
Eski Hind'de altı
kör adam varmış. Öğrenmeye çok hevesliymişler. Etraflarındaki her şeyi
öğrenmeye, anlamaya çalışırlarmış.
Diğer
insanlardan "fil" diye bir şeyin olduğunu duymuşlar. Ancak nasıl bir
canlı olduğunu bilmiyorlarmış. Neye benzediğini öğrenebilmek için birisine
danışmışlar.
O kişi "Filin vücuduna dokunarak nasıl bir canlı olduğunu
öğrenebilirsiniz" demiş ve kör adamları filin yanına götürmüş.
İlki file yaklaşmış ve dokunma fırsatı
bulamadan karnına çarpıp "Ama bu fil, bir duvarmış" demiş.
İkinci dişine dokunup kararını vermiş,
"Bu şey oldukça düzgün, sivri ve yuvarlakça. Fil denilen bu şey, aslında
bir mızrak olmalı"demiş.
Üçüncü hayvana sokulup kıvrımlı
hortumunu tutunca zekice atılmış, "Anladım, fil olsa olsa bir yılan
türü."
Dördüncünün eli, filin dizine denk
gelmiş, "Ağaçtır" demiş. "Bir ağaca benziyor."
Beşincisi, kulağına dokunup şöyle
söylenmiş: "En kör adam bile ne olduğunu anlar, bu fil bir yelpazeden
başka bir şey değil".
Altıncısı, filin çevresinde aranırken
tesadüfen kuyruğuna dolanıp, "Anladım, bu fil düpedüz bir
halat".
Ve bu altı kör adam, her biri kendi fikrinde,
katılaşan ve ısrarlaşan bir kavgaya tutuşmuşlar. Her biri düşüncelerinde kısmen
haklı ve aslında her biri kesin yanlışmış. Çünkü bütünü kavrayamamış insanların düşünceleri, inançları ve
yaptıkları kendilerine doğru görünse de nihayetinde yanlış olabilir.
Çoğumuz bu hikâyeyi duymuşuzdur. Eski
Hint masallarında anlatılan "kör adamlar ve fil" hikayesi, genellikle
bütünü kavrayabilmenin önemini vurgulamak amacıyla dilden dile nakledilip
bugüne kadar gelmiştir.
Doğal olarak her insan gerçeği, kendi
bakış açısıyla değerlendip, kendini haklı görmeye eğilimlidir. Ancak herkesin
durduğu, gördüğü, hissettiği şey göreceli olabilir. Önce bunu öngörebilmek
doğruya erişmeye daha fazla yardımcı olacaktır.
Şayet kişi aksi bir davranışla hareket
eder ve tek bir açıda sabitleşirse inancı da o yönde katılaşır ve yanlışa
gidebilir. Bu insan için de toplum için de her zaman tehlikelidir.
Zira bütünü kavrayabilmenin yolu, tek
bir bakış açısıyla bakmamaktır.
Hayatın içinde göreceli hallere
ilişkin sayısız örnek vermek mümkün. Bugün tarihten, Nasreddin hoca'dan bir
örnek vermek istiyorum.
Bilginin biri dünyanın en akıllı adamını bulmak için diyar diyar geziyormuş. Yolu Nasreddin Hocanın köyüne gelince köylülere sormuş: "Sizin köyün en akıllı adamı kim? " "Nasreddin Hoca" demişler.
Bunun üzerine bilginle Nasreddin hoca köy meydanında karşılaşmışlar.
Bilgin eline bir değnek alıp yere bir daire çizmiş. Nasreddin Hoca da elindeki çomakla daireyi ortadan ikiye bölmüş. Bilgin bir doğru daha çizerek daireyi dörde bölmüş. Hoca da dörde bölünmüş dairenin üç dilimine çarpı işareti koymuş. Bilgin elleriyle aşağıdan yukarıya doğru bir hareket yapmış. Hoca da yukarıdan aşağıya yapmış aynı hareketi.

Bilginin biri dünyanın en akıllı adamını bulmak için diyar diyar geziyormuş. Yolu Nasreddin Hocanın köyüne gelince köylülere sormuş: "Sizin köyün en akıllı adamı kim? " "Nasreddin Hoca" demişler.
Bunun üzerine bilginle Nasreddin hoca köy meydanında karşılaşmışlar.
Bilgin eline bir değnek alıp yere bir daire çizmiş. Nasreddin Hoca da elindeki çomakla daireyi ortadan ikiye bölmüş. Bilgin bir doğru daha çizerek daireyi dörde bölmüş. Hoca da dörde bölünmüş dairenin üç dilimine çarpı işareti koymuş. Bilgin elleriyle aşağıdan yukarıya doğru bir hareket yapmış. Hoca da yukarıdan aşağıya yapmış aynı hareketi.
Bilgin büyük bir hayranlıkla hocayı tebrik etmiş. Olup
bitenden bir şey anlamayan halk bilgine ne olduğunu sormuşlar. Bilgin de:
"Bu adam gerçekten dünyanın en akıllı adamı. Yere dünya çizdim o ortadan
ekvator geçer dedi. Ben dünyayı dörde böldüm o da dörtte üçü sudur dedi. Ben
yerden buharlaşma sonucunda ne olur dedim o da yağmur yağar dedi."
Bu sefer hocaya dönüp neler olduğunu sormuşlar. Hoca
da: "Bu adam oburun biri. Yere bir tepsi baklava çizdi ben de yarısı benim
dedim. Daha sonra tepsiyi dörde böldü, o zaman dörtte üçü benim dedim. O da
tepsi altından ateşi hafif hafif almalı dedi, ben de üstüne fındık fıstık
ekelersek daha iyi olur dedim." :) :) :)
İşte size hocadan göreceli bir bakış. Dervişin fikri
neyse zikri de öyle olurmuş.
Söz baklavadan açılmışken bir baklava fıkrası daha:
Nasrettin Hoca akşam üzeri evine doğru yürürken bir
köylüyle karşılaşmış. Köylü; “Hocam, az önce adamın biri büyük bir tepsi
baklava götürüyordu” demiş. Hoca; “Beni ilgilendirmez !” cevabını vermiş. Köylü
adam ısrar etmiş: “Ama baklava tepsisini sizin eve doğru götürüyordu” demiş.
Hoca; “O zaman da seni ilgilendirmez!” cevabını vermiş.
Demek görünen şeyler bakana göre, bakışa göre farklı
yorumlanabiliyor.
Geçen hafta memleketim Balıkesir'deydim. Yolda pek
de yeni olmayan bir minibüsün arka camında gördüm o yazıyı. 'Hani dünya üç
günlüktü ? 365 te nereden çıktı ?' yazıyordu iri harflarle.
"Allah iyiliğinizi versin, nerden de bulursunuz böyle ilginç şeyleri. Hey Allahım !" Önce gülesim geldi. Sonra 'Yurdum insanı' dedim içimden. Acı ile birlikte yaşarlar ama mizah duyguları da güçlüdür yani.
Eskiden herkesin içinde olduğu sosyal medya yoktu tabi. İnternetli akıllı telefonlar da daha çıkmamıştı. Diyeceği olan insanlarımız ya duvarlara, ya tuvaletlere yazar, şoförseler arabalarının arkasını donatırlardı böyle incilerle. Bu günün sosyal medyada 140 karakterle sınırlı kendini ifade ediş biçiminin bir başka çeşidi işte.
"Allah iyiliğinizi versin, nerden de bulursunuz böyle ilginç şeyleri. Hey Allahım !" Önce gülesim geldi. Sonra 'Yurdum insanı' dedim içimden. Acı ile birlikte yaşarlar ama mizah duyguları da güçlüdür yani.
Eskiden herkesin içinde olduğu sosyal medya yoktu tabi. İnternetli akıllı telefonlar da daha çıkmamıştı. Diyeceği olan insanlarımız ya duvarlara, ya tuvaletlere yazar, şoförseler arabalarının arkasını donatırlardı böyle incilerle. Bu günün sosyal medyada 140 karakterle sınırlı kendini ifade ediş biçiminin bir başka çeşidi işte.
Yolculuk boyunca gördüğüm o cümle beni bir çok açıdan
düşündürdü. Mesela koluna, sırtına dövme yaptırır gibi aracının arka camına
bunu yazdıran her kimse bu lafı oldukça önemsemiş olmalı. Basit bir
gülümsemeyle geçiştirilemez. Bu yüzden genç olduğunu düşündüm öncelikle. Daha
hayatının başında, tutunmaya çalışıyor olmalı. İçinde bulunduğu güçlükler ona
zamanın bir türlü geçmek bilmediğini hissettiriyor. 365 günlük bir yıl bile ona
ne kadar uzun geliyor kim bilir.
'Üç günlük dünya' nitelemesini genellikle yaşını
başını almış insanlar yapar. Hayatın zor yokuşlarını, yüksek zirvelerini artık
arkalarında bırakmışlardır. İbre artık aşağıya doğrudur ve onlar için zaman
tutamadıkları kadar çok hızlı geçer. 365 günü üç gün gibi yaşarlar. Doğal
olarak aracın arkasındaki bu yazıyı okuduklarında muhtemelen "sen de bizim
yaşımıza gel de görürsün 3 gün mü 365 gün mü ?" dediklerini duyar gibiyim.
Nerden geldiyse aklıma bir de tuhaf bir şey geldi. Bir
dürbün, ya da teleskop ! Hani önden bakarsınız uzak mesafeleri yakınlaştırıp
büyütür, tersten bakınca da yakını uzak hale getirir, küçücük gösterir ya işte
o.
Aracının arkasına 'Hani dünya üç günlüktü ?
365 te nereden çıktı ?' yazdıran genç aceleden dürbüne tersten bakıyor olmalı.
Baktığı yerden bir yıl bile oldukça uzak geliyor. Oysa hareketleri ve zihni
yavaşladığında o teleskoba daha ihtiyatla yaklaşacak. Tersini düzünü yaşayıp
gördüğü için de baktığı yer ona sanki burnunun dibindeymiş gibi görünecek.
Sonra da arkasına yaslanıp iç geçirecek ve "Ah yalan dünya ! Üç günlük dünyanın nesine
kandım" diye hayıflanacak.
Hızla tükenen ömürler üç günlük dünyanın aslında bir göz kırpması
mesabesinde olduğunu düşündürecek. Sona yaklaşıldıkça, geçen zaman ufalacak,
ufalacak..
İşte size ders alınacak, düşündürücü göreceli bir hal
daha.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder