28 Şubat 2024 Çarşamba

28 Şubat 2024 Çarşamba TORUNLARIMA MEKTUPLAR.....................ANILAR; 28 Şubat


Yüreğimin sesi-I-
 albümüne yeni bir fotoğraf ekledi.

28 Şubat 2015


Havada kar taneleri gibiyiz, hem bir hem farklı
Bu topraklarda doğup, ak bulutlarda yoğuşan
Yerinde güreşip bazen de boğuşan,
Erler değil miyiz ? Anadoluda;
Karstan Edirneye, git bak Rizeye
Diyar-ı bekirden gel Karesiye
Aynı yolun yolcusu, ortak kaderi
Ana sütü kadar beyaz, dizilmiş inci
Kolye değil miyiz ? Unutma !
Geçmişimiz bir, yarınlar gibi
Saçılır gideriz, koparsa ipi.
Zarar vermeden biri diğerine
Neden yürümesin, kalpler birlikte.
 

Yüreğimin sesi-I-
 albümüne yeni bir fotoğraf ekledi.

28 Şubat 2017


Üstü hoş, altı boş kibrinle
Kabarıp duruyorsun.
Ama,
Karga ile şahinin farkını
Anlamıyorsun.
Saçtığın küfürlere,
Seni eğlendiren
Alaylı,iğneli,zehirli
sözlere rağmen
Sana yine de ‘Selam’
deyip geçen adamı
Anlamıyorsun, Anlamıyorsun…

28 Şubat 2018

Gönülden gönüle

Şiir ve Türkü sever misiniz ? Ben severim. İkisini birlikte iken daha da çok. Hani şair; ‘Kirazın derisinin altında kiraz / Narın içinde nar /Benim yüreğimde boylu boyunca / Memleketim var’ demiş ya işte öyle..

Bu sevgi özünde ‘memleket’ sevgisinden doğar, döner yine onu besleyip büyütür. Mesela ‘Yurdumun taşından toprağından şurup gelir nakışlarım / Taşıma toprağıma toz konduranın /Alnını karışlarım’ dedirtir adama.

Dilim ‘Türkülerle yunmuş yıkanmış’ tır. Asırlar boyu Onlarla ağlamış, onlarla gülmüş’ bir milletin çocuğuyum, nasıl türkü sevmem ?

Türküler Anadolu insanının dilidir, zengin gönlüdür. Sevgisi gibi acılar da ilmek ilmek işlenmiştir dizelerine.  Şehitliğe, gaziliğe alışıktır, lakin yine de sefere giden evlatları için aradaki dağlara sitem vardır türkülerinde. Bunu bile zarif bir şekilde, solan lalelerle anlatmıştır. Ölüm kabullenilmiştir de 'ayrılık olmasaydı !' diye feryat eder Anadolu yaylasındaki seven gönüller:

‘Şu kışlanın kapısına / Mail oldum yapısına / Telli kurban bağlayayım / Asker yarin kapısına / Yüce dağlar olmasaydı / Laleleri solmasaydı / Ölüm Allah'ın emri de / Şu ayrılık olmasaydı’

Türküler yüzyılların imbiğinden geçip gelmiştir bize. Şiirin hasıyla söylenmişlerdir. Kulak verildiğinde vasiyettir, en güzel nasihattır anlayıp dinleyene: ‘Mecliste Arif Ol Kelamı Dinle / El İki Söylerse Sen De Bir Söyle / Elinden Geldikçe Sen İyilik Eyle / Hatıra Dokunup Yıkıcı Olma’ da işte böyle bir Pir Sultan Abdal deyişi.

Ah bu türküler ! Anadolu'nun, yanık, aşık, dertli ama bir o kadar da anlam yüklü güzelleri. Mesela ‘Yalan dünya’ Tokat yöresinden çok güzel bir türkü. Sözler derin, bu güne kadar çalıp söyleyenler de hakkını vermiş. Bu yüzden kulağımızda, gönlümüzde iyice yer etmiş.

‘El vurup yâremi incitme tabib / Bilmem sıhhat bulmaz hicraneler var / Dert vurup da yârem eylersin derman / Her can kabul etmez viraneler var’

Türküde Aşık Sadık Doğanay yalan dünyaya bol bol sitem ediyor. Ama hükmünü de veriyor sonunda: ‘Aşk ile pervane dönersin dünya, yalansın dünya.’

Türkü olur da Neşet ustadan söz edilmez mi ? ‘Bozkırın tezenesi’ kendine özgü çalış biçimi ve avazıyla belki de geleneğinin son temsilcilerinden biriydi. Doğrusu hayattayken çok da kadri bilinmemiş bir "garip" Anadolu ozanıydı. Ama, onlarca ölmez türkü bıraktı ardı sıra. Her bir türküsü "gonülden gonüle" yol oldu, ekildikleri gönüllerde  büyüyüp devleştiler. Bana göre çok az adamın kendisi  bu kadar ‘garip’, çileli ve toprağı kadar alçakgönüllü iken, eserleri bir o kadar muhteşem, derin ve büyüktür. 

Bir türküsünde ‘Bir anadan dünyaya gelen yolcu’ya/kendisine/insana sorar: ‘Görünce dünyayı gönül verdin mi / Kimi büyük kimi böcek kimi kurt / Merak edip hiç birini sordun mu /  İnsandan doğanlar insan olurlar / Hayvandan doğanlar hayvan olurlar / Hepisi de bu dünyaya gelirler / Ana haktır sen bu sırra erdin mi’

Gerçekten insanı sarsan, düşündüren sözler bunlar. Büyüğe, küçüğe, kurda kuşa böceğe, hayvana  ve insana…Sonunda sözü getirip ‘Ana haktır sen bu sırra erdin mi’  diye bitirmiş türküsünü.

Türkülerinde hep ‘garip’ dediği kendi üzerinden insanlara evrensel çapta sözler söylemiş: İşte ‘Cahildim dünyanın rengine kandım / Hayale aldandım boşuna yandım / Seni ilelebet benimsin sandım...Ölürüm sevdiğim zehirim sensin / Evvelim sen oldun ahirim sensin’ avazı da bunlardan biri.

Misalleri çoğaltmak mümkün. O kadar güzel örnek var ki…Şair Bedri Rahmi Eyüboğlu bu yüzden ‘Ah bu türküler / Türkülerimiz / Ana sütü gibi candan / Ana sütü gibi temiz / Türkülerde tüter dağ dağ, yayla yayla / Köyümüz, köylümüz, memleketimiz’ demiş olmalı.

Şiir, türkü ve Anadolu deyince Yunus Emre’yi de anmamak olmaz. Her şiiri duru bir su gibi akar, ılık bir meltem gibi gönülleri okşar. Her sözü anlayana, dinleyene kitaplık çapta derstir. Kırmadan, incitmeden konuşur ‘Bizim Yunus’.

Şöyle der bir şiirinde kendisi için: ‘Ben gelmedim dava için, benim işim sevi için/Dost'un evi gönüllerdir, gönüller yapmağa geldim.’ İşte bu yüzden belki 850-900 yıldır Anadolu’nun zengin fakir, güçlü zayıf, dindar entel, genç yaşlı her kesimi için bitmeyen bir sevgi çağlayanı, katılaşmış kalplerin şifası olmuştur.

‘Hak cihana doludur / Kimseler Hakkı bilmez / O'nu sen senden iste / O senden ayrı olmaz

Dünyaya gelen geçer / Bir bir şerbetin içer / Bu bir köprüdür geçer / Cahiller onu bilmez

Gelin tanış olalım / İşin kolayın tutalım / Sevelim sevilelim / Dünya kimseye kalmaz

Yunus sözün anlar isen / Mani'sini dinler isen / Sana iyi dirlik gerek / Bunda kimseler kalmaz’

Söyler misiniz ? Gerçeği, gelir geçer dünyayı, yaşam için insana lazım olanı daha iyi nasıl anlatabilirsiniz. Biz belki bir kitaba bile sığdıramazdık. Ama Yunus bu. Diyeceğini en güzel şekilde ve bir çırpıda söyleyivermiş.

Şiire ve türkülere kulak vermeliyiz.


Görsel düşünceler
 albümüne yeni bir fotoğraf ekledi.

28 Şubat 2018


Âlemi sen kendinin kölesi kulu sanma.
Sen Hak için âlemin kölesi ol, kulu ol.
Nefsin hevâsı ile mağrur olup aldanma,
Yüzüne bassın kadem; her ayağın yolu ol.
Garazsız hem ivazsız, hizmet et her canlıya
Kimsesizin, düşkünün ayağı ol, eli ol.
Allah için herkese hürmet et de sev, sevil
Her göze diken olma; sümbülü ol gülü ol.
İncitme sen kimseyi, kimseye incinme hem
Güler yüzlü, tatlı dil, her ağızın balı ol.
Nefsine yan çıkıp ta Kâbe’yi yıksan dahi
İncitme, gönül yıkma; ger uslu ger deli ol.
Güneş gibi şefkatli, yer gibi tevazûlu
Su gibi sehâvetli, merhametle dolu ol.
Gökçek gerek dervişin sanı yoksula baya
Suçluların suçundan geçip hoş görülü ol.
Varlığından boşal kim yokluğa erişesin
Sözünü gerçek söyle Hulûsi’nin dili ol.
Seyyid Osman Hulûsi Darendevî (*)
--------------------------
(*) 20.Yüzyılın tanınmış simâlarından âlim, mütefekkir, mutasavvıf ve divân şâiri Es-Seyyid Osman Hulusi Efendi Somuncu Baba’nın neslinden gelen bir Allah dostudur.
1914-1990 yılları arasında Darende‘de yaşamış bir gönül sultanıdır. 12. batından Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri‘ne oradan da Hz. Muhammed (sav) Efendimize ulaşan nesebiyle 36. kuşaktan Peygamberimiz(sav)’in soyundandır. Yani Seyyid’dir.
Babası Somuncu Baba ahfâdından Es-Seyyid Şeyhzâde Hatip Hasan Efendi, annesi Seyyid İbrahim Taceddin-i Veli soyundan Fâtıma hanımdır.
1945-1987 yılları arasında 42 sene bilfiil Darende Somuncu Baba Camii‘nde görev yapmıştır.
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi(ks) aynı zamanda mutasavvıf ve şairdir. Divan şiirinin 20.yüzyıldaki örnek temsilcisi Hulûsi Efendi(ks)’nin; Gazel, İlahi, Kaside, Rubaiyyat ve Müstezat türünden meydana gelen, Divân-ı Hulûsi-î Darendevî adlı eseri ile, yakınlarından başlamak üzere ahbaplarına yazdığı, nazım ve nesir şeklinde mektupların toplandığı Mektûbat-ı Hulûsi-î Darendevî ve Hutbeler adlı eserleri vardır.
Bu eserler kendisinin kuruculuğunu yaptığı Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı tarafından neşredilmiştir.
Mevlana, Somuncu Baba, Yunus Emre, Alaaddin Attar, Hacı Bayram-ı Veli, Akşemseddin, Abdurrahman-ı Erzîncâni, Fethullah-i Musûli, Taceddin-i Veli gibi Osman Hulûsi Efendi(ks) de kendi asrı olan 20.asırda insanlığa hizmet etmenin neşvesini ve neşesini insanlık âlemine göstermiş, bir insan ömrünün nasıl dolu dolu yaşanacağını, güzel ve örnek ahlâkı ile ortaya koymuştur.
14 Haziran 1990 yılında vefat eden Osman Hulusi Efendi’nin kabri şerifleri Somuncu Baba Külliyesi haziresinde yer almaktadır.

28 Şubat 2019 

“Vicdanlı ve dürüst olmak, hesaplı olmaktan iyidir. Hesap, insanı makam sahibi yapar da, vicdan daha önemli bir işe yarar; insanı insan yapar.”

Friedrich Nietzsche

28 Şubat

Yirmisekiz şubat 1997’den bu yana 22 yıl geçti. Keşke o yıl şubat ayı 30, hiç değilse 29 çekseydi de her yıl karabasan gibi üzerimize çöken o karanlık günü hatırlamasaydık. Güdük ayın son günü bu ülke tarihine bir ‘post modern darbe’ olarak geçti. Her ne kadar iddia edildiği gibi bin yıl değil on yıl bile sürmediyse de insanımızın hafızasına acı ve derin izler bırakıp tarihin çöplüğüne karışıp gitti.

N. Erbakan'ın başbakan, Tansu Çiller'in dışişleri bakanı olduğu bir dönemdi. Refahyol adıyla anılan bir hükûmet işbaşındaydı. Doğrusu pek de başarısız oldukları söylenemez. Özellikle Erbakan hocanın o 11 aylık kısa dönemde yaptıkları, başardıkları hala dillerdedir. Ancak Sincan'da düzenlenen Kudüs gecesi bahane edilerek tankların yürütülmesi kâbus gibi bir sürecin işaret fişeği oldu.  Ardından 28 şubat günü olağan olarak toplanan uzun Mgk'nda yaşananlar siyaset kurumunu ve gündemi adeta kilitledi. Bu arada Genelkurmay'da kurulduğu anlaşılan illegal batı çalışma grubu ile artık bir darbe beklentisi oluşmuş durumdaydı. Sonrasında siyaseten başbakanlığın Çiller'e devr edilmesi formülü ile sorunun aşılması denendi, ama bu da engellenerek haksız ve hukuksuz bir şekilde görev Mesut Yılmaz'a verildi. Böylece planlanan sessiz darbe gerçekleşmiş, yakıştırılan ismi ile bir ‘postmodern darbe’ kavramıyla tanışmış olmuştuk.

Har darbe gibi elbette bunun da öncelikli olarak siyasi alanda etkileri oldu. Yaşanan şey yapay bir deprem gibiydi adeta. Aslına bakılırsa ne kadar post, most falan deniyorsa da çok açık bir darbeydi olup bitenler. Kuşkusuz karanlık bir mühendislik ürünüydü. Toplumu baskıladı, siyaseti derdest edip hükûmet devirdi, hükûmet kurdu, meclisi kuşatıp tehdit etti. Demokrasinin sırtına adeta bir hançer gibi saplanmıştı. Bir taraftan da dostumuzu düşmanımızı daha net görür olmuştuk. Zira 28 şubat bazılarını bir turnusol kağıdı gibi açığa çıkarabiliyordu.

Kuşkusuz bunlar kural dışı, acı ve ağır şeylerdi. Ama bireylere, zihinlere ve yüreklere dayattığı karabasan çok daha tahrip ediciydi. Meselâ başörtü meselesi. Seksenli yıllardan başlayarak toplumun kanayan bir yarası haline dönüştürülmüştü. Vehimlerle, algılarla hortlatılan karanlık bir irtica kâbusuyla cebelleşiyorduk. Devlet dairelerinde, sokakta, otobüste mahalle baskısının en alasıyla karşı karşıyaydık. Birçok kızımızın büyük emekler vererek girdikleri üniversitelerden ikna odalarıyla, yasaklarla ve tahkir edilerek derslerden çıkarıldığı günler yaşanıyordu. Baskılar bir çoğunun ayrılmasına, yurt dışına gitmesine, peruk kullanmasına ya da başını açmaya zorlanmasına sebep oluyordu.

Medya ve arkasındaki güçler hedef gözeterek durmamacasına kin ve nefret kusuyorlardı. İnsan hakları, eğitim hakkı, inanç özgürlüğü sanki rafa kaldırılmıştı. Barışçıl protestolara bile tahammül edilemiyor, en sert tedbirlerle bastırılıyordu. Çoluk çocuk sokaklara dökülüp el ele kilometrelerce zincir oluşturduk. Öyle bir hava oluşturuldu ki, isyan etmekle tehdit edilip hoyratça dağıtıldık. Gözyaşları sineleri deliyor, dualar ‘ah’lara karışıyordu. Bu zulmün dokunmadığı aile, incitmediği yürek kalmamış gibiydi. Bir gecede binlerce kamu yöneticisi görevlerinden alındı. Yetmedi kendilerine bir oda hatta bir masa bile verilmedi. Maaşları yarıdan fazla düştü. Lojmanlarından çıkarıldılar. Bu hukuksuz görevden alınmalara karşı açılan davalar ‘Siz Refahyol hükûmetince atanmıştınız’ gibi daha büyük bir hukuk garabetiyle karşılandılar. Akla hayale gelmedik devlet umuruna aykırı uygulamalar yapıldı. İnsanlar senenin ortasında oraya buraya sürüldüler. Gittikleri yerlerde tahkir edilip istifaya zorlandılar.

Bizzat benim yaşadığım bir olayda; Basın ilan kurumunun İstanbul’daki toplantısı devam ederken içeri girilip fotokopi edilmiş bir kararname ile görevden alındığımız söylendi. O gün Bayındırlık Bakanlığı temsilcisi olarak Bakanlar Kurulu kararıyla atandığım Basın İlan Kurumu Genel Kurulunda bulunuyordum. Benimle birlikte diğer hükûmet ve basın temsilcileri de oradaydı. Ne kadar acilse, devlette usûl olan tebliğ-tebellüğ geleneği çiğnendi. Harcırahımızı bile alamadan, bir nevi tahkir edilerek toplantıdan adeta zorla çıkarıldık.

Sabırlı, dirençli ve musibetlere tahammül etmeye alışkın bir milletiz. Bu gün bile insanımız üzerinde o günlerin hangi derin yaralara yol açtığını pek konuşmuyoruz. Başımıza gelen musibetleri adeta zihnimizden siler gibi unutma eğilimindeyiz. Hele gençlerimiz geçmişi hiç bilmiyorlar. Bugün öf püf ettikleri şeylerin rahat batması olduğunun farkında değiller. Fakat bugünlerin kıymetini anlamak için; doksanlı yılları, siyasi krizleri, her an boynumuza inmeye hazır vesayet kılıcını ve 28 şubat karabasanını hatırlamak ve hatırlatmak gerekiyor. 2000’lerin başında anayasa kitabı havalarda uçmuş ve krizlerden krizlere sürüklenmemiş miydik ? Bir gecede fakirleştiğimiz, gırtlağa kadar faiz batağına düştüğümüz o günleri ne kadar çabuk unuttuk.

Genç arkadaşım, bu ülkede neden bu kadar çok siyaset/politika konuşuluyor biliyor musun ? Hayat daha kötü olduğundan, işler gittikçe kötülediğinden değil. Bu özgürlük fazlasıyla yaşandığından, daha da iyisini güzelini isteyebiliyor oluşumuzdan. Çabuk unutan, aştığımız büyük güçlükleri değil de şu an, şu günlerde başımızı ağrıtan sorunları büyüten sığ dünyamızdan. Belli ki bu boşluk siyaset/politika lagalugasıyla dolduruluyor. Gençlerin ifadesiyle bu da bir çeşit geyik.

İnsanlar kötüye giden bir şeyleri iyileştirmek için siyaset konuşmuyorlar, keşke öyle olsa. Bu gürültüden ülkede her şeyin kötüye gittiği sonucunu çıkarmak büyük haksızlık. Bu hal kahvedeki adamın "Biz adam olmayız. Adamlar yapmış yani" sızlanmasına benziyor. Biz bu kısır döngünün alasını 60'lı 70'li yıllarda görmüştük. Bugün 60'lı yaşlarında olanlar koalisyonları, sağ sol çatışmalarını, Demirel-Ecevit kürekçi kavgalarını çok iyi hatırlarlar. Yeni nesillerin o günleri bilmemeleri normal, onlar gözlerini açtı bugünleri  gördü. Doğal olarak da "bu memleket adam olmaz" nakaratını günün ezgileriyle söylüyorlar. 

Evet, Türkiye tarihine post modern darbe olarak geçen ve toplum ile siyaset üzerinde derin postal izleri bırakan 28 Şubat'ı geride bırakalı 22 yıl oldu. Hakkında davalar açıldı, birileri temsili olarak mahkûm edildi. Askerlerin deyimiyle sık sık ‘demokrasiye balans ayarı’ yapılması alışkanlığı artık çok çok gerilerde kaldı. Hala "iyi oldu" diyenler yok mu ? Var tabi. Demokrasinin hiçe sayıldığı böyle ortamlardan hayır umanlar geçmişte de oldu. Ancak, bir takım özgürlüklere kavuştuklarını sananlar bir süre sonra o özgürlüklerin tamamen yok olduğunu acı acı öğrendiler. Amaç ne olursa olsun demokrasi bir kere askıya alındı mı işler rayından çıkıyor. Bu yüzden sırf siyasi hasımlık ve artık geçmişte kalmış uygulamalara özlem sebebiyle darbelerden medet umanlar bunu bir kez daha düşünülmeliler. Tabi eğer müzmin ve iflah olmaz bir darbeci değillerse.

Rahmetli gazeteci Mehmet Ali Birand’ın sözleriyle; “28 Şubat süreci, bu ülkenin seçilmiş iktidarına yapılan en büyük bühtanlardan birisiydi. İktidarı alaşağı edebilmek için türlü kumpaslar kurulması yönünde medyanın hazırola geçtiği, alavereyle dalavereyle zihinlerin dönüştürülmeye çalışıldığı bir süreçti. Fadime-Müslüm-Emire kumpaslarıyla ‘irtica paranoyasını’ toplumun en derin hücrelerine yerleştirmeye çalışanlar, aslında bir güç yarışının fitilini ateşleyerek kendilerine dokunulmaz kaleler inşa etmeye uğraşıyorlardı. Derin devlet, derin devlet diye yıllarca dillendirilen devlet içindeki çok başlılığın faturasını, iktidara yamamaya çalışıyorlar, militarizmin gücüyle yeni bir toplum algısı oluşturulmaya kalkışılıyorlardı.”

Milli Görüş Lideri Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın siyaset dehası, bu dönemin yumuşak bir geçişle atlatılabileceğini düşündürmüştü. Ama ardından gelen Refah Partisi’nin kapatılma süreci, bu karanlık dönemin tüm boğucu yönleriyle adeta toplumun kılcal damarlarına işlemesine neden oldu. Neticede, bir tusunami halinde kabaran 3 Kasım 2002 dalgası 28 Şubatı, partilerini ve diğer bütün aktörlerini tarihin karanlık sayfalarına gömdü. O gün şiir okuduğu için cezaevine koyulan Erdoğan, bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanı. O gün başörtülü oldukları için okulların kapısından sokulmayan başörtülüler artık TSK’da da görev yapabiliyorlar. Bu noktaya milletin feraseti, Erdoğan’ın liderliği sayesinde gelindi. Erdoğan, Pınarhisar Cezaevi’ne giderken, “Bu şarkı burada bitmeyecektir” demişti. Evet, o şarkı orada bitmedi.

Nihayet 15 Temmuz’la birlikte millet, rejime yeni bir format daha attı. Halk, 15 Temmuz gecesi kaderine bizzat el koymuştu. Bundan sonra darbe hesabı yapanlar artık milleti hesaba katmak, 28 şubatın akıbetini, 15 temmuz direnişini hatırlamak zorundalar. Başbakanlar idam edilirken suskunluğun hâkim olduğu bir Türkiye artık çok gerilerde kaldı.

Ne düşünüyorum I albümüne yeni bir fotoğraf ekledi.

28 Şubat 2020

Vatan müdafaası sınırımızın hemen ötesinde yapılıyor. Zira orada olmazsak Hatay'dan Şırnak'a kadar tüm güney sınırımız tehlikede. Türkiye şu ana kadar vatanımızı güneyden tehdit eden Suriye yangınına karşı tüm güney sınırlarımız boyunca pozisyon alarak savunma yapıyor.
Ancak, maalesef dün gece varılan Soçi anlaşması ve sözlere rağmen İdlib'de Rusya ve İran destekli Esad rejiminin hava saldırısında 33 askerimiz şehit düştü. 32 yaralımız var. Hastanelerdeki yaralı askerlerimizin hayati tehlikesi bulunmuyor.
İdlibde bir süredir sivil halk acımasızca katlediliyor, rejim güçleri bütün uyarıları duymuyor ve adeta etnik temizlik yaparcasına bir milyon kişiyi sınırlarımıza doğru göçe zorluyor. Haberlere göre elbette kalleş saldırıya fazlasıyla karşılık verilmiş, halen de veriliyor. Şu an görünen o ki; rejim debeleniyor, Rusya bocalıyor, Türkiye ise Natoyu arkasına almış durumda. İnşallah bu hadise ülkemiz ve zulüm altındaki kardeş bölge halkı için hayra vesile olabilir.
Şehitlerimize Allah'tan rahmet, yaralılarımıza acil şifalar diliyorum. Milletimizin başı sağ olsun.

28 Şubat 2022 23:30 Pazartesi CORONA GÜNLERİ..............................Biri bitmeden biri başlıyor

Biri bitmeden biri başlıyor 

Bugün 28 Şubat 2022 Pazartesi. Güdük ayın son günü, 28 Şubat postmodern darbesinin 25.nci yılı. Çeyrek asır önce o sıkıntılı, sisli puslu günleri yaşamış biri olarak hakkımı katiyyen helal etmiyorum. Kendileri silinip gittiler, bıraktıkları acılar hala hatırlanıyor. Ama köprünün altından çok sular aktı, devran değişti. Şimdi geldiğimiz noktadan o günlere baktığımda "Allah bir daha yaşatmasın" demekten başka dilime bir söz gelmiyor.

Üç ayların ilk ayı olan Recep de bitmek üzere. Beş kutlu geceden regaip ve miraç kandilini yaşayıp geride bıraktık. Dört gün sonra da içinde berat gecesi olan Şaban ayı girmiş olacak. Sonrasında da inşallah içinde bin aydan hayırlı kadir gecesini taşıyan mübarek Ramazan ayına erişeceğiz.

Dünyada virüsün ortaya çıkmasının üzerinden 797 gün geçti. Coronavirüs salgını ülkemizde de 718.nci gününde. Hastalık artık adeta "vaka-i adiye" haline geldi. Ne eski tedbirler kaldı, ne de gündemin ilk sıradaki yeri. Artçı dalgalanmaları bir süre daha devam edecek ama iki yıllık karabasan artık bitiyor galiba. En azından hepimizin lisan-ı hal ile arzusu, dileği bu.

Bu arada sade bizde değil tüm dünya ekonomilerindeki yangın da iyice harlanmış durumda. Bu virüs coronadan çok daha hasar verecek gibi. Üstüne üstlük işte Ukrayna krizi de giderek savaşa dönüştü. Namı diğer "Rus Ayısı" geçtiğimiz hafta Ukrayna'ya daldı. Ateşler saçarak sınır şehirlerinden başlayarak başkent Kiev'e doğru ilerliyor. Savaşın her türlüsü kötü, her şekli acı ve gözyaşı getirir ama bu savaş hiç mi hiç adil değil.

Doğrusu Ukrayna da yiğitçe karşı duruyor ama ne yazık ki batı onları yalnız ve çaresiz bıraktı. Böylece güvenilmezliklerini bir kere daha göstermiş oldular. Ateşkes görüşmelerinin ilk raundu sessiz sedasız bitti. Bir iki gün sonra diğeri başlayacak ama sonuç alınabilecek mi orası şüpheli. İşgale karşılık peş peşe alınan yaptırım kararlarına bakarsak 3.ncü dünya savaşının ultra modern bir türü ile karşı karşıyayız. Tam bir "filer tepişiyor, çimenler eziliyor" örneği yaşıyoruz. Tabi burada ezilen sadece masum Ukrayna halkı değil. Biz de dahil pek çok ülke bu savaşın olumsuz etkileriyle mücadele etmek zorunda kalacak. 


 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder