Yilmaz Yalcın, Yüreğimin sesi-I- albümüne yeni bir fotoğraf ekledi.
12 Nisan 2017
Zamana dur denilmez
Geçmişe dön denilmez
Ömrün devranı belli
Keşkeden söz edilmez
Yüreğim delik deşik
Elim tutmaz, boş beşik
Niçini yok dünyanın
Yaklaşmakta son eşik
Dalgaların sesine
Zamanın nefesine
Delikanlım güvenme
Gençliğinin nesine
Durgun suya yaklaşma
Akan sudan hiç şaşma
Neden niçin anahtar
İsyan edip hadd aşma
Yilmaz Yalcın profil resmini güncelledi.
120427_15:52 Emekliliğin ilk günü. 35 yıllık memuriyete veda hatırası
Yilmaz Yalcın, NE DÜŞÜNÜYORUM -I- albümüne yeni bir fotoğraf ekledi.
12 Nisan 2018
“Gelen geçti, kalan yok” dedi meczup, “devran daim, inen yok!”
Gökhan Özcan / Yeni Şafak
Yilmaz Yalcın, Görsel düşünceler albümüne yeni bir fotoğraf ekledi.
12 Nisan 2018
Sana Arzuhâlim Deste Destedir
Bir özge mekân ki bir güldestedir,
Satır satır, sayfa sayfa bestedir.
Kemâle erişmiş bir güzelleme
Yağmur da, çiçek de hep bu sestedir.
Koçak kal, gökçek kal, hep göklere bak,
Sevdamın debisi yoğun histedir.
Sürgünün kaderi kaçak kırmızı,
Bazen aydınlıkta, bazen sistedir.
Ey, gönül şehrimin kadim ecesi!
Sana azuhâlim deste destedir.
Bahaettin KARAKOÇ
Yilmaz Yalcın, Divan şiiri I albümüne yeni bir fotoğraf ekledi.
12 Nisan 2018
Ağlasa derd-i derûnum çeşm-i giryânım sana
Âşikâr olurdu gâlib râz-ı pinhânım sana
(Sevgili!) İçimdeki dertler ile, yaş dolu gözlerim senin için ağlayacak olsa, (gönlümdeki) gizli sırlarım (gözyaşlarıma) gâlip gelir ve (sırlar) sana aşikâr olurdu.
Mesned-i hüsn üzre sen ben hâk-i rehde pâymâl
Mûr hâlin nice arz ede Süleyman'ım sana
Sen güzellik tahtında (oturuyorsun): bense yolunun toprağında pâymâl (ayaklar altında) kalmışım. Hâl bu iken a Süleyman'ım, sana bir karınca (denli âciz olan) durumumu nasıl arz edeyim? ' Divân edebiyatında Süleyman ihtişâmı; karınca da acziyet ve zayıflığı temsil ettiği için şair de kendini karınca; sevgilisini Süleyman olarak nitelendirmiştir.'
Şem'i gör kim meclisinde ağlayıp başdan çıkar
Hoş yanar yıkılır ey şem'-i şebistânım sana
Muma da bak! Senin (bulunduğun) meclisinde ağlayıp baştan çıkmakta. Ey odamı aydınlatan! O mum senin için ne de hoş yanıp yıkılıyor. 'Mum yanarken, baştaki fitilin kenarlarından ağlıyormuş gibi akar. Şair buna gıpta ediyor ve onu sevgilinin aşkı ile baştan çıkmış veya o uğurda başını vermiş olarak gösteriyor.'
Subh gibi sâdık olduğum gam-ı aşkında ben
Gün gibi rûşen durur ey mâh-ı tâbânım sana
Ey ay gibi parlayan sevgilim! Benin sana karşı, aşkının yolunda sabah kadar sâdık olduğum, (doğrusu) gün gibi âşikârdır.
Dün rakîbin cevrini men' eyledin ben hastadan
Eyledi te'sir gûyâ âh u efgânım sana
Dün rakiplerimin, aşkının hastası olan bana yaptıkları eziyetleri meneyledin. Galiba âh ve feryatlarım sana tesir etmiş!
Zahm-ı hicrân şerhi çün mümkün değildir dostum
Sîne-çâkinden haber versin girîbânım sana
Dostum! Anlaşılan o ki (bağrımdaki) ayrılık yarasının şerh etmek mümkün görünmüyor. (Bari) açık duran şu yakam, (aşkından dolayı) göğsümdeki (şerha şerha olmuş) yarıkları sana göstersin (de insafa gel!)
Eyleme gönlün gözün cevr ile Avnî'nin harâb
Dürr ü gevherler verir bu bahr ile kânım sana
(Sevgilim!) Eziyetlerinle Avnî'nin gözlerini ve gönlünü harap etme! Zira bu deniz (gibi coşkun gözlerim) , sana inciler; bu maden ocağı (gibi gönlüm) de mücevherler sunar.
Avnî (Fatih Sultan Mehmet)
Yilmaz Yalcın, Biraz da gülümseyelim albümüne yeni bir fotoğraf ekledi.
12 Nisan 2018
Artık geçmişte kalan güzellik; Mektuplar
Daha ilkokul üçüncü sınıftayken dedeme gelen mektupları ben okurdum. Göndereceklerini de bana yazdırırdı. Bu mektuplarda belli bir kalıp vardı. Hatırladıkça içim bir hoş olur, gülümserim.
"Nasılsınız iyi misiniz ? İyi olmanızı yüce Allahtan dilerim. Beni soracak olursanız ben de hamdolsun çok iyiyim….Pek kıymetli mektubunuzu aldım. Çok sevindim. Ben de sizi memnun etmek için bu satırları karalıyorum…Selam eder önce sizin pamuk ellerinizden öperim. Sonra da öbür büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öperim... Kestane kebap, acele cevap beklerim...Baki selam. Sizi seven oğlunuz....."
Mektubun Türkçesi 'betik' veya 'bitik'diye geçiyor. İslam'dan sonra "mektup" kelimesi yaygınlık kazanmış. Ayrıca "nâme" kelimesine de sıkça rastlanıyor.
Tanzimat öncesinde mektuplar "ariza, kaime, şukka, name, uhuvvetname, meveddetname, muhabbetname, tezkire, varak-pare, kağıt" gibi değişik isimler altında gruplandırılmış. "Ariza" ve "şukka" daha alt kademedekilerden daha üst kademedekilere yazılan mektuplara; "uhuvvetname, meveddetname. muhabbetname" kardeşlik ve sevgi duyguları ile bağlı kişilerin birbirlerine yazdıkları mektuplara verilen isimler. "Varak-pare" alçak gönüllülük ifadesi iken, "kağıt" kelimesinin çok geniş manada halk arasında mektup anlamında kullanıldığı biliniyor.
Mektuplar ayrıca konularına göre de adlandırılmış. Arzıhal, tebrikname, tehniyename, taziyename, cevapname, teşekkür, takriz, davetname, niyazname, tezkire, müzekkere vb. gibi.
Eski mektupların biçimini oluşturan bazı terimler var:
İbtida: Mektupların başlangıç bölümü. Burada saygı ve selam sözlerine yer veriliyor.
Tahallüs: Başlangıç bölümünden asıl konunun yer aldığı ve isteklerin bildirildiği talep bölümüne geçişi bildiren bölüm oluyor. Bir bakıma kasidelerdeki girizgah gibi.
Talep: Mektubun asıl konusunu oluşturan bölüm. Burada daha çok bildirilmesi gereken bir durum, bir duygu, bir düşünce yer alıyor. Bildirilenler çoğunlukla istek niteliğinde olduğundan bu bölüme talep adı verilmiş.
İntihta: Mektupların nihayet bulduğu, son bölüm.
Dua: Çoğu kez intiha bölümünden sonra yer alan, iyi dilekleri bildiren sözler oluyor.
İmza: Mektubu yazanın adının yer aldığı kısım. Mektubu yazanın kim olduğunu gösteriyor.
Eski mektuplara örnek olarak Baki'nin Kanuni Sultan Süleyman'ın bir gazeline yazdığı iki nazireyi padişaha bildirmek üzere saray mukarreplerinden birine yazmış olduğu mektubu alalım:
"Sultanım hazretlerinin hak-i cenab-ı saadet-nisaplarına çehre-i husu' mevzu' kılınup izdiyad-ı ömr ü devlet-i ruz-efzunları kemayenbagi eda ve lfa olunduktan sonra ma'ruz-ı bende-i miktar oldur ki devletlü ve saadetlü padişah hazreterinin bu caniplere iki dane mümtaz ve müstesna gazel-i şerifleri varid olup bu bende-ihakir acz ü kusur üzre bir danesine iki nazire demek müyesser oldu. Hak budur ki ' gazel-i şerifin eger matlaı, eğer maktaı, eğer sair ebyat-ı şerifesi biniisı ü bihemta vili olduğundan gayri hususa eğrilik olsa aceb mi kafiri mihrapta beyt-i şerifi Vallahi'l-azim bir merebi seramed beyttir ki asla nazire mümkün değildir. Bunca zamandır ki eğer şuaara-yı Acem, şuaara-yı Rum mihraba müteallık nice sözler söylemişlerdir, bu dakika-i enikayı şimdi gördüm, Hak sübhanehuve Taaıa saadetlü padişah hazretlerinin ömr ü devletlerini ziyade kılup müradat-ı dünyeviyye ve uhreviyyelerin beraverde-i zamir eyleye, bifazlihi ve ihsanihi, celIe zikruhu. Blli,hemişe zat-ı şerif-i melek-hisaıi makrun-ı behıfz u himayet-i zi'lcelal bad, innehuraufiınbi'l-ibad; Min abdi 'I-fakir Baki el-hakir,
Bu mektupta Eski' mektupların biçim özelliklerinin hemen hepsini görmek mümkün:
Elkab: "Sultanım hazretleri
Ibtida: "hak-i cenab-ı saadet·nisaplanna çehre-i husu' mevzu' kılınup izdiyad-ı ömr üdevlet-i ruz-efzunları kemayenbagi eda veifa olunduktan sonra"
Tahallüs: "ma'roz-ı bende-i bi miktar oldur ki"
Talep: Bu bölümde şair, padişahtan kendisine iki gazel geldiğini, bunlardan birine iki nazire yazdığını söylüyor, fakat eğrilik olsa aceb mikllfiri mihraptci mısraına kimsenin bir nazire söyleyemeyeceğini belirterek padişahı övüyor.
İntim: "Hak sübhanehu ve Taaıa saadetlü padişah hazretlerinin ömr ü devletlerini ziyade kılup muradat-ı dünyeviyye ve uhreviyyelerin beraverde-i zamlı eyleye, bifazlihi ve İhsanihi, celle zikruhu"
Dua: "Baki, hemışe zat-, şerif-i melek-hislili makrun-ı behifz u himliyet-i zi'/-cellil btid, innehu raufun bi'l-ibtid."
İmza: "min abdi 'I-fakir Bakf el-hakfr"
Halk mektuplarının dili ise yaşayan, konuşulan dildir. Bunlar, ne münşeat'lardakilere ne Tanzimat sonrası rastlanan adı belli yazar mektuplarına benzemezler. Bunları yazanlar, ne anlatmak istiyorlarsa, onu düşündükleri ve konuştukları gibi kâğıda dökerler. "Şey" kelimesini kullanmazlar, ne söyleyecekse, adıyla sanıyla söylemesini bilirler. Somut nesneleri anlatmakta bir zorluk çekmezler. Milletin asıl dili, duygu ve ruhu bunlara yansır.
Bir örnek olarak rahmetli Özay Gönlüm'ün okuduğu 'Ninenin mektubu'nu hatırlayalım.
NİNENİN MEKTUBU
Ey umudumun gandili
Gözyaşımın mendili
Dağdan bayırdan aşırmadığım
Gözden gönülden düşürmediğim
Duaynan böyüttüğüm
Türküynen yürüttüğüm
Güneşim, ayım, yavrım bidenem ...’ım
Acı haber tez uleşti elim ayağım doleşti
Düğüm düğüm oldu boğazım
Lokmamı yiyemedim bişey de diyemedim
Dondum galdım netçeğimi bilmeden
Ey goca efem arkedeşim yavrım can yoldaşım
Tarınam unum bulgurum bu dünyada umudum gururum
Tencerede aşım dinmeyen gözyaşım
Nettin len nere gittin sen
Benim yiğidimin ölünmesine
İnsan hiç habar etmemi nenesine
Olaydı habarım bu halımla goşarak dağ daş aşarak
Geçerdim garşısına ezrailin yavrımı bırakın beni alın derdim
Hindi n’olıcak gari dostlar bişeyler deyin bari
Tellidir anam tellidir
Denizli’nin horozları bellidir deyen dağ taş aşan ses nerde
Tepsi de tepsi fındıhlar
Ayşe’de Veli ağayı gıdıhlar deyi gürül gürül coşan ses nerde
Hani nerde çoban Mustafali goyunları gütmeyomu
Çözde al deyen Fadime oynamaya gitmeyo mu?
Ses gelimyo mu efemden hey garibim yavrım horozum tüktü türkü ötmeyomu
Ey duaynan böyüttüğüm türküynen yürüttüğüm
Güneşim, ayım, yavrım bidenem ...’ım
Ben gideydim ya yavrım senin yerine
Sensiz yaşamak benim neyime sana gurban olayım
Makbule KAYA
Yilmaz Yalcın profil resmini güncelledi.
12 Nisan 2019
120427_16:44 TBMM'den Emeklilik hatırası
120427_16:44 TBMM'den Emeklilik hatırası
12 Nisan 2019 Cuma 16:30 ŞİİR VE TÜRKÜ..........................................Türkü Yazıları
Türkü Yazıları (*)
Vakit gelse yine çıksam yaylaya / Doya doya baksam suna boyluya
Senin için yalvarayım Mevla’ya / Belki seni bana yazar yaradan”
Ne bilirdim bu türkünün ağırlığını; Kuş tüyü çocukluk yaşadığımız yayla yamacında oğlakları yayılımdan getirirken bir kuşluk vakti çadırın önünde yayık yayan, komşumuzun koca kızı Fatma ablamızın altı pilli Schaup Lorenz radyolarının kulağını sağa doğru biraz daha kıvırıp komşularla birlikte karşı yamaçta davar sağdıran çobanlara da dinlettiği o yıllarda.Ne bilirdim yıllar sonra Ankara’da “Ticaret Turizm”in üçüncü katında açık pencereden Numune Hastanesi’nin büfesinde radyodan duyduğumda yüreğimin üzerinde bir top kor ateşin yanacağını.
Ayrılık ah ayrılık!.. Yaman ayrılık. Bizim ölüm ile ayrılığı gönül kefemize koyup tartan türkülerimiz de var;
“Ölüm ile ayrılığı tartmışlar / Elli gram ağır gelmiş ayrılık”
Allah’ım ölümü metanetle karşılayacak, ayrılığın yükünü kaldıracak güç ver bize.
Bir tarafta Sarı Zeybeği dağlara yaslandıran türkü yüreğimizi kabartırken, diğer tarafta bir iskân türküsü bir isyanı dile getirir, konargöçer aşiretlerin alışamadığı, onlara göre dünyanın sonu olan yerleşik hayatın acısını anlatır.
“Aşağıdan iskân evi geliyor/ Bezirgânlar koçyiğide gülüyorKitabın dediği günler oluyor / Yoksa devir döndü ahir zaman mı”
diyen Avşar Beyi Dadaloğlu’nun Padişah fermanına kafa tutar, dağları inleten sesi yankılanır Toroslarda,Binboğalarda.
Ben türkülerin dilini şehirlerarası yolculuklara ilk çıktığım zamanlarda anlamaya başladım.O dil gönül dilidir, o dil çaresizliğin, acının, hasretin, uzletin dilidir.
“Kahramanmaraş-Ankara istikametinde seyahat eden Aksu Turizm’in sayın yolcuları Turpet dinlenme tesislerine hoş geldiniz” dediğinde lokantadan gelen bu sesle perişan uykudan uyanır otobüsün kapısı açılır açılmaz sesi dışarıya verilmiş hoparlörden enstrümantal olarak çalan “Yedi Karanfil”i duyduğumda önce anamın hayali gelirdi gözlerime. Soğuktan buğulanan camlardan daha çok buğulanırdı gözlerim. O halimi görmesinden utandığımdan koltuk arkadaşımdan tarafa yönümü dönemezdim. Gündüz telefon direklerini sayar gece dağların karaltısının arkasında hangi köyler kasabalar var sorusuna cevap arardım saatlerce. Diğer yanda süremediği lavantayı konsolun gözüne koyan İstanbullu kızın hayıflandığı dizeler aklıma gelir de bu sefer de ben hayıflanırdım yayla çiçeklerinin tabii kokusundan nasibini alamayan insanlara acırdım.
Sipsinin sesinden içime akan bir boğaz havas beni alıp ötelere götürür Zümrüdüanka’nın kanatlarına bindirip Kaf Dağı’nın arkasına aşırır. Bozkırın Tezenesi Neşet Ertaş sazının teline değil benim gönül telime vurur, vurur da hem titretir hem de yakar kavurur.
Yanan kavrulan ruhum Hezari’nin türküsünde Başkonuş Yaylası’nın başında temmuz ayının bunaltıcı sıcağında bunalan bedenim gibi bir kamalak gölgesinde asude bir gün geçirir.
Çıksam baksam görünür mü / Başkonuş’ dağı şimdiYaylalarda dem sürmenin / Geldi çattı çağı şimdi
Ben yaylaları iyi bilirim türküleri de. Evvel bahar yaz gelince sürüden seçilen kuzunun tazeliği gibi her gün yayla yamaçlarını gezen ruhumuzun derinliklerine sızan bizim yaylalara has endemik bitkilerin kokusu ile gönlüm ve dimağım tazelenir. Düşlerime giren yayla pınarlarının oluğundan akan suya ağzımı verip doya doya içerim de yine bir yayla türküsü takılır dilime, yaylanın dumanı başımı bulandırır.
“Yastadır ey deli gönül yastadır / Gelir diye kulaklarım sestedirYağmur yağar zülüfleri ıslanır / Vaz geç duman bu yaylanın üstündenDuman senin pare pare karın var / Benim gizli derdim ah u zarım varBenim bu yaylada nazlı yârim var / Vaz geç duman bu yaylanın üstünden”
Mecnun Leyla’sına olan sevgisinde gerçek aşkı bulur. Aşk belasını cana minnet bilir de şöyle seslenir;
“Ya Rab belâ-yı aşk ile kıl aşina beni / Bir dem belâ-yo aşktan etme cüda beni”
Mecnun bu aşkla kendini çöllere vururken, Leyla da Mecnun’un yokluğuna dayanamaz ölür ve Mecnun onun mezarının başına gelip toprağını kucaklayarak şöyle seslenir;
“Ya Rab bana cism ü can gerekmez / Canansız cihan gerekmez”
diyerek oracıkta son nefesini verir.
Her şeye gücü yeten Koç Köroğlu’nun gücü gönlüne yetmez. Köroğlu’dur bu, şanından taviz vermediği gibi aşkından da taviz vermez Kafkas toprağında sevdiği Han Nigâr’ı aklından çıkaramaz zorla da olsa onunla evlenir. Ona halini şöyle arz eder;
“Han Nigâr’ım benden yüzün çevirme / Bir yiğide iki güzel çok mudurBeni görüp başın yere eğdirme / Bir yiğide iki güzel çok mudurKoç Köroğlu derler benim adıma / İki güzel gelir benim yâdımaBiri bana bakar biri atıma / Bir yiğide iki güzel çok mudur”
Yine Anadolu’nun yanık bağrından bir âşık çıkar. Sevgiliye olan bağlılığını şöyle terennüm eder. O hepimizi bildiği aşkın şairi Karac’oğlan’dır
“İneyim gideyim tozlu yollara / Karışayım boz bulanık sellereAdı sanı duyulmadık ellere / Gitmeyince gönül yardan ayrılmazGönül düştü bir geyiğin postuna / Azrail’de can almanın kastınaDöne döne teneşirin üstüne / Yatmayınca gönül yardan ayrılmaz”
Lal olan dilbaz kesilir âşık olunca. Sevgiliye kavuşmak bir derttir kavuşamamak ayrı dert.Bu dert de öyle bir derttir ki: “Derdim bana dermanımış bilmedim” diyenlerinki gibi. Türkülerle dile gelir, ağaçla yaprakla, taşla toprakla paylaşılır. Çağdan çağa, nesilden nesile aktarılır.
Divanlara cönklere, kitaplara konu olur. Gönülleri yakar toprağa siner, o toprağın insanlarının dili olur, malı olur anonimleşir. Millet, din, töre tanımaz, o coğrafyanın hafızasına kazınır.Uzaklardaki sevgiliye olan özlemini yayla ile paylaşır bizim insanımız. Yayla dumanından şikâyet eder, gönlünde gezdirdiği güzelin zülüflerinin ıslanmasını istemez, yaylada gönül gezdirir ya sevgiliyi de yanında gezdirir, türkülere döker derdini, türkülerin dili ile dertlenir. Yine de türküler düşmez dilinden.
Böyle işte; türküler gönlümüze dökülen yayla pınarı, bağrımıza esen yayla yeli, burnumuza tüten yayla çiçeğidir. Nice güzelleri nice yiğitlerin, nice yiğitleri nice güzellerin gönül yaylasında gezdirir türkülerimiz.---------------------------(*) Ali İhsan Kekeç / Hece taşları dergisi, s.20, 50. sayı, 10 Nisan 2019

Vakit gelse yine çıksam yaylaya / Doya doya baksam suna boyluya
Senin için yalvarayım Mevla’ya / Belki seni bana yazar yaradan”
Ne bilirdim bu türkünün ağırlığını; Kuş tüyü çocukluk yaşadığımız yayla yamacında oğlakları yayılımdan getirirken bir kuşluk vakti çadırın önünde yayık yayan, komşumuzun koca kızı Fatma ablamızın altı pilli Schaup Lorenz radyolarının kulağını sağa doğru biraz daha kıvırıp komşularla birlikte karşı yamaçta davar sağdıran çobanlara da dinlettiği o yıllarda.Ne bilirdim yıllar sonra Ankara’da “Ticaret Turizm”in üçüncü katında açık pencereden Numune Hastanesi’nin büfesinde radyodan duyduğumda yüreğimin üzerinde bir top kor ateşin yanacağını.
Ayrılık ah ayrılık!.. Yaman ayrılık. Bizim ölüm ile ayrılığı gönül kefemize koyup tartan türkülerimiz de var;
“Ölüm ile ayrılığı tartmışlar / Elli gram ağır gelmiş ayrılık”
Allah’ım ölümü metanetle karşılayacak, ayrılığın yükünü kaldıracak güç ver bize.
Bir tarafta Sarı Zeybeği dağlara yaslandıran türkü yüreğimizi kabartırken, diğer tarafta bir iskân türküsü bir isyanı dile getirir, konargöçer aşiretlerin alışamadığı, onlara göre dünyanın sonu olan yerleşik hayatın acısını anlatır.
“Aşağıdan iskân evi geliyor/ Bezirgânlar koçyiğide gülüyor
Kitabın dediği günler oluyor / Yoksa devir döndü ahir zaman mı”
diyen Avşar Beyi Dadaloğlu’nun Padişah fermanına kafa tutar, dağları inleten sesi yankılanır Toroslarda,Binboğalarda.
Ben türkülerin dilini şehirlerarası yolculuklara ilk çıktığım zamanlarda anlamaya başladım.
O dil gönül dilidir, o dil çaresizliğin, acının, hasretin, uzletin dilidir.
“Kahramanmaraş-Ankara istikametinde seyahat eden Aksu Turizm’in sayın yolcuları Turpet dinlenme tesislerine hoş geldiniz” dediğinde lokantadan gelen bu sesle perişan uykudan uyanır otobüsün kapısı açılır açılmaz sesi dışarıya verilmiş hoparlörden enstrümantal olarak çalan “Yedi Karanfil”i duyduğumda önce anamın hayali gelirdi gözlerime. Soğuktan buğulanan camlardan daha çok buğulanırdı gözlerim. O halimi görmesinden utandığımdan koltuk arkadaşımdan tarafa yönümü dönemezdim. Gündüz telefon direklerini sayar gece dağların karaltısının arkasında hangi köyler kasabalar var sorusuna cevap arardım saatlerce. Diğer yanda süremediği lavantayı konsolun gözüne koyan İstanbullu kızın hayıflandığı dizeler aklıma gelir de bu sefer de ben hayıflanırdım yayla çiçeklerinin tabii kokusundan nasibini alamayan insanlara acırdım.
Sipsinin sesinden içime akan bir boğaz havas beni alıp ötelere götürür Zümrüdüanka’nın kanatlarına bindirip Kaf Dağı’nın arkasına aşırır. Bozkırın Tezenesi Neşet Ertaş sazının teline değil benim gönül telime vurur, vurur da hem titretir hem de yakar kavurur.
Yanan kavrulan ruhum Hezari’nin türküsünde Başkonuş Yaylası’nın başında temmuz ayının bunaltıcı sıcağında bunalan bedenim gibi bir kamalak gölgesinde asude bir gün geçirir.
Çıksam baksam görünür mü / Başkonuş’ dağı şimdi
Yaylalarda dem sürmenin / Geldi çattı çağı şimdi
Ben yaylaları iyi bilirim türküleri de. Evvel bahar yaz gelince sürüden seçilen kuzunun tazeliği gibi her gün yayla yamaçlarını gezen ruhumuzun derinliklerine sızan bizim yaylalara has endemik bitkilerin kokusu ile gönlüm ve dimağım tazelenir. Düşlerime giren yayla pınarlarının oluğundan akan suya ağzımı verip doya doya içerim de yine bir yayla türküsü takılır dilime, yaylanın dumanı başımı bulandırır.
“Yastadır ey deli gönül yastadır / Gelir diye kulaklarım sestedir
Yağmur yağar zülüfleri ıslanır / Vaz geç duman bu yaylanın üstünden
Duman senin pare pare karın var / Benim gizli derdim ah u zarım var
Benim bu yaylada nazlı yârim var / Vaz geç duman bu yaylanın üstünden”
Mecnun Leyla’sına olan sevgisinde gerçek aşkı bulur. Aşk belasını cana minnet bilir de şöyle seslenir;
“Ya Rab belâ-yı aşk ile kıl aşina beni / Bir dem belâ-yo aşktan etme cüda beni”
Mecnun bu aşkla kendini çöllere vururken, Leyla da Mecnun’un yokluğuna dayanamaz ölür ve Mecnun onun mezarının başına gelip toprağını kucaklayarak şöyle seslenir;
“Ya Rab bana cism ü can gerekmez / Canansız cihan gerekmez”
diyerek oracıkta son nefesini verir.
Her şeye gücü yeten Koç Köroğlu’nun gücü gönlüne yetmez. Köroğlu’dur bu, şanından taviz vermediği gibi aşkından da taviz vermez Kafkas toprağında sevdiği Han Nigâr’ı aklından çıkaramaz zorla da olsa onunla evlenir. Ona halini şöyle arz eder;
“Han Nigâr’ım benden yüzün çevirme / Bir yiğide iki güzel çok mudur
Beni görüp başın yere eğdirme / Bir yiğide iki güzel çok mudur
Koç Köroğlu derler benim adıma / İki güzel gelir benim yâdıma
Biri bana bakar biri atıma / Bir yiğide iki güzel çok mudur”
Yine Anadolu’nun yanık bağrından bir âşık çıkar. Sevgiliye olan bağlılığını şöyle terennüm eder. O hepimizi bildiği aşkın şairi Karac’oğlan’dır
“İneyim gideyim tozlu yollara / Karışayım boz bulanık sellere
Adı sanı duyulmadık ellere / Gitmeyince gönül yardan ayrılmaz
Gönül düştü bir geyiğin postuna / Azrail’de can almanın kastına
Döne döne teneşirin üstüne / Yatmayınca gönül yardan ayrılmaz”
Lal olan dilbaz kesilir âşık olunca. Sevgiliye kavuşmak bir derttir kavuşamamak ayrı dert.
Bu dert de öyle bir derttir ki: “Derdim bana dermanımış bilmedim” diyenlerinki gibi. Türkülerle dile gelir, ağaçla yaprakla, taşla toprakla paylaşılır. Çağdan çağa, nesilden nesile aktarılır.
Divanlara cönklere, kitaplara konu olur. Gönülleri yakar toprağa siner, o toprağın insanlarının dili olur, malı olur anonimleşir. Millet, din, töre tanımaz, o coğrafyanın hafızasına kazınır.Uzaklardaki sevgiliye olan özlemini yayla ile paylaşır bizim insanımız. Yayla dumanından şikâyet eder, gönlünde gezdirdiği güzelin zülüflerinin ıslanmasını istemez, yaylada gönül gezdirir ya sevgiliyi de yanında gezdirir, türkülere döker derdini, türkülerin dili ile dertlenir. Yine de türküler düşmez dilinden.
Böyle işte; türküler gönlümüze dökülen yayla pınarı, bağrımıza esen yayla yeli, burnumuza tüten yayla çiçeğidir. Nice güzelleri nice yiğitlerin, nice yiğitleri nice güzellerin gönül yaylasında gezdirir türkülerimiz.
---------------------------
(*) Ali İhsan Kekeç / Hece taşları dergisi, s.20, 50. sayı, 10 Nisan 2019
Yilmaz Yalcın, İŞ DOKTORU albümüne yeni bir fotoğraf ekledi.
12 Nisan 2019
İş ortamında denge sorunu
İş ortamında kabaca iki temel resim görürüm:
Birincisi işi öncelemeyen, iş ortamını refahı, ilişkileri ve geleceği için kullanan, disiplinsiz, verimsiz ve sorunlu insanlar.
Diğeri; iş ortamının makinalaşmış, varlığı iş için kabul edilmiş, yöneticilerinin nezdinde sadece sayısal bir anlam ifade eden, muhtemelen ismi bile doğru dürüst hatırlanmayan, sanki satranç tahtasındaki taşlar gibi yönetilen verimsiz ve sorunlu insanları.
İki farklı resimdeki tek ortak nokta, verimsiz ve sorunlu 'insan' faktörü.
Birinci tür insanlar çalıştıkları yeri kendileri için var görürler. İkinci tür ise sanki işyeri için yaratılmışlar gibi muamele görürler. İkisi de yanlıştır, hastalıklıdır, verimsizlik ve sorun kaynağıdır.
Birinci tür insanlar çalıştıkları yeri kaale almazlar, adeta onun sırtına binmişlerdir. İşin memelerine yapışmış büyük bir iştahla ve bencillikle emmektedirler. İkinci tür ise işyerinde insan muamelesi görmezler, kimse ne düşündüğünü, ne hissettiğini sormaz, merak etmez. Sayılar bir şeylerin verimsiz gittiğini söylüyorsa, ceza ve işten çıkarmadan başka çözüm düşünülmez. İkisi de yanlıştır, hastalıklıdır, verimsizlik ve sorun kaynağıdır.
Birinci tür insanlar, çalıştıkları yeri pişkinlikle, kurnazca ve ahlaksızca sömürürler. İşin verimliliği, yapılması gerekenler, öngörülen etik değerler umurlarında değildir. Hatırlatıldığında ayak üstünde kırk yalan söyleyerek sıyrılmayı becerirler. Üstelik arkadaşları, yöneticileri ve kurumları üzerine vırvır edip konuşurlar. Böyle ortamlarda hem bu tipler hem de yöneticiler gizli açık sürekli kavga halindedir. Bu da çalışma kültürüne katlanarak olumsuzluk şeklinde etki eder. İkinci tür ise işyerinde insan yerine konulmadıkları için, görünüşte çalışırlar ancak bu o işe artı değer kazandırmaz. Var olan bilgi ve enerjisini kendiliğinden işine katmaz. Fikrini açmaz, iyi olmakla ilgili konularda kafasını yormaz. İçine kapanır, iş ortamının makinalaşmış kültürüne uygun olarak diğer personelle ilişkileri de mekanik ve sayısaldır. Böyle ortamlarda ne yöneticilere ne de çalışanlara tam olarak güvenilmez. Yeri geldiğinde birbirlerine intikam darbesi vurmaları şaşırtıcı değildir. İkisi de yanlıştır, hastalıklıdır, verimsizlik ve sorun kaynağıdır.
Şayet yönetimin ve yöneticinin var oluş sebebi; insanları, araçları ve işle ilgili diğer unsurları etkin, verimli ve koordineli bir şekilde sonuca götürmek ise bu tablo çıkmaz sokaktır. Yönetimin ve yöneticinin bu tablonun esaretinden kurtulması gerekir. Sadece işin şu anki verimliliğini sağlamak için değil, bu başarının sürekliliğini sağlamak ve iş ortamının kurumsal sağlığını korumak açısından da bu iki hal arasında bir denge bulunmalıdır.
Muhakkak ki iş önemlidir, iş varsa o insanlar da var olabileceklerdir. Elbette belli zamanda, belli kalite ve miktarda yapılması gereken şeyler vardır. Bu yüzden bir iş ortamında işin ve işyerinin öncelenmesi doğal sayılır. Ancak bunun insanı ezecek ölçüde abartılmaması gerekir. Çünkü insan da önemlidir ve insan faktörüne değer verilmezse o işin devamlılığı risk altındadır. İnsana insanca muamele gerekir. Bu değer verme; karşılığını insanın işyerine, iş arkadaşlarına ve yöneticilerine değer vermesi olarak kazanılacaktır. Bu dengeyi sağlaması yönetime ve yöneticiye daha adil ve daha doyurucu bir çalışma ortamı sağlar.
12 Nisan 2020 Pazar 23:30 CORONA GÜNLERİ...................................Yasaklar arasında
Yasaklar arasında
Türkiye'de 30 büyükşehir ve Zonguldak'ta hafta sonu için ilan edilen 2 günlük sokağa çıkma yasağını yaşıyor. Ülkemiz en son 17 yıl evvel sayım nedeniyle böyle genel bir sokağa çıkma yasağı görmüştü.
İçişleri Bakanlığı'nca 10.04.2020 tarihi ve saat 22.15 itibariyle valiliklere gönderilen karar umulmadık bir hareketliliğe yol açtı. Görüntüler hemen herkesi rahatsız etti tabi. Bakan da sorumluluğu üstlendi ve öngöremedim dedi. Sonunda da saat 21.30 sularında istifa ettiğini duyurdu.
Bugün yasağın ikinci günü devam eder mi etmez mi belli değil. Ancak büyük ağırlıkla uyulduğu anlaşılıyor. Sokaklarda ekmek dağıtan araçlar görüyoruz. Telaş yersizmiş, o konuda hiçbir sıkıntı çıkmadı. Yalnız bazı Büyük şehirlerde çalışanların işe giderken ve çıktıktan sonra bazı zorluklar yaşadığı görüldü. Sanırım onlara da hemen tedbir alındı. Bu arada yasağa uymayanlara 1593 sayılı Umumi Hıfzıssıhha Kanunu'nun 282'nci maddesi uyarınca 3 bin 150 TL idari para cezası kesildiğini gördük izledik.
------------------------
Dönelim, İstanbul'daki CORONA GÜNLERİ notlarımıza devam edelim
26 Mart Perşembe günü İstanbul Beşiktaş'ta oğlumun evindeyiz. Burası çok soğuk değil. Corona nedeniyle en az 10 gün dışarı çıkmam. Oğlum da evden çalışıyor zaten. Lazım olursa ihtiyacımızı o çıkıp alabilir. İki kişinin yiyeceğinden ne olacak, yapar baba oğul yeriz. İzmir'le telefonla görüştüm, annem iyiymiş. Safiye de Nafiyeye yardım eder, birlikte güzel vakit geçirirler. Saat 16:14'de Kızım Hilal'den bir fotoğraf geldi. Tuna kucağında altına: "Huysuzum ben huysuz" yazmış. Herhalde bu günlerde biraz huysuzluk yapıyor. Sibel: "yok yaaa, şeker yavruş o" demiş, Cüneyt de her zamanki muzip uslübu ile yumurtadan yeni çıkmış bir civciv resmi göndermiş. Ben de herhal özlemiş olmalıyım ki: "Kuzucum. Ben görene kadar delikanlı olacak" diye yazmışım.
Elif salgını kast ederek: "Çok dertli o da" notunu düşmüş. Ardından günün anlam ve önemine uygun bir paylaşım eklemiş. Paylaşım 'Covid-19' adlı bir Whatsapp grubunu gösteriyor. "Çin Wuhan'ı gruba ekledi", "Çin İran'ı gruba ekledi", "Çin İtalya'yı gruba ekledi", "Çin İspanyay'ı gruba ekledi", "……", "……", "Çin Türkiye'yi gruba ekledi", "Çin tüm dünya'yı gruba ekledi" ve "Çin gruptan ayrıldı". Gerçekten durumu tam özetleyen bir zeka ürünüydü. Cüneyt bu durur mu, 23:58'de bile yine espri yapabiliyor:"Tv'lerde internetlerde hastabakıcılar bile uzman sayılıyor, konuşmayan kalmadı. Bi tek bu yarasa aylardır susuyor, bi beyanat vermiyor. "Konuşursam yer yerinden oynar" diyormuş." Güldüm tabi. Bu sıkıntılı günlerde evlatlarım sayesinde sıkılmayacağım.
Günü kapatmadan elime gelen bazı notları sıraladım. "Salgının hızla yayılmaya devam etmesi üzerine Rusya, Corona virüsü salgını önlemleri kapsamında ülkeyi uluslararası uçuşlara kapatma kararı aldı. Telekonferans yoluyla bir zirve gerçekleştiren G-20 liderleriyse Corona virüsüyle mücadelede 'ne gerekiyorsa' yapma sözü verdi. ABD Senatosu ise hükümetin Corona virüsü salgını nedeniyle hazırladığı 2 trilyon dolarlık yardım paketini onayladı. Amerika'da işsiz kaldıkları için yardım başvurusunda bulunanların sayısıysa bir haftada üç milyonu geçti. FED Başkanı Jerome Powell, Amerikan ekonomisinin resesyona çoktan girmiş olabileceğini söyledi. New York, Amerika'da Corona salgınının merkez üssü haline geldi…"
Ertesi gün 27 Mart Cuma idi. 12 gibi evlatlarıma bir mesaj yolladım:"Bugün cuma. "Dua ediniz, icabet edeyim" diyor Rabbimiz. Ondan ülkem ve ailem için sağlıklı, hayırlı bir ömür diliyorum." Mutad olduğu üzere annemle bir telefon görüşmesi yaptım. Hastalığı onu daha da hassas yaptı. Telefonum, görüşmelerimiz onu mutlu ediyor.
Haberler göre Corona virüsünün ilk ortaya çıktığı Çin, salgını kontrol altına almasının ardından yurtdışında tırmanan vakalar nedeniyle yabancılara geçici olarak ülkeye giriş yasağı koymuş. Bu arada Dünya Bankası Başkanı Corona virüsü salgınıyla mücadele eden yoksul ülkelerin borçlarının ertelenmesi ya da yeniden yapılandırılması çağrısı yapmış. Borsalar üç günlük yükselişten sonra yeniden düşüşe geçerken Amerikan Temsilciler Meclisi ise 2 trilyon dolarlık dev bir acil yardım paketini onaylamış. Tasarı, Başkan Trump'ın da imzasıyla yasalaşmış.
Bugün Cumartesi, yani hafta sonu. 'Home Office' evde calışanlar için diğer günlerden ayırd edilmesi zor. Bugün bir hazır çorba ve makarna yaptım. Bol bol tv. seyrettim, bilgisayarımla çalıştım, haber izledim. Hilal bizim evde bir yerlere gizlenmiş dumblları bulmuş: "Evde her şey var çok şükür" diye yazmış. Oğuzhan da ona: saat 15:30'da "İyi İşte, Sıkılmazsınız" diye karşılık vermiş. Elif de Adapazarı'ndan Sunalardan
Bazı paylaşımlar yapmış. Hilal Cem Boyner'den bir mesaj alıntılamış. Diğerleri itiraz etmişler onun adını kullanarak yapılmış: "…koskoca boyner şöyle balgam attım böyle cırcır oldum der mi" yazmışlar. Akşam saat 19:50'de "Nasılsınız? Herkes iyi mi?" diye yazdım. İyilermiş.
28 Mart itibariyle dünya genelinde coronadan can kaybı 30 bini aşmış. En az 177 ülke ve bölgeye yayılan salgın 650 bine yakın kişiyi de hastanelik etmiş. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri, örgüt depolarında tutulan 250 bin maskeyi büyük bir felaket yaşayan New York'a bağışladıklarını açıklamış. Avrupa da alev alev. İspanya 5 bin 690 can kaybıyla İtalya'dan sonra en fazla ölümün yaşandığı ülke olmuş. Türkiye'de ise can kaybı sayısı 16 artarak 108'e, vaka sayısı 1704 artarak 7 bin 402'ye ulaşmış.
Bugün Pazar. Hava biraz kapalı. Normal zamanda olsa biraz çıkıp dolaşırdım Beşiktaş'ta ama şimdi bu mümkün değil. Yasak değil ama ben kendi kendimi izole ettim. Sibel daha geceden: "Marketten aldıklarınızı nasıl sterilize etmelisiniz?" diye ABD'li doktorun pratik yöntemlerini göndermiş. Eh biz de tam öyle olmasa bile aldıklarımızı silip temizliyoruz.
Sibel bize bir psikiatrist tarafından hazırlanan "Evde yaşam ipuçları" adlı bir çalışma gönderdi. 10 sayfalık bir dijital rehber bu. İçinde ücretsiz konserlerden online müze turlarına, youtube kanallarından çeşitli canlı yayınlara çok fazla platform ve bilgi mevcut. İtiraf edelim ki, aslında her zaman ücretsiz olan, daha önce varlığından bile haberdar olmadığımız site ve kanallar bunlar. Rehberde farklı kategoriler altında, evden izlenebilecek konser, opera, bale ve etkinliklere; film ve kitap önerilerine; katılabileceğimiz müze turları ve online sergilere; uzaktan gezilebilecek tarihi mekanlara; eğitim platformları ve binlerce ücretsiz derse; portallara ve çeşitli youtube kanallarına; evde spor ve yemek önerilerine ulaşılabiliyor.
Psikiatrist: "Elbette bu günlerde internetteki kaynaklar dışında da evde yapılabilecek çok fazla şey var. Beraber oynayabileceğimiz aile ve kutu oyunları, kendimizin üretebileceği sanatsal/bilimsel proje ve fikirler gibi. Yaratıcılık size kalmış. Rehberden faydalanmanız dileğiyle" demiş sonunda. Baktım, gerçekten de ilginç, renkli ve yararlı bir rehber bu.
Bu arada 29 Mart itibariyle dünya çapında vaka sayısının 700 bini, can kaybı sayısının da 33 bini aştığını öğrenmiş oldum. Salgının merkez üssü haline gelen New York'ta ölü sayısı 1000'e yaklaşmış. ABD'de can kaybı sayısının 200 bini bulabileceği uyarıları üzerine Başkan Donald Trump, sosyal mesafe kurallarını 30 Nisan'a kadar uzattığını açıklamış. Türkiye'de ise can kayı 131'e vaka sayısı 9 bin 217'ye çıkmış. Suriye, Corona virüsüne bağlı ilk ölümü bildirmiş. Ülkede vilayetler arası seyahatler de yasaklanmış. Sanki gidilebiliyor da.
30 Martta kız kardeşim İzmir'den saat 12:"22'de bir fotoğraf göndermiş. Altında Kahvaltı keyfi yapıyoruz" yazılı. Hatice: "Afiyet olsun yarasın hep böyle keyfi olsun" diye katılmış.Ben de: "Maşallah anneme. Ellerinden öperim. Çok selam" diye mukabele ettim. Bugün Pazartesi ya evlatlarıma şöyle seslendim: "Bugün yeni bir hafta. Corona günlerinde 20.gün. Aile olarak da parça parçayız. Evde kalmaya devam edeceğiz, tedbirli olacağız ve inşallah bu musibeti atlatacağız. İyi ki oğuzhanın yanındayım. Ama eşimi, çocuklarımı, torunlarımı ve kuzucuklarımı özledim. Çok selam ve dua ile." [15:13] Bu mesaj içinde olduğum hissiyatımı gösteriyor. Sibel de Elif de: "Bizden de çok selam" demişler. Elıf ilave etmiş: Herkes kendine dikkat etsin."
Biraz hoşluk olsun diye face'de rastladığım "Karantina bitince ben" adlı bir videoyu gönderdim onlara. Videoda orta yaşlı bir kadın sultanahmet meydanında hoplaya zıplaya geziyor"Ah ne güzel simitçi!", "Ah ne güzel çöpçü!", "Ah ne güzel yerler!" deyip deyip zıplıyor. Gerçekten de çok hoş. Evlere kapanan insanların çıktıklarında nasıl davranabileceklerini karikatürize etmiş. Çok güldüm. Hala da zaman zaman gösteririm.
Herkes kendi dünyasında tabi. 15:31'de Cüneyt: "Bugün Bakanlıkta nöbetçiyim. Normal ama sevdiğim gibi sessiz mesai. Selamlar" demiş el sallayarak. Hilal: "Korona sonrası bizim bahçede bi mangal yapalım inşallah" demiş cevap olarak. "Ama sebze mangalı" diyerek de ilave etmiş. Anlaşıldı corona günlerinden sonra da diyet günleri başlayacak. İnşallah dedik tabi ki. Akşam üstü Hilalden abisinin kitabı 'Serüvengiller' ile Tuna'nın resmini göndermiş. Kınalı kuzum benim. Elif: 19:26'da: "Kitabınız gelmiş" diye yazmış. Hilal: "Evet dezenfekte ettik" diye cevap vermiş. Cüneyt mesajı biraz geç görmüş yine de "Uuu ben bile göremedim daha" demekten kendini alamamış.[23:14]
30 Mart itibariyle güncel veriler paylaşıldı: Türkiye'de vaka sayısı maalesef 10 bini geçmiş. Can kaybı 168'e çıkmış durumda.
31 Mart'ın ilk saatlerinde (01:01) Sibel Hilal'in gönderdiği "2-3 yaş uzaktan eğitim kitapçığı" na bakabilmiş. "teşekkürler, güzelmiş, biz bilmeden tüm taktikleri ilk haftada bitirmişiz galiba" demiş Ecenin hamurla oynadığı bir videosunu göndererek. "Ekmekler Ece den" demiş Elif. Ben ancak sabah görebildim [11:26] "O güzelim! Becerikli annenin hamarat kızı. Maşallah" dedim altına. Ancak 16:19'da cevap geldi: "estağfurullah. sağ olun. Selma Anneme çekmiştir o.." Bizimkiler de boş durur mu, bir ekmek resmi koymuşlar saat 17:17'de.
Akşam haberlerinde Birleşmiş Milletler Genel Sekreterinin, "Bu, 2. Dünya Savaşı'ndan sonra karşı karşıya kaldığımız en zorlu kriz" dediğini işittik. Düşük ve orta gelirli ülkelerin salgınla ve neden olduğu sosyo-ekonomik şoklarla mücadelesine destek için Birleşmiş Milletler’in çok ortaklı yeni bir fon kurduğunu açıklamış.
Annem bu günlerde karpuz istiyor. İçim yanıyor diyormuş sürekli. Sibel 20:33'de ingilizce bir metin paylaşmış. Elıf: "Bizde o kadar ingilizce yok" demiş. Ben de Oğuzhana tercüme ettirerek okudum: "Benim tercümanım yanımda. Tarzanca konuyu anladım da..Oğuzhan okuyunca iyice anlamış oldum. Doğruya doğru. Bugün ben de böyle birşeyler yazmıştım" diye cevap verdim.
31 Mart itibariyle ABD'de Corona virüsüne bağlı can kaybı sayısı Çin'in açıkladığı rakamları geçmiş. Ülkede 3 bin 415 kişi hayatını kaybetmiş durumda. Çin'in açıkladığı can kaybı ise 3 bin 309'du. Öte yandan İngiltere’de vaka sayısı 25 bini geçmiş. 1800'e yakın can kaybının olduğu ülkede 13 yaşında bir çocuğu bile Corona virüsü nedeniyle hayatını kaybetmiş.
31 Mart itibariyle ABD'de Corona virüsüne bağlı can kaybı sayısı Çin'in açıkladığı rakamları geçmiş. Ülkede 3 bin 415 kişi hayatını kaybetmiş durumda. Çin'in açıkladığı can kaybı ise 3 bin 309'du. Öte yandan İngiltere’de vaka sayısı 25 bini geçmiş. 1800'e yakın can kaybının olduğu ülkede 13 yaşında bir çocuğu bile Corona virüsü nedeniyle hayatını kaybetmiş.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder