Kasetler,
telefon dinlemeleri çıkmıştır boy boy, çeşit çeşit. Medya savcı olmuştur, mahkemeler
mübaşir. Resmi tarih de bu alanda adeta bir tür yüksek mahkeme gibi kullanılmıştır.
Anlaşılıyor ki, bizdeki
iktidar çekişmeleri hiç te yeni değil. Yirminci
yüzyılın hemen başında İkinci Abdülhamid'in hal'inden başlayarak bu ülke çok
büyük bedellerin ödendiği iktidar oyunlarına sahne olmuştur. Koca bir
imparatorluğun, on yıl gibi kısa bir zamanda tarih sahnesinden çekilmesi
başarılmıştır.
Ve aynı zincirin acı dolu halkaları; 27 Mayıs, 12 eylül darbeleri gelmiştir yirmi yıl arayla. Cumhuriyet tarihimizin son yarım yüzyılını şekillendiren bu ihtilallerin izleri bugün hala üzerimizde. 12 Mart, 28 Şubat, 27 Nisan muhtırası/bildirisi gibi versiyonlar da hep bu siyasi depremlerin artçıları gibi yaşandı.
Belki Osmanlı’daki mücadeleler sadece iktidar hırsıyla sınırlıydı ve bedeli başlarıydı. Ancak bugün yaşanan çekişmelerin pek çoğunu ne yazık ki sadece insanî zaaflarla izah etmek zor. Ülkenin ileri gitmesini sakıncalı bulan odakların rüzgârıyla yelken şişiren, memleket hayrına işlere ideolojik saiklerle engel olanlar bu kadar masum değil. Üstelik, yargının dolambaçlı labirentlerinde kayboluyorlar.
Ve aynı zincirin acı dolu halkaları; 27 Mayıs, 12 eylül darbeleri gelmiştir yirmi yıl arayla. Cumhuriyet tarihimizin son yarım yüzyılını şekillendiren bu ihtilallerin izleri bugün hala üzerimizde. 12 Mart, 28 Şubat, 27 Nisan muhtırası/bildirisi gibi versiyonlar da hep bu siyasi depremlerin artçıları gibi yaşandı.
Belki Osmanlı’daki mücadeleler sadece iktidar hırsıyla sınırlıydı ve bedeli başlarıydı. Ancak bugün yaşanan çekişmelerin pek çoğunu ne yazık ki sadece insanî zaaflarla izah etmek zor. Ülkenin ileri gitmesini sakıncalı bulan odakların rüzgârıyla yelken şişiren, memleket hayrına işlere ideolojik saiklerle engel olanlar bu kadar masum değil. Üstelik, yargının dolambaçlı labirentlerinde kayboluyorlar.

Yine de dikkatli olmak lazım, baksanıza İstanbul’un fethi gibi ihtişamlı bir zafer bile neredeyse böyle bir çekişmeye kurban gidecekmiş.
Dün İstanbul, bugün Ankara iktidar oyunlarının sahnelendiği hastalıklı mekanlar. Yüzlerce kez sahnelenen "İktidar Oyunu" her geçen gün, ilave olan yeni aktörler ve yeni senaryolarla hala devam ediyor.
Sarıkız, Ayışığı, Balyoz, Ergenekon, Gezi ve 17 Aralık operasyonlarının da bu şeytan izinin devamı olup olmadıklarını elbet bir gün tarih yazacak. Ancak bunca tecrübeden sonra, millet olarak iktidar yolunda sergilenen bu tür oyunları önceden sezebilmek, olayları doğru okuyup kimin yanında sağlam duracağımıza karar vermek elimizde.
[1] Avni Özgürel, Gazeteci, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e İktidar Oyunu, Etkileşim Yayınları, İstanbul, Haziran 2009
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder