Karışık duygular
Özal öldü !
Bu yılımıza Türkî
Cumhuriyetlerden gelen yabancı öğrenciler damgasını vurmuş sayılabilirdi. Çok
şükür ki geçen seneki gibi her gün her an kavga gürültü olay yok. Aksine,
aramızdaki bu bizden yabancılar sayesinde günlerimiz oldukça renkli geçiyordu.
Ancak, bir sabah
Orhan'ın radyo cızırtısıyla uyandık. Anormal birşeyler olduğu belliydi.
Normalde o saatte kimse uyandırılmaktan hoşlanmazdı. Yine de okula gitmek için
kalkıp hazırlanmak gerekirdi. Bunu bilirdik ama yine de zor olurdu.
Sabahları Orhan'la Okan'ın birbirlerine sataşmalarına alışıktık. Ama, bu defa
durum farklıydı galiba. Mehmet de kalkmış, ikisi pencerenin önündeki masada
Orhan'ın radyosuna adeta kulaklarını yapıştırmış dikkatle spikerin sesini
dinliyorlardı.
Hamit'in "Ne
oluyoruz ya ?" deyip yatağında öte yana dönmesi bile dikkatlerini
dağıtmamıştı. Uyanmıştım, doğrulup oturdum. Gerçekten de neler oluyordu ?
Radyodaki ses sık sık 'Özal' diyordu. Tombik Hasan bile odada hafif bir deprem
sarsıntısıyla uyanmış, ranzanın alt katında uyuyan Metin'i dürtükleyip
duruyordu: "Lan Metin, Metin ! Kalksana lan Özal Ölmüş !.."
Levent abi de
kalkmış Orhan'la Mehmet'in başına dikilmişti. "Ne olmuş ? Neden ölmüş ? Ne
zaman ölmüş ?" deyip duruyordu. Orhan bir taraftan kulağı radyoda bir
taraftan Levent abiye cevap yetiştirmeye çalışıyordu. "Bu sabah. Kalp
krizinden. Hastaneye götürmüşler. Ama…"
Yatakta öylece
oturuyordum. "Ölmüş mü ? Nasıl yani, Türkmenistan'a gitmemiş miydi ?
Allah, Allah…" Gayriihtiyari aklım bu önemli olaya not düşer gibi bugünün
ayın kaçı olduğuna takılmıştı. "Özal öldü, bugün Nisan ayının 17'si. Yıl
1993"
O gün kahvaltıda,
okulda, yurtta konu Özal ve onun ölümüydü. Tonton Cumhurbaşkanı birden
ölüvermişti işte. Herkesin bir şekilde bu olaydan etkilenmiş olduğunu
görüyordum. Ona burun kıvıran ateşli muhaliflerin bile hakkında övgü yarışına
girmiş olmaları ilginçti. Türkiye'ye kendi deyimiyle çağ atlatan,
"enformasyon, transformasyon" gibi sözcüklerle içli dışlı yapan küçük
dev adam ölmüştü. Onunla birlikte ülkemizin önemli bir dönemi daha sona
ermişti.
O gün televizyonlar
adeta "renkli" gözyaşları döküyordu. Ertesi günkü gazeteler yaşarken
esirgedikleri pek çok ayrıntıyı, birer başarı öyküsü gibi çarşaf çarşaf
anlatıyorlardı. Eskilerin dediği gibi bizde 'kör ölünce badem gözlü olurmuş.'
Ülke toptan bir şeyin farkına varmıştı: "Özal büyük adamdı, büyük işler
yaptı, Allah rahmet etsin." O gözündeki iri kara gözlükler, elindeki
kalemi bize sallaya sallaya Türkiye'yi yeni bir elektronik çağına taşımıştı.
Adeta bu ülkeyi dünyaya açan o dev adımları atan işte bu kısa boylu, tonton
adamdı. O milletin adamıydı.
Satranç ve masa tenisi
turnuvaları
Nisan ayının bir
başka heyecanı yurtta ilk defa yapılan Satranç ve Masa tenisi turnuvalarıydı.
Bunun için yeni seçilen öğrenci temsilcisi Selim abi başrollerdeydi. Bu
turnuvaların yapılmasına çok önem verdiğini biliyorduk. Hatta seçim sırasında
söz bile vermişti bunun için. Anlattığına göre bu konuda oldukça mesafe
alınmış, idare ile de işbirliği içindeymişler. "Çok güzel şeyler olacak,
çok…" diyordu.
Gerçekten de
turnuvaların yapıldığı bir hafta boyunca yurtta adeta bir şenlik havası esti.
Biz bile seçmelere katıldık. Ben bu turnuva sayesinde satrancı sevdim, merakım
o günlerden geliyor. Mehmet zaten benim gölgem gibi başımdan ayrılmıyordu.
Levent ve Hamit abiler de neredeyse bir ay boyunca bir masa tenisi muhabbeti
içinde karagöz hacivat rekabeti yaşıyorlardı. Odamızın lorel-Hardy'si tombik
Hasan'la çöp adam Metin'se hem satranç hem de masa tenisi turnuvalarında en
renkli taraftarlarımızdılar.
Ben ancak beş oyunla
çeyrek finale kadar çıkabildim. Levent abi daha şanslıydı, o yarı final oynadı.
Hamit abiyse daha ilk seçmelerde elenmişti. Her iki turnuvada da yabancı
öğrencilerin başarısı açıktı. Hem yoğun katılım hem de sonuçlarda bu
görülebiliyordu. Özellikle satrançta çok bariz üstünlükleri vardı. Nitekim
turnuvada Kırgız bir çocuk şampiyon olmuş, üçüncüsü bir Özbek, beşincisi Kazak
ve altıncısı da bir Ahıska'lı olmuştu. Masa tenisi ikincisi ise bir Azeri
öğrenciydi. Şampiyonsa beklendiği gibi A Blok öğrencilerinden Timur'un oda
arkadaşı Namık'tan başkası değildi.
Bu dalda seyircinin
favorisi istisnasız Gagavuz öğrencilerdi. Sevimli halleri, özellikle de güzel
kızlarının coşkulu tezahüratları onların maçlarını en fazla seyredilen
müsabakalar haline getirmişti. Dereceye giremediler ama çeyrek final
yarışmaları dahil hemen hemen her aşamada vardılar. Karadenizliyi andıran
konuşmaları ve sempatik tavırlarıyla seyircinin daha baştan gönüllerini
kazanmışlardı. Bu yüzden, Levent abi gibi çeyrek finale kadar gelen Dimitri'ye
özel bir centilmenlik kupası verildi.
Baharla birlikte bu
turnuvalar yurda canlılık, renklilik ve ılık bir hava getirmişti. Turnuvanın
sonunda gerçekleşen müzik konseri ise bu günlerin coşkusunu gerçek şölene
dönüştürmüştü. Uzun zamandır bu gösteriye hazırlanan grup çalıp söyledikleri
parçalarla gönülleri fethettiler. Konsere Müdür bey çocuklarıyla birlikte
katılmıştı. Biz de oda olarak Mehmet hariç tam kadro oradaydık. Mehmet'in pek
böyle ortamlarla başı hoş değildi. O gürültülü pop ve rock müzikten daha çok
Türk sanat müziği dinlemeyi seviyordu.
Yurt şenleniyor
Konser
akşamı kantin oldukça sakindi. Karşıt gruplar ortada gözükmüyor, diğer öğrenciler de yemeklerini yiyip çıkıyorlardı. Ancak, gördük ki konser salonu hınca hınç dolmuş. Müdür
bey ve ailesi girdiğinde biz de duvar kenarında ayakta sıralanan öğrenciler arasındaydık. Sahne ışıklandırılmış
orkestra hazırlığını tamamlamıştı. Biz müdür beyin konuşacağını sandık, ama o
istemedi.
Konser
başladı. Grup ilk başta doğal bir heyecan içindeydiler. Ancak ikinci şarkıdan
sonra açıldılar. Gayet de güzel
gidiyorlardı. Şarkılara zaman zaman öğrenciler de hep bir ağızdan
katılıyorlardı. Tabi ki yeri geldiğinde alkış ve tezahüratla destek vererek. Herşey çok güzel, renkli ve uyumluydu.
Orkestra
bayağı iyi görünüyordu. Solistleri Nermin de çok güzel söylüyordu doğrusu. Fark
ettim ki Müdür bey de şarkılara tempo tutuyordu. Hepimiz artık bu yurttaki
gerginlikleri arkada bırakmak istiyorduk. Unutmak ve bir daha yaşamamak.
Kendimizi tatlı bir müzik
rüzgarının esintisine kaptırmıştık.
Yurtta
yapılan satranç ve masa tenisi turnuvaları ile konserden daha önce yine bir ilk
gerçekleşmiş ve parkeleri onarılan salon basket oynayan gençlerin ısrarlı
talepleri sonucu bir basketbol şampiyonasına sahne olmuştu. Öğrenci temsilcisi Selim'de öğrencilerin
taleplerini hararetle destekliyordu. Ayrıca, biz de dahil, o ve onun
etrafındaki öğrenciler bu etkinliğin organizasyonunda yer alacaktık.
İdarenin
de desteğiyle gereken izinler alınmış, basketbol turnuvası 1993 gençlik haftası etkinlikleri kapsamında programa
girmişti. Ramazan bayramından sonra başlayan oyunlar tam on iki gün boyunca
sürdü. Yurtta bizim takımla birlikte dördü kız, on üçü erkek 17 takım yarıştı.
Türkî öğrenciler bile aralarında iki takım oluşturmuşlardı.
Bir
taraftan dersler, öbür yandan yurtta baharla başlayan canlılığa ayak uydurarak
oyunlara aktif katkı verdik. Sadece içinde olduğum takımla oyunlarda
değil, organizasyon içinde de vardık.
Levent ve Hamit abiler başta olmak üzere
Selim abiyle birlikte sürekli
koşuşturduk. Herşey çok güzeldi, ancak final gecesi iki sürprizle daha
karşılaşacaktık.
Final gecesi sürprizleri
Müdür
bey yanında Bosnalı bir misafirle birlikte geceye katılmıştı. Zayıf uzun boylu
hafif sakallı biriydi. Öğretmenmiş. Kültürlü biri olduğu hali tavrından
belliydi. O günlerde Bosna savaşı halen devam ediyordu, fakat neler olup
bittiğini çok iyi bildiğimiz söylenemezdi. Sadece orada bütün dünyanın gözünü kapattığı bir katliam ya şandığının farkındaydık. Müdür bey basketbol
şenliğinden önce misafirini
mikrofona çağırdığında tüm salon
adeta derin bir sessizliğe bürünmüştü.
Bosnalı
Misafir tercüme edilen konuşmasını işte böyle bir ortamda yaptı. Çok hüzünlü bir konuşmaydı. Misafir gençlerden büyük ilgi görmüş, tepki görmesi bir
yana konuşması sık sık coşkulu bir alkış tufanıyla kesilmişti. Bense gözlerimin
sulandığını hatırlıyorum. Adeta oradaki insanların acısını, mücadelesini
yüreğimde hissetmiştim. Konuşma bittiğinde salon ayaktaydı. Uzun bir süre
misafir alkış, ıslık ve Bosna'ya destek sloganları arasında selamlandı. O ise, zaman zaman elini kalbine
bastırarak karşılık veriyordu gençlere.
Uzaktı ama, ağladığından emindim.
Sonrasında
hepimiz önce yarı final, sonra da
final karşılaşmasını devam eden büyük bir coşkuyla seyrettik. Dikkat ettim,
ortamda herhangi bir güvenlik
sorunu görünmüyordu. Salon bir o yana
bir bu yana koşan 12 kişiyle birlikteydi. Olanca güçleriyle takımlarını
alkışlayıp destekliyorlardı.
Nihayet
final maçı da sona ermiş ve
kazanan takım omuzlara alınmıştı. Heyecan yatışıp, ortada sadece iki takım
oyuncuları kalınca ödül zamanının geldiği anlaşıldı. Bizim takım
üçüncü olmuştu. Takımlar ödüllerini almak üzere salonun ortasında yanyana
dizildiler.
Mikrofon
müdür beyin elindeydi. Önce bizlere, sonra tribünlere baktı ve o sözcükler dudaklarından dökülüverdiler adeta: "Gençler !...Birlikte çok şey başardık, ancak daha en az onun kadar
zorlu bir işimiz daha var. O da bu başarıyı sürdürebilmek. Bu
huzurumuzu, bu tadımızı, bu sevincimizi
çoğaltabilmek. Onun için size ünlü bir siyah liderin sözleriyle sesleneceğim.
Bir rüyam var !..
Siyahla
beyazın birlikte yaşadıkları bir rüya bu. İnsanın insanı hor görmediği, itmediği, nefret etmediği bir dünya. Farklılıkların zayıflık değil zenginlik sayıldığı bir ülke. Kardeşin kardeşe düşmediği, el ele verip yükseldiği bir vatan.
Bir rüyam var !.. "
Şaşırmıştık.
Ödül konuşması yapacağını sanıyorduk. O ise çok farklı şeylerden bahsediyordu.
Bir süre ne olup bittiğini anlamaya çalıştık. Müdür bey kelimelerin üstüne basa
basa tam da yüreklerimize dokunuyordu. Daha ilk cümleleri bitmeden salon bir
kez daha havalanmıştı. Sanki konuşan o değildi, hepimizin yüreğinden geçenler onun ağzından dile
geliyordu. Bana öyle geldi ki seslenişi sadece bu yurtta olup bitenler için
değil, ülke geleceği içindi. Bosna'da yaşananlar üstüne yurdumuz için Allah'a
bir yakarış gibiydi. Bu yüzden 'Bir rüyam var !' hitabının etkisi hala
kulaklarımda çınlamaktadır. Etkisi o kadar büyük oldu ki, konuşma bittiğinde
salon yıkılıyordu adeta.
Kupa
ve kırmızı şeritli madalyonlar işte bu coşku içinde alındı. Ardından, müdür bey ve Bosnalı misafirle
birlikte bol bol hatıra fotoğrafı çektirildi. Kareye giren herkesin yüzü gülüyordu. Ardından, müdür bey beraberindekilerle birlikte salondan çıktı.
Bizse biraz daha anın keyfini çıkarmaya kararlıydık. Arkadaşlarımızın yanına
salona indik, kucaklaştık ve bir sürü fotoğraf çektirdik. Gerçekten de bu gece
ve sürprizleri unutamayacağımız anılar arasına girmişti.
Bahar güneşi içimizi
ısıtmaya devam ediyordu. Şimdi de sırada
satranç, masa tenisi ve Futbol turnuvası vardı.
Futbol takımlarının
sayısı şimdiden onikiyi bulmuştu. Biz de bu defa Orhan ve Hamit abinin oynadığı
mavi kanatlar takımının taraftarıydık. Geçen yaz yurdun futbol sahası bir
traktörle sürülmüştü. İşin başında Müdür bey ve Kemal abi olmasa o zaman kesin
bir maraza çıkabilirdi. Kemal abi bizi sahayı Mayıs ayının sonuna doğru
yapılacak futbol maçlarına yetiştirileceğini söyleyerek yatıştırmıştı. Aklımız
bu işe pek yatmamıştı ama yapılacak bir şey de yoktu. Şimdi işte o sahada
takımlar bulabildikleri her boşlukta top oynuyorlardı.
Geçen yıl bazı maçlar
yapılmıştı ama bu yıl iş büyüktü. Turnuvaya yirmiye yakın futbol takımının
katılacağı ve iki hafta boyu devam edeceği tahmin ediliyordu. İkinci haftanın
sonunda Cumartesi günü çeyrek final karşılaşmaları yapılacak. Kazanan takımlar
Pazar günü yarı final ve final mücadelesi vereceklerdi. Oluşan takımların
herbiri kendine özel bir ad koymuş iddialı bir şekilde turnuvaya
hazırlanıyordu.
Deniz Gezmiş gecesi
Mayıs ayının ilk
haftasıydı, birden yurtta "Deniz Gezmiş gecesi" yapılacakmış diye bir
şayia yayıldı. Böyle bir şeyin fısıltısı bile kulakların dikilmesine yetmişti.
Odada bu konu birkaç defa konuşuldu. Levent ve Hamit abiler bu bahaneyle yurtta
olay çıkabileceğini savunuyorlardı. Kemal abi, Okan, ben ve
Mehmet "Olsun, o da olsun. Bu yurtta mevlid okundu, ezanla teravih
kılındı, 8 mart kadınlar günü, hatta Nazım sergisi bile yapıldı. Olay oldu mu,
hayır ! Niye Deniz Gezmiş'i anma gecesi olmasın ki ?" diyorduk.
Levent ve Hamit
abiler ikna olmamıştı. Bir akşam Kemal abi ve Selim abiyle birlikte kantinde
gördük onları. Hararetli bir şekilde konuşuyorlardı. Etraflarında bir gurup
meraklı öğrenci birikmişti. Biz sokulmadık, yalnız Orhan her zamanki muzip
haliyle gurubun içine dalmış biraz sonra da arkamızdan yetişmişti.
"Korkmayın len, bir şey olmeycek." Merakla yüzüne baktık. Devam etti:
"Selim abi Levent ve Hamit abilerle Müdür beye gidip görüşmüşler. Timur da
yanlarındaymış. Müdür bey geceyi düzenlemek isteyen öğrencilerle E blok
temsilcisini de çağırmış görüşmeye. Selim abi de desteklemiş. Neticeyi kelam bu
gecenin sorunsuz geçmesi konusunda anlaşmışlar gari. Yani, Deniz Gezmiş gecesi
6 Mayıs günü spor salonunda yapılacakmış. Hatta Müdür bey de katılacakmış
geceye."
Levent ve Hamit
abilerse epey geç vakit geldiler odaya. Ertesi gün ve sonraki günler onları
biraz daha rahatlamış gördük. Yeniden kendi gündemimize dönmüştük. Mavi
kanatlar takımı olarak oldukça iddialıydık. Çalışmalar giderek yoğunlaşıyordu.
Orhan'la Hamit abi her gün spora çıkıyor, geldiklerinde oda olarak onların
beslenmesi ve dinlenmesi için elimizden geleni yapıyorduk. Kemal abi tabi ki
turnuvanın baş hakemi ve koordinatörü durumundaydı. Bir yandan takımların
çalışmalarını takip ediyor, diğer yandan da organizasyon için yoğun bir çaba
sarf ediyordu. Ona bakarak biz de herşeyin iyi olacağına inanmıştık.
Bu arada Deniz
Gezmiş gecesini unutmuş gibiydik. Yalnız o gün jandarma tarafından alınan
tedbirler nedeniyle geceyi hatırladık.
Kantin boş sayılabilecek bir tenhalıktaydı. Sanırım öğrenci çoğunluğu da bizim
gibi düşünmüş ve ortalıkta olmamayı tercih etmişti. O akşam hep birlikte
odadaydık. Yalnız Okan yoktu. O geceye katılmak istemişti. Biz de "Aman
dikkat et, tek parça dön" filan gibi esprilerle onu yolcu etmiştik. Bir
taraftan muhabbetimize devam ediyor, diğer yandan Allah ne verdiyse ortaya
çıkarıp birlikte yiyip içiyorduk. Dillendirmiyorduk ama, eminim hepimizin aklı
Okan'da ve gecede kalmıştı.
Orhan arada bir
pencereden dışarı bakıyor ve "Asayiş berkemal arkedeşler" diye bize
tekmil veriyordu. Nihayet Okan geldiğinde aslında daha o kapıdan girerken
hepimiz onun gülümseyen yüzünde rahatlamıştık. Anlattığına göre herhangi bir
sorun yaşanmamış. Müdür beyle öğrenci temsilcisi de oradaymış. Bildik
konuşmalar yapılmış, şiirler okunmuş,
sloganlar atılmış. Yalnız, piyesin ortasında ortaya çıkan bir tabanca heyecan
yapmış biraz . Neyse ki tabancanın görünmesi, duyulan silah sesi ve ardından
sahnenin kararması hepsi hepsi birkaç saniye sürmüş. Sonrasında da herşey böyle
bir gecede olabilecek doğallıktaymış. Yalnız katılanların çoğunun yurt
öğrencisi olmadığını da ekledi Okan. Bu konuda tecrübeliydi o, inandık.
Bu defa Levent abi
pencereden dışarı baktı uzun uzun. Geri döndüğünde "Geçmiş olsun. O
misafirler de gitti, bu iş de burada bitti. Hadi uyuyalım artık."
Elbirliği dağılan ortalığı topladık, Mehmet bardakları yıkamaya götürdü.
Hasanla Metin kap kacağı topladılar. Ben de etrafı süpürdüm. Yarım saat içinde
herkes eşofmanını giymiş, odanın ışıkları söndürülmüştü.
Uyumadan önce
düşündüğüm en son şey yirmi bir sene önce darağacına giden üç gencin neden
öldükleriydi. Sanki bütün o yıllardaki olup bitenlerin dertlisi bendim. Keşke
ölmeselerdi, keşke inancından düşüncesinden ötürü hiç kimse suçlanmasaydı.
Keşke gençler silaha et uzatmasa, şiddete başvurmasalardı. Keşke yetmişli
yıllar ve aradan geçen yirmi yıl herkes için öğretici olsaydı. Bir daha o
günlere dönmemeye vesile olsaydı. Keşke…Keşke..Keş… Ke…
Arama var !
Keşkeler
arasında dalmış uyumuşum. Takip eden birkaç gün gecenin yurttaki yankısı devam etti. Kimi eleştirdi, kimi "Ne
olmuş yani, oldu bitti işte. Herkesin kendine göre önemsediği, değer verdiği
özel günler ve insanlar var. Yarın da bir başkası Mehmet Akifi anmak isteyecek. Olmasın mı ?" Hafta sonuna gelmeden de
bütün bu artçı konuşmalar bitti, unutuldu. Gündem yine futbol ve yaklaşan
turnuvaydı. Öğrenciler sahadaki son çalışmaları görmüşler, zeminin belediyeden
gelen silindirle ezildiğini, çim ekildiğini ve her gün sulandığını birbirlerine
anlatıp duruyorlardı.
Bütün bu
muhabbetlerin odak noktası elbette ki kantindi. Yenilenen onarılan
güzelleştirilen iç düzeni, iki etkinlik salonu, masa tenisi ve pastane
salonlarıyla kantin adeta yurdun beyoğlusu, kızılayı, bağdat caddesi
durumundaydı. İçindeki manavından gazete satıcısına kadar beş ayrı işletmecisi
ile adeta bir çarşı oluşmuştu. Öğrenciler de bu yenilik ve gelişmelerin
farkındaydılar. Zaten herşey günbegün gözleri önünde meydana gelmişti. Burada
sohbet, muhabbet bir başkaydı. Geçmişin ürkütücü binası bugünün sıcak ve renkli
mekanına dönüşmüştü. Bambaşka bir kantindi artık burası. Mevsim bahardı ve
öğrenciler dışarıya da yayılmış bu ortamın keyfini çıkarıyordu.
Ama,
bir şey güzel gidiyorsa bir yandan da korkmak lazım galiba. Sabaha karşı büyük bir uğultu ile uyandık. Bütün ışıklar yakılmış, açılan oda ve dolap
kapıları olağanüstü bir hali duyuruyordu. Yaklaşan sesleri duyuyor, yine de
ağırlaşan göz kapaklarımızı açamıyorduk. Oda kapımız sert bir hareketle açıldı,
kaba bir ses "Beyler kalkın bakalım ! Arama var, kimlikleri görelim"
deyince hepimiz yataklarımızdan fırladık. Anlaşılan, yine geçen seneki gibi bir
baskına uğramıştık.
Küçücük odada uykulu
gözler, sağa sola yalpa yapan vücutlar, emir veren polis ve asker birbirine
karışmıştı. Zavallı tombik Hasan havlusunu kapmış yüzünü yıkamak için odadan
çıkmaya çalışıyor, askerse önüne geçmiş "Kimliğin ?" diye soruyordu.
Bir dolabına, bir bavuluna saldıran Hasan iyice şaşırmıştı. "Valla abi,
ben bu yurdun öğrencisiyim. İsterseniz bu arkadaşlara sorun, aynı odada
kalıyoruz. Metin söylesene oğlum !"
Bir türlü kimliğini
bulamayan Hasan'ın dolabı alt üst edildi, kendisi de ite kaka götürüldü.
Giderken iri iri açılmış yaşlı gözlerini, korkudan beti benzi sararmış yüzünü,
neredeyse tekerlenerek götürülüşünü unutamam. Herkes kendi telaşına düşmüş
kimlikler elde dolaplarını gösteriyordu. Kimsenin Hasan'ı düşünecek ne hali, ne
de aklı kalmıştı. "Levent abi! Süleyman ! Orhan abi yardım edin ne olur
!" diye diye gitti.
Odamızda
başka sorun yoktu. İşleri bitince "çıkmayın !" diyerek odanın
kapısını üstümüze kapattılar. O zaman ancak birbirimize bakabildik. Saç baş
dağılmış, kapakları açık kalmış dolaplarımız da en az bizim kadar perişan
bırakılmıştı. Bir taraftan dolaplarımızı toplamaya, bir taraftan da durumu
yorumlamaya çalışıyorduk. Pencereden dışarı bakan Hamit "en az dörtyüz
beşyüz kişi var. Yurdun girişi cemse, otobüs dolu. Bütün bloklar kuşatılmış.
Saat dört, gitmeleri daha en az üç dört
saati bulur" dedi hiddetle.
Levent
abi "Mutlaka geceyle ilgilidir" diye yorum yaptı. "Bir sürü
yabancı varmış. Acaba bir eylem hazırlığı mı vardı ? İstihbarat kesin haber
almıştır" şeklinde karşılık verdi Hamit. Mehmet endişe ile bana
yaklaşmıştı: "Süleyman ne olacak şimdi ?
Yurtta ne güzel herşey
yoluna girmişti. Bu baskın da nerden çıktı ? Yeniden eski günlere mi döneceğiz
sence ?" Yok canım öyle şey olmaz demek istedim, ama olmadı. Yalnızca "bilemiyorum Mehmet, inşallah
dönmeyiz" anlamında dudaklarım kıvrılabildi.
Levent'e döndüm
"Abi Hasan'a ne olacak ?" "Merak etmeyin, bir şey olmaz. İdareye
sorarlar, onlar da öğrencimizdir der, gönderirler" dedi. "Bir kartını bulamadı salak !" dedi
Metin. Herkes hayretle baktı ona. Okan sert çıktı "Öyle söyleme, o sen de
olabilirdin pekala. Korktu işte çocuk, eli ayağı dolaştı birbirine. Dua et de
dönüp gelsin. Sen hiç gözaltı oldun mu ?" Metin sindi, kısa çöp bedeni
iyice ufaldı, yüzü toprak rengine döndü.
Bir
saat sonra Hasan kapıdan top gibi içeri girdi. İri cüssesiyle hemen ranzasına tırmanıp kendini yatağına attı, perişandı.
Başına toplandık: "Ne oldu ? Nasıl bıraktılar seni ? Neden gelmişler, ne
arıyorlar ? Kimleri gözaltına almışlar ? Anlatsana…" sorular peşpeşe
geliyordu. Hasan kendine gelmiş, durumu telafi edercesine önemli bilgiler veren
biri gibi takırdamaya başlamıştı.
"Ya
valla billa benim bir suçum,
kabahatim yok. Kartımı memlekette unutmuşum. Ama uyku sersemi hatırlayıp
anlatamadım. Zaten laf da dinlemediler, alıp götürdüler beni. Alacağınız olsun
ama, hiç biriniz yardım etmediniz bana. Sağ olsun Müdür bey kurtardı
beni." Herkes kısa bir an Metine doğru baktı. Hasan'sa durmuyordu:
"Bizi kantine götürdüler. Belki otuz kırk kişi vardık. Çoğu yurt öğrencisi
değilmiş. Galiba İzmir'den Ankara'ya yasa dışı bir yürüyüş mü ne varmış, bunlar da o gruptanmışlar.
Ühhüü..Bir sürü bildiri ve afiş bulunmuş bi de."
Yutkundu, Metin bir
bardak su verdi arkadaşına. Kabahatini örtmek ister gibiydi. Hasan Okan'a
bakarak devam etti: "Halil abi de
vardı, o da uyku semesi kartını bulup gösterememiş biliyon mu ? Hatta Timur
bile oradaydı. Galiba emniyet güçlerine direnmiş, karşı gelmiş onlara. Onları
da Müdür bey kurtardı. Bütün topladıkları kitapları, dergileri kantinde
yığdılar. Neredeyse bir cemse malzeme götürdüler, yasak yayınmış onlar."
Artık
dışarda sabah aydınlığı çıkmış, sesler gittikçe azalmıştı. Bir süre sonra onca
asker polis, onlarla cemse ve otobüslerle yurttan gürültüyle hareket etti. Blokların bütün ışıkları hala yanıyordu. Son kalanlar da selam, komut ve topuk
sesleri arasında çıkıp
gittiklerinde operasyon tam üçbuçuk saat sürmüştü.
Pencereden
dışarı bakıyorum... Karışık duygular içindeyim. Zavallı yurdum sabahın ilk
ışıklarında yaralanmış, örselenmiş ama
yıkılmamış bir kaleye benziyor. Son aylarda burada o kadar güzel şeyler oldu ki. O kadar mutlu olduk
ki... Bazen yüreğimi yakan bir haber ya da olay işittiğimde, yaşadığımda
korkuyorum. Ya bütün bu güzel şeyler aynı bu bahar gibi gelip geçici ise. Ya
yeniden güzü, kışı göreceksek. Gelecek
bahar aynı güzellikleri yaşayamazasak…
Gayriihtiyari dua
ediyorum: "İnşallah, binbir zorlukla onarılan bu huzur ortamımız bozulmaz.
İnşallah eski günlere dönmeyiz. Yaşadığımız bahar yeniden kışa dönmez. Allahım
!. fırsat verme ya rabbim…"
(Devam Edecek)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder