Adapazarı dönüşü
Ankara'ya Akyazı, Mudurnu, Nallıhan, Beypazarı ve Ayaş üzerinden gideceğiz.
Toplam 360 km. 5,5 saatlik yol. Normal yoldan, yani Bolu üzerinden gitseydik o
da 360 km. Ancak otoban olduğu için 4 saat sürecekti.
Bu güzergah daha doğal ve Mudurnu, Beypazarı gibi tarihi merkezlerden geçtiği için tercih ettik.
Bu güzergah daha doğal ve Mudurnu, Beypazarı gibi tarihi merkezlerden geçtiği için tercih ettik.
Bir önceki sene
Nallıhan, Göynük ve taraklı üzerinden Adapazarına gitmiştik. Mevsim kıştı ve
kar yağıyordu. O zaman Nallıhan'dan sonra Göynük'e geçerken Mudurnu kavşağını
görmüştüm. Bir başka sefer Mudurnuya gitme isteği o zamandan aklımdaydı. Bu
defa Adapazarından gelirken Mudurnuyu görecek ama Göynüğe geçmeyeceğiz.
Hilal kızımız da bizimle
geliyor. O ardımızdan daha sonra otobüsle gelmişti. Şimdi bu yolculuğu birlikte
yapacağız. Bu güzergahtan gitmemize o da memnun gibi.
Ferizliden yola çıktığımızda saat 10 gibiydi. Karasu'dan gelip Adapazarı'na
ulaşan 20 km. lik yol oldukça yeşil. Zaten Adapazarı bol yağış aldığı için
kıraç yer neredeyse yok gibi, baktığınız her yer yeşil.
Navigasyonumuz Adapazarı'na ulaştığımızda bizi Rüstemler tarafına yöneltiyor.
Eski Sakarya köprüsünden geçip sağa dönüyoruz.
Eski
Ankara yolu bu köprüden geçermiş. 1937'de yapılmış.Şimdilerde senede bir
görülen birkaç saatlik kelebek
istilasıyla ünlü. Kelebekler o kadar beyaz ve yoğun ki kar yağıyormuş gibi
oluyor.
Sol taraftan nehir
boyunca ince yeşil bir yoldan ilerliyoruz. Yol o kadar dar ve iki taraf ta
bitki örtüsüyle o kadar kaplı ki sanki yeşil bir tünelden geçiyormuşuz gibi.
İlk hedefimiz Akyazı
Çıldırlar köyü. Otobandan önceki İstanbul Ankara yoluna 8, sonra da 10
kilometrelik yolumuz var. Çıldırlar köyünde
eski bayındırlık bakanım Cevat Ayhan'ın kabrini ziyaret edeceğiz.
Otobandan sonra da
dar ama iyi durumdaki bir asfalt yoldan döne kıvrıla ilerliyoruz. Karapürçek
beldesine girmeden sola dönüp Çıldırlar köyüne ulaşıyoruz.
Kafkas muhaciri bir
çerkes köyüymüş. Rahmetli annesinin köyü. Babası Trabzonlu'ydu. Yüzünde,
tavrında her ikisinin de yansımalarını görürdüm; Hem karadenizli hem çerkesti.
Köyün
meydanında bir bakkala sorduk, bize mezarlığı gösterdi. Yakınmış. Girişte bir
cami var. Orada rastladığımız bisikletli biri de mezarı gösteriverdi. Sade,
çiçeklenmiş bir taze toprak tümsek, etrafı küçük taşlarla çevrelenmiş yalnız
bir mezar. Etrafı boş, yeri mezarlığa bitişik boş bir arsa gibi.
Bir an duygulandım. Kendisi de sade, gösterişten uzak biriydi. Selma hanımla oturup birer fatiha okuduk. Mezarının üzerinde biten birkaç yaban otu temizledim, yağmurdan kaymış küçük taşları yerine koydum. Kardeşi Nihat abiyi aradım telefonla. Kendisi köyde kalıyormuş. İki dakika içinde geldi. Cevat abinin oğlu Ömer'le bilgisayar üzerine bir işyerleri var. Onunla da görüştük. Bizi evine davet etti ama biz yolcuyuz deyip, vedalaşıp ayrıldık.
Bir an duygulandım. Kendisi de sade, gösterişten uzak biriydi. Selma hanımla oturup birer fatiha okuduk. Mezarının üzerinde biten birkaç yaban otu temizledim, yağmurdan kaymış küçük taşları yerine koydum. Kardeşi Nihat abiyi aradım telefonla. Kendisi köyde kalıyormuş. İki dakika içinde geldi. Cevat abinin oğlu Ömer'le bilgisayar üzerine bir işyerleri var. Onunla da görüştük. Bizi evine davet etti ama biz yolcuyuz deyip, vedalaşıp ayrıldık.
Şimdi
Akyazı'ya girmeden Mudurnu'ya gideceğiz. Akyazı yolu oldukça güzel, geniş ve
dümdüz.
Çevre yine yemyeşil.
Akyazı
solda kalıyor. İlçenin nüfusu 2017 itibariyle toplam 88 bin
dolayındaymış.
Tarihte
Misya ve Bitanya isimleriyle biliniyor. ilk olarak
Lidyalılar tarafından yönetilmiş ve sonrasında Persler, Büyük İskender ve Roma İmparatorluğu dönemlerini yaşamış. Anadolu
Selçuklularınca fethedilen Akyazı o tarihten itibaren çok uzun bir dönem Osmanlı
himayesi altında bulunmuş tarihi bir yerleşim yeri.
Özellikle
Kuzuluk Kaplıca Evleri sayesinde
yılın belirli dönemlerinde yerli ve yabancı çok sayıda turist tarafından
ziyaret ediliyor.
Akyazı bitiminden
sonra navigasyonumuz bizi bu kez dağlara doğru yönlendiriyor. Yol güzel
görünüyor.
Yol boyu her iki
taraf ta doyumsuz manzaralarla dolu. Ama, maalesef benim telefonumun şarjı
bittiği için artık Hilal'in çektiği fotoğraflarla devam etmek zorundayız.
Yol şimdilik hafif
iniş çıkışlarla uzanıp gidiyor. Adeta yeşil bir deniz içinden geçip gidiyoruz. Beldibi diye bir
yerden geçiyoruz. Sağımızda kalıyor. Çukurda cennet gibi bir yer.
Belki de bize öyle
geliyor. Karşıdan seyretmesi hoş bir manzara. Ama, mutlu olup olmadıklarını
burada yaşayan insanlara sormak lazım.
Beldibinden
Mudurnuya dağ yolundan 65, ana yoldan 74 kilometre. Mururnu'ya 1 saatlik
yolumuz var.
Gerçekten de biraz
sonra önümüze bir çatal çıkıyor. Navigasyonumuz bize sağa dönmemizi söylüyor.
Sanırım diğeri ana yol, biz dağa doğru gidiyoruz.
Arada köylerden de
geçiyoruz. Ama genellikle dar bir asfalt yol döne kıvrıla bizi yukarıya doğru
götürüyor.
Etrafımız hep yerine
göre çınar, meşe, çam, fındık ve ceviz ağaçlarıyla dolu. Bazı insanların ceviz
topladığını görüyoruz. İnsanın canı taze fındık ve ceviz çekiyor. Köylerden
geçerken bakıyorum, bir sergi satış yeri gözlüyorum. Ama yok.
Biz memleketimizde
yol boyu sergilere alışığız. Bir de gürül gürül akan çeşmelere. Selma hanım
buralardaki insanlar zengin herhalde diyor.
Nihayet solda, ufak
bir düzlükte derme çatma sebze sergisine rastlıyoruz. Hemen sapıyoruz boşluğa. Bir küçük kulübe,
borusundan duman tüten ayaklı saç bir tandır soba. Solda bir çeşme, sağda
kesilmiş ağaç kütüklerden oluşturulmuş bir masa. Güzel hoş bir yer.
Orta yaşta bir karı
koca karşılıyor bizi. Bizden evvel gelenler de var. Ama ortam oldukça tenha.
Ayak üstü biraz konuşuyoruz.
Kadın mudurnu tesisi kapanınca işsiz kalmış, burada bahçeleri varmış. Birlikte böyle bir iş yapmaya başlamışlar. Hemen ıspanaklı bir gözleme yaptı bize. Yuvarlak, saç sobanın üstünde taş bir tepsi var. Odun ateşinde pişirdi. Çıtır çıtırdı. Çayla birlikte yedik, gerçekten tadı damağımızda kaldı diyebilirim.
Kadın mudurnu tesisi kapanınca işsiz kalmış, burada bahçeleri varmış. Birlikte böyle bir iş yapmaya başlamışlar. Hemen ıspanaklı bir gözleme yaptı bize. Yuvarlak, saç sobanın üstünde taş bir tepsi var. Odun ateşinde pişirdi. Çıtır çıtırdı. Çayla birlikte yedik, gerçekten tadı damağımızda kaldı diyebilirim.
Buraları yüksek olduğu için daha cevizleri toplamamışlar. Bundan sonra
toplanırmış. Arkadaki bahçelerine de baktık domatesler birkaç gün önce toplanmış, sergide kalan da ancak
birkaç kiloydu. Sadece üç kilo
taze fasulye alıp, hayırlı işler dileyip ayrıldık.
Yörenin adı Taşkesti
imiş. Oradan itibaren artık yavaş yavaş dağdan aşağıya doğru inmeye başladık.
Zaten bir süre sonra da yine anayola çıktık. Artık Mudurnu'ya 25-30 km.
kalmıştı. Bu noktada bir başka Göynük sapağı ile de karşılaştık. Biz sola, Mudurnu
istikametinde devam ediyoruz.

Bir dönem bölgenin en büyük istihdam kaynağı olan Mudurnu Tavukçuluk,
1967 yılında, milletvekilliği de yapmış olan Tevfik Türesin tarafından 500
piliçle kurulmuş.
İflas ettiği 2001 yılına kadar hızla büyüyen Mudurnu'nun piliç sayısı 27 milyona ulaşmış. Yine 2001'e kadar çalışan sayısı 2 bin 200 imiş. 2001 krizi ardından, bankalara olan kredi borçları nedeniyle Türesin ailesinin malvarlığına, tüm alacaklarına haciz gelmiş ve 2003’te satılmış.
İflas ettiği 2001 yılına kadar hızla büyüyen Mudurnu'nun piliç sayısı 27 milyona ulaşmış. Yine 2001'e kadar çalışan sayısı 2 bin 200 imiş. 2001 krizi ardından, bankalara olan kredi borçları nedeniyle Türesin ailesinin malvarlığına, tüm alacaklarına haciz gelmiş ve 2003’te satılmış.
Ancak
Mudurnu Tavukçuluk bir kaç defa el
değiştirmesine rağmen yine de ayakta kalamamış ve 2016
yılında tamamen kapanmış.

Tarihte
Bitinya adıyla anılan Bursa-İzmit-Bolu bölgesinin
ortasında, önemli ticari ve askeri yolların kavşağında yer alıyormuş.
ilk yerleşimler M.Ö. 5000 yıllarında Prohititler tarafından yapılmış. Daha sonra Frigyalılar, Lidyalılar, Persler, Romalılar, Bizanslılar, Selçuklular ve Osmanlılar’ın kurduğu egemenliklere ait izleri, bugün bile görmek mümkün.
ilk yerleşimler M.Ö. 5000 yıllarında Prohititler tarafından yapılmış. Daha sonra Frigyalılar, Lidyalılar, Persler, Romalılar, Bizanslılar, Selçuklular ve Osmanlılar’ın kurduğu egemenliklere ait izleri, bugün bile görmek mümkün.
1019
yılından itibaren Anadolu'ya yönelen Oğuz akınları sonrası, 1078 yılında
Süleyman Şah döneminde Sakarya, Eskişehir, Bolu ve Mudurnu civarına ilk Türkmen
yerleşimleri başlamış. Bu yerleşimler
Ertuğrul Gazi ve Osman Bey dönemlerinde de yoğunlaşarak devam etmiş.
Osman
Bey 1292 yılında Samsa Çavuş ile birlikte Sorkun
köyleri ve Mudurnu kalesine gelmiş. Daha sonra Mudurnu Tekfurluğu 1307 yılında
Osmanlı topraklarına katılmış ve Samsa Çavuş da Mudurnu -Göynük -İzmit
bölgesine "Uç Beyi" olarak tayin edilmiş. 1320 yıllarına kadar bu bölgenin denetimi ve Türkleştirilmesi
görevini Akça Koca ve Konur Alp adlı gaziler sürdürmüş.Bu
anlamda Mudurnu, Osmanlı Devleti'nin çekirdeğini
oluşturan topraklar içinde yer alıyor.
Mudurnu, adını; tekfurlar yönetimindeyken, Bursa
Tekfuru‘nun kızı Matarnı ya da “ Moderna”dan almış.Tekfur;
kızının adına, şu anki yerleşim yerinin doğusuna bir kale yaptırmış ve bu
kalenin etrafında Mudurnu gelişmeye başlamıştır. “Matarni” ya da “Moderna” adı
zamanla Mondernes, Monderna, Mudurlu olarak söylenmiş ve Mudurnu’ya dönüşmüş.
Tarihi
ahşap evleri ve arasta çarşı içindeki demircileri ve bakırcıları gezmeden önce küçük bir yöresel ürün pazarını gezme fırsatımız oldu.
Kadın satıcılardan birer birşeyler satın alıp hem onların gönlünü yapmış olduk,
hem de bu keyfi yaşadık.
Etrafımıza
bakıyoruz: Evleri genellikle ahşap, iki- üç katlı.
Bunlar en az bir asırlık olmalı. Evlerin balkonları, kapıları ; tahta oyma
sanatıyla süslenmişler.
Osmanlı erken dönem mimarisinde cihannüma adı verilen ve yöresel olarak kuşluk olarak da tabir edilen iki üç katlı ahşap evlerin çatısına yapılan küçük ve renkli camlı odalar; gözetleme yeri, güvenlik amaçlı kullanıldığı gibi; o evin erkek çocuğu evlenip çocuğu olduğunda, evin gelini bebeğini o odalarda emzirsin diye yapılırmış.
Amaç, o küçük, değişik renkli camlardan odaya sızan gün ışığından çocuk faydalansın, böylece algısı, görgüsü gelişsin diye. Ne kadar hoş bir gelenek, ne kadar zarif bir bakış açısı değil mi ?
Tevekkeli
değil, bu kültür ve gelenekle yetişen yöre esnafı Osmanlı beyliğinin
devletleşme sürecinde önemli katkıları olan ahilik geleneğini, yaklaşık 750
yıldır sürdürmekte.
1650
yılında Mudurnu'ya gelen Evliya Çelebi şehri özetle, "Mudurnu Kalesi 8 köşeli, 20
kuleli, bir kapılı, binası kararmış, sur ve kaleleri çökmüş eski bir yapı”
şeklinde tasvir ediyor.
Ayrıca,
Yeniçeri ocağında sancak payeli, 150 akçalı bir kaza olduğunu, 3000 konut, 17
mahalle, Yıldırım Camii ve Medresesi, 1 Darülhadis, 13 çocuk mektebi, 3 Han ve
Hamam, 1100 iğneci tezgâhı ve dolabı olduğunu, Mudurnu yapımı iğne ve
boduçların (Camdan yapılan oyma su kabı) Rum ülkelerine ve Hinde kadar
gönderildiğini, 10 arşın boyunda 2 zira (180 cm) eninde latif tahtaların
Akçaşehir ve İzmit iskelelerinden İstanbul ve başka diyarlara gönderildiğini
anlatıyor.

Mesela,
halk arasında ‘pat pat soba’ olarak tabir edilen sac sobaları, bakır ibrikleri,
mangalları, maltızları, sinileri (bakır tepsi), zincirleri, cezveleri, bakır
sahanları, nal, keser, kazma, kürek, kullep, bel ve daha pek çok ürünleri
burada görebilmek mümkün.
Demirciler
Çarşının bugün için en önemli özelliği ise Cuma günleri
öğle salâsının ardından 600 yıldır süregelen ahilik (esnaf) duasının yapılıyor
olmasıymış. Hatta bu nedenle UNESCO Dünya Miras Geçici Listesine bile dahil olmuş. Pazar günü
olduğu için biz göremedik. Ancak, ahi kenti olan Mudurnu’da Cuma salâsının
ardından yapılan geleneksel bir esnaf duası. O anda tüm esnaf dükkanın
önüne çıkıyor ve dua yapan hocaya amin diyerek eşlik ediyormuş.
Mudurnu'nun
tarihi kent dokusunda, insan ilişkilerinde yaşayan ve hemen fark edilen ahilik
geleneğinin izleri hala yaşıyor.

Cami
ziyaretleri yapmak isteyenler için Mudurnu’daki diğer
camiler; Havlu Camii, Samsa Çavuş
Camii, Orhan Bey Camii, Sinanpaşa Camii ve Kanuni Sultan Süleyman Camii.
Mudurnu’nun
doğusunda bir yamaç üzerindeki saat kulesi bir II.Abdülhamit dönemi eseri. 1890-1891
tarihlerinde ahşap olarak yapılmış.
O yıl,
Eylül ayında Ertuğrul Fırkateyni Japonya açıklarında
tayfuna yakalanıp batmıştı. 609 kişiden Amiral Osman Bey de dahil sadece 69 denizci kurtulabilmişti. Bu tarihten iki ay
sonra İstanbul´da Sirkeci Garı´nın açılışı yapılmıştı. O yıllar bir yandan
Ermeni ayaklanmaları veya ayaklanma girişimleri, diğer yandan reform
girişimleri, reform konuşmaları ile dolu yıllar. Rusların kışkırtması ve
teşviği ile Osmanlı devletinin başına, o zamanki yaygın tabiriyle bir “Ermeni
Gailesi” açılmıştı.
Saat
kulesi on yıl sonra 1900 yılındaki bir yangında yanmış. 1905 yılında Mudurnu
Kalesi’nden sökülen taşlar ile Mudurnu hapishanesindeki mahkumlara yaptırılan
kuleye bir de Türk demirci ustasının yaptığı saat takılmış. Kule, 1963'te yeniden yanmış ve -1964'te tekrar onarılmış.
Ahşap
yapı yaklaşık olarak 3x3 boyutlarında kare prizma gövdeli
ve 12 m. yüksekliğinde. Doğuya dikdörtgen söveli bir kapısı var. Bu kapıdan 30
basamaklı ahşap merdivenlerle üç yöndeki saat kadranlarının bulunduğu yere
çıkılıyor.
Kulenin mimari bir özelliği yok. Ancak yer aldığı tepecik harika bir Mudurnu
manzarası sunuyor. Dar ama, arabayla çıkılabilen bir yolu var.
Alt kısmına bir
kafeterya yapılmış. Kulenin içini bakımsız ve pis bulunca sinirlenerek orayı
terk ettiğimiz için oturup bir şeyler yemedik. Ama herhalde akşam manzarasında
çay kahve içmek oldukça keyifli olurdu.
Şehirde ayrıca, Yıldırım Beyazıt Hamamı(1382), Kanuni
Sulatan Süleyman Camii( 1546), Saat kulesi (1890), Mudurnu Kalesi, Armutçular
Konağı, Haytalar Konağı, 1250 yıllık tarihi olan Roma Hamamı, Deve Köprüsü,
Roma askeri geçit yollarına dikilen asırlık çınar ağacı, bin yüz yıllık güneş
saati, Pertev Naili Boratav Kültürevi, yöreden toplanıp sergilenen tarihi
objeler gibi kültürel, tarihsel eser ve eşyalar görülebilir.
1980
li yıllara kadar Mudurnu esnafı tarafından yapılan soba, ibrik, semer, nal,
mıh, tabaklanmış deri, süpürge, sepet, bakır kaplar vb.
el sanatları Göynük, Seben, Nallıhan, İstanbul’a kadar gider, pazarlardaki
yerini alırmış.
Mudurnu
Tavukçuluğun iki binli yıllarda
meydana gelen ekonomik kriz nedeniyle faaliyetini durdurmak zorunda kalınca
kasaba halkına istihdam sağlamak amacıyla, 1995 li yıllarda bu defa turizm
çalışmaları başlatılmış.
Bu
bağlamda ev, konakların restorasyonlarına hız verilmiş, tarihi dokuyu ve
geleneklerini kaybetmeyen Mudurnu; ana kentlere (İstanbul, Ankara) yakınlığı ve
ulaşım kolaylığı nedeniyle, turist çekmeye başlamış. Şu anda turizm açısından
Kültür, tarih, doğa, inanç, sağlık ”termal” gibi alternatifi bol durumda.
'Sakin-yavaş-' felsefesine ve kendi özelliklerine sahip çıkan kentlerin bir araya geldiği Cittaslow Birliği'ne Türkiye'den üye olan kentlerin sayısı 2017'de 14 idi.
Bunlar; Muğla'nın Ula ilçesine bağlı Akyaka mahallesi , Isparta'da Eğirdir ve Yalvaç, Sinop'un Gerze, Çanakkale'nin Gökçeada, Şanlıurfa'nın Halfeti, Ordu'nun Perşembe, Artvin'in Şavşat, İzmir'in Seferihisar, Sakarya'nın Taraklı, Erzurum'un Uzundere, Kırklareli'nin Vize, Aydın'ın Yenipazar ve Bolu'nun Göynük ilçeleri.
Türkiye'nin ilk sakin şehri olan İzmir'in Seferihisar ilçesinin başlattığı akımda üyeliği kabul edilen 14 yer dışında üyelik başvurusunda bulunan 1'i il, diğerleri ilçe veya belde olmak üzere 24 yerleşim merkezinin de inceleme süreci devam ediyormuş. Mudurnu' da bunlardan biri.
Roma ve Bizans dönemlerini yaşayan yöre, 1307 tarihinde Osmanlı Beyliği’ne geçmiş. Zamanında tarihi ipek ve baharat yolunun en önemli alışveriş ve ihtiyaç giderme konaklama duraklarından biriymiş.
Mudurnu bu anlamda tarihi kent kimliği, dokusu hâlâ bozulmadan günümüze ulaşabilmiş ender yerlerimizden. Mesela, geçmişten geleceğe ışık tutan, birbirinin güneşini engellemeyen ahşap evleri bugün de görmek mümkün. Adeta bölgenin Safranbolu'su gibi.
Bunlar; Muğla'nın Ula ilçesine bağlı Akyaka mahallesi , Isparta'da Eğirdir ve Yalvaç, Sinop'un Gerze, Çanakkale'nin Gökçeada, Şanlıurfa'nın Halfeti, Ordu'nun Perşembe, Artvin'in Şavşat, İzmir'in Seferihisar, Sakarya'nın Taraklı, Erzurum'un Uzundere, Kırklareli'nin Vize, Aydın'ın Yenipazar ve Bolu'nun Göynük ilçeleri.
Türkiye'nin ilk sakin şehri olan İzmir'in Seferihisar ilçesinin başlattığı akımda üyeliği kabul edilen 14 yer dışında üyelik başvurusunda bulunan 1'i il, diğerleri ilçe veya belde olmak üzere 24 yerleşim merkezinin de inceleme süreci devam ediyormuş. Mudurnu' da bunlardan biri.
Roma ve Bizans dönemlerini yaşayan yöre, 1307 tarihinde Osmanlı Beyliği’ne geçmiş. Zamanında tarihi ipek ve baharat yolunun en önemli alışveriş ve ihtiyaç giderme konaklama duraklarından biriymiş.
Mudurnu bu anlamda tarihi kent kimliği, dokusu hâlâ bozulmadan günümüze ulaşabilmiş ender yerlerimizden. Mesela, geçmişten geleceğe ışık tutan, birbirinin güneşini engellemeyen ahşap evleri bugün de görmek mümkün. Adeta bölgenin Safranbolu'su gibi.

Beyaz
boya ile yüzü aydınlanmış olan Mudurnu evleri,
konukları karşılamaya hazır güler yüzlü ev sahibi gibi gülümsüyorlar.
Çatıları kiremitli, balkonu ahşap oymalarla işlenmiş, pencereleri örme perdelerle süslenmiş evler; sizi yıllar öncesine götürmeye hazır gibiler.
Çatıları kiremitli, balkonu ahşap oymalarla işlenmiş, pencereleri örme perdelerle süslenmiş evler; sizi yıllar öncesine götürmeye hazır gibiler.
Mudurnu Saat Kulesi’nin olduğu tepede Evliya Çelebi’nin
seyahatnamesinde de yer alan
Mudurnu Kalesi‘nin kalıntıları ile Doruk Türbeyi de görmek mümkün. Küçük bahçesinde bir de çeşmesi var.
Mudurnu’nun
türbeleri hatırı sayılır derecede çok. Bunlardan biri de Şeyh-ül Ümran
Tepesi‘nde yattığı bilinen zat. Şeyh-ül Ümran, rivayete göre karşısında misafir
olmadan yemek yemez, eğer misafir yoksa o günü oruç tutarak geçirirmiş. Onu
anmak amacıyla her yıl temmuz ayının ilk haftasında
Mudurnu’da Şeyh-ül Ümran bayramı yapılıyor ve Kuran-ı Kerim ile Mevlidi şerif
okutularak pilav dağıtılıyormuş.
Tepede seyirlik güzel bir manzara çıkınca karşımıza doğal olarak peşpeşe
resimler çektik. Bu da bizim Mudurnu hatıramız.
Mudurnu’da zamanımız olsa Pertev Naili Boratav Kültür Evi’ni de gezmek istiyordum. Ama yolumuza devam etmemiz hava kararmadan Ayaş bahçelerine ulaşmamız lazımdı.
Mudurnu’da zamanımız olsa Pertev Naili Boratav Kültür Evi’ni de gezmek istiyordum. Ama yolumuza devam etmemiz hava kararmadan Ayaş bahçelerine ulaşmamız lazımdı.
Türkolog ve halk bilimci Pertev Naili Boratav ve ailesinin hikayesi adeta Mudurnu’yla özdeşleşmiş gibi. Adının taşıyan Kültür Evi’nde 5 oda bulunuyormuş. Bir oda, Pertev Naili Boratav ve babası eski Kaymakam Abdurrahman Naili Boratav’a aitmiş. Abdurrahman Naili Boratav, 1910’lu yılların başlarında Mudurnu’ya Kaymakam olarak atanan, ancak 1919’da Anadolu’da Milli Mücadele’nin başlamasıyla görevinden ve maaşından vazgeçerek milli mücadeleye katılan bir isim.
Milli
Mücadeleden sonra Abdurrahman Naili, tekrar Mudurnu Kaymakamı olmuş ve 17 yıl
Mudurnu’da görev yapmış. Kültür Evi’ne ismini veren Pertev Naili
Boratav ise çocukluğunun bir bölümünü geçirdiği Mudurnu’yu hiç unutmamış,
babası gibi bir Mudurnu sevdalısı.

Sonradan öğrendik ki meğer
bu evler Mudurnu'da 2013 yılında inşaatına başlanan lüks
Babas Termal projesine ait villalarmış.
Kuveyt'ten gelen 67 işadamı, Mudurnu'da yapımı devam eden lüks villalardan 250 tanesini satın almışlar bile. Villaların Fiyatı 250-750 bin dolar arasında değişiyormuş. Satın alan araplar:" Buranın doğası harika, her yerde ezan sesi var. Avrupa'da ve ABD'de rahat edemiyoruz. Türkiye'de kendi evimiz gibi rahatız" demişler.
Kuveyt'ten gelen 67 işadamı, Mudurnu'da yapımı devam eden lüks villalardan 250 tanesini satın almışlar bile. Villaların Fiyatı 250-750 bin dolar arasında değişiyormuş. Satın alan araplar:" Buranın doğası harika, her yerde ezan sesi var. Avrupa'da ve ABD'de rahat edemiyoruz. Türkiye'de kendi evimiz gibi rahatız" demişler.
Şato,
saray benzeri bir mimari ile yapılan projenin villa ve rezidansları termal suları da içinde barındırıyormuş. İçinde
camii, alışveriş merkezi, spor ve yüzme salonlarına kadar birçok aktivite alanı
olacakmış.
Bunları
öğrenince merakımız bir o kadar daha arttı. Keşke bir gün gezebilsek. Aslında
Mudurnu için yarım gün yetmez. Buradaki gezilecek yerler için hiç olmazsa bütün gün, hatta esnafla konuşmak, yemeklerin tadına
varmak ve Mudurnu’yu daha yakından tanımak için iki günlük bir hafta sonu
gezisi gerekiyor.
Mudurnu Nallıhan
arası 45 km. kadar. Yaklaşık 40-45 dakikalık yol. Yolda
birkaç tane sergiye rasgeldik.
Domates arıyoruz sözde. Ama daha çok bu
satış yerlerini seviyoruz.
Domates
var ama 4-5 lira. Ne bu böyle ? Bayağı pahalı. Ya Ayaş'ta da böyle olursa ?
Birkaç kilo domates, biraz mısır
aldık yine de. Devam ettik yolumuza. Nallıhan'a girdiğimizde saatimiz üçü
çeyrek geçiyordu. Ferizli'den çıktığımızdan bu yana beş saat geçmiş.
Nallıhan'a gelmeden
bir Göynük sapağı daha geçtik. Demek hem Mudurnu'nun sonrasında hem
Nallıhan'dan biraz önce iki yolu varmış. Biz daha önceki gidişimizde buradan
geçmişiz. Şimdi yolun Mudurnu tarafını da görmüş olduk.

Geçmişte bu yolun önemiyle orantılı sayılı şehirlerdenmiş, şimdi de yine yolun ikinci üçüncü derecede kalmasıyla ilgili küçülmüş durumda.
Nallıhan'da durmadan geçiyoruz. Artık çevredeki coğrafya yavaş yavaş değişiyor.
Yeşilden, turuncu kahverengiye, o da giderek gri kirli beyaza dönüşüyor.
Nallıhan'dan sonraki durağımız kuş cenneti. 28 km. mesafede.

İstanbul
ve Çanakkale Boğazlarından göç edip gelen kuşlar için
özellikle ilkbaharda ve sonbaharda barınak oluyormuş.
Biz herhangi bir kuş görmedik. Fakat Nallıhan Kuş Cenneti'nin herhalde en
dikkat çekici özelliği sarı, kahverengi ve kırmızı tabakalardan oluşan tepeleri olsa gerek.

Manzara bu kadar güzel olunca hatıra fotoğrafı çektirmeyi ihmal etmedik tabi.
Bu güzel görüntü çökelen Jeolojik yapı ve farklı renklerdeki toprak tabakalarının üst üste
gelmesiyle oluşmuş.
Şimdi hedef
Beypazarı. Kuş cennetinden 55 km. uzaklıkta. Coğrafya artık stabil olmuş
durumda.
Hıdırlık tepesi Beypazarı girişinde. Önce orayı görmek istedik. Geçen defasında istememize rağmen transit geçmiştik. Ama bu kez de olmadı.
Onarım hala devam ediyormuş.
Proje bitsin de inşallah yeni haliyle onu bir gün görmek nasip olur.

Proje kapsamında Hıdırlık Tepesi tamamen ağaçlandırılarak, çeşitli bitkiler ekilecek, ışıklandırılacakmış.
Konumu ve ilçenin en yüksek tepesi olması nedeniyle tüm
Beypazarı’nı keşfetmeyi
kolaylaştırıyormuş. Oradan Beypazarı’nın tüm tarihi konaklarını, yollarını ve
doğal yerlerini rahatlıkla görebilirsiniz deniyor.
Beypazarı festivali
bu yıl 9 Eylül'de bitmiş. Kısmetimiz yok demek ki; Bir hafta gecikmişiz.
Arabamızı zorlukla
park ettikten sonra bir şeyler yemek için yer aradık. Sonunda yine Fatma
teyzeye gittik.
İçtiğimiz tarhana
çorbası nefisti. Ardından gözleme ve baklava da istedik. Bir aile işletmesi.
Yemekleri güzel, esnaflıkları müşteriye davranışları daha da güzel. Yine
gönlümü orada bıraktık.
Artık acele etmeliyiz. Saat altıya geliyor. Hızlı bir şekilde çarşıyı dolaşıp
arabamızı park ettiğimiz yere geldik.
Beypazarı çarşısı
hem otantik hem de hala canlılığını koruyor. Yani yaşıyor…
Aldıklarımızı bagaja koyduktan sonra Beypazarından hareket ettik. Şimdi hedef
Ayaş bahçeleri.
Beypazarı-Ayaş arası
41 km. yolculuk 33 dakika sürecek. Bahçeler Ayaş'a gelmeden 6-7 km önce.
Yetiştik sayılır.
Gerçekten de bir değil beş noktada sergi görüp durduk ve domateslere baktık. Anlaşılan fiyatlar bu yıl domates azlığından uçmuş durumda. Kendin topla domatesler 5 lira.

Sonunda bir sergide kilosu 3,5 liraya olan domatesi beğendik. Pazarlık edince
de bir kasa domatesi 3 liradan almış olduk. Tabi yanı sıra karpuz, salatalık
vs. bir şeyler de ilave edildi bu listeye.
Artık arabada
bacağımızı uzatacak, ayağımızı koyacak yer kalmadı. Ama memnunduk.
Senenin son
mahsulünden menemenlik domates konservelerini yapabilecektik.

Ayaş, Ankara'ya 55 km uzaklıkta 32 bin dolayında nüfusu
olan bir ilçe. Oldukça engebeli
bir alana sahip. Fay kırıkları üzerinde yer aldığından
termal kaynaklara sahip. Bu yüzden şifalı kaplıcaları ve içmeleri ile tanınıyor.
İsmi aydınlık gece
anlamına geliyormuş. İlçede her
yıl haziran ayında dut festivali düzenleniyormuş.

Aldıklarımızı
yukarıya taşıyıp hole yığınca hepimizde hafif bir gülümseme hali peyda oldu.
Selma hanım "Aç kalmışız, aç !" dedi o meşhur deyimlerinden biriyle.
Haliyle biraz
yorgunduk ama hemen herkes memnundu. Hatta Oğuzhan bile. Güzel bir geziydi. Bir
daha aynı şeyi yapabilir miyiz bilemem. Bense aklımda yarım kalmış bir daireyi
tamamlamıştım. Üstelik ayaş domatesi de alarak…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder