18 Aralık 2023 Pazartesi

18 Aralık 2023 Pazartesi; TORUNLARIMA MEKTUPLAR.....................ANILAR; 18 Aralık

 205 18 Aralık 2014 Perşembe 22:46 NE DÜŞÜNÜYORUM..................Haberiniz var mı ? İnsanlık ölmüş !

Haberiniz var mı ? İnsanlık ölmüş !

İnsan, büyük bulmaca.. Çözmeden öleceğim.. İnsan bulsam inan ki,  alnından öpeceğim...
Necip Fazıl Kısakürek
Son yapılan bir araştırmaya göre Türkiye’de her dört kişiden biri ruh hastasıymış. [1] “Yok canım, neymiş o öyle ?” dediğinizi duyar gibiyim. 

Durun, heyheylenmeyi bırakıp önce bir sakinleşelim. Koltuğumuza yaslanıp bir an için gözlerimizi kapatsak da olur. Şöyle ortalama bir günümüzü hatırlayalım.

Bir büyük şehirdesiniz, eşiniz de siz de çalışıyorsunuz. Sabah nasıl kalktınız ? Mesela; ayarlanmış telefonunuzun aniden çalmaya başlaması ile mi sıçrayıp uyandınız ? Neye uğradığınızı anlamadan robot gibi banyoya yöneldiniz değil mi ? Daha uyanamamış bedeniniz sağa sola çarpmış, siz zor bela gözünüzü açarken bir yandan da elleriniz alıştıkları işleri yapmıştır eminim. Böylece el yüz yıkanmış, traş olunmuş, aceleyle gömlek gravat seçilip kahvaltıya uzanmışsınızdır. O da varsa tabi…

Varmış, işte kahvaltı masası ortada. Eşiniz sizden önce kalkmış, ama o da bir telaş içinde. Daha kendisi de hazırlanacak, çocukları doyuracak, servise bindirecek, sonra da mesaiye yetişecek. Kahvaltı; bir bardak çay, birkaç zeytin, bir lokma ekmek, azıcık peynir o kadar. Adeta yarı ayakta bir atıştırma bu. Çünkü aklınız peynirde gözünüz saatte. Olmayacak, ceketi, paltoyu giyip kapıya yöneliyorsunuz. Sabahtan beri ağzınızdan çıkan ilk laf şu oluyor: “Geç kaldım ya, hadi ben kaçtım !”

Ne o kahvaltıyı hazırlayan, evinizi çekip çeviren eşinize bir teşekkür etmeyi akıl ettiniz, ne de çocuklarınızı öpmeyi. Çıkarken bir iki dua mı ? O da ne ki ? Bir tebessüm bile yok beşuş suratınızda. “Allahaısmarladık” bile demediniz ki tatlı bir “Selametle” densin arkanızdan.

“Hay Allah !.....?#&!?*! Dudaklarınızın arasından ıslık gibi ne olduğu anlaşılamayan ecüş bücüş bazı sözler çıkıyor. Servis kaçmış ve çaresiz otobüs bekliyorsunuz. Kucak kucağa, sırt sırta bir yolculuk, yoğun trafik sabah sabah sizi geriyor. Otobüsteki tartışmaları, itiş kakışı duymamak için Ipod'unuzu kulaklarınıza tıkıyorsunuz. Nihayet paspas kokulu ofistesiniz. Yani yaşamınızın diğer yarısında yeni bir iş günü daha başlamakta. 
  
Birbirinin yüzüne bakmadan “Günaydın !” laşmalar havada uçuşuyor. Ama servis daha kendine gelememiştir. Kimi poğaça simit, çay peşindedir, kimi günlük makyajının. Ama geç kalanlar şefi bir hayli sinirlendirmiş görünmektedir. 

Bir süre karşılıklı sataşmalar, iğnelemelerle peşrev çekilir yeni güne. Laf yememek için herkes bilgisayarının arkasına sinmiştir adeta. Dünden kalan yarım işler zaten sizi beklemektedir.

Tam işe konsantre olmuşsunuzdur ki “Hadi çıkalım !”dürtmesiyle ayılırsınız. “Az kaldı biraz işim var, ne çabuk öğle oldu ya ?” dersiniz karar vermek için. Bu arada midenize kısa bir soru sormuş, o da “Ben acıktım” diye cevap vermiştir. Biraz nazlansanız da arkadaşınızın ısrarına dayanamayıp kendinizi bir anda öğle yemeği kuyruğunda bulursunuz.

Yemekten sonra çay kahve sigara derken yeniden işin başına dönüş. Ama iş sana bakıyor senin aklın anlatılan dedikodularda. Kim nereye gelmiş, o ne demiş, bu ne yapmış öyle şeyler. Arada biraz politika, azcık da aşk meşk. Erkeklerde araba muhabbeti, kadınlarda giyim kuşam takı sohbeti çok tatlıdır. Olmazsa olmaz.

Nerede ne varmış, borsa ne olmuş, altın neden düşüyormuş, ev fiyatları artar mıymış, ne olurmuş derken saatler ikindiyi buluvermiştir. Bu vakit tam da işin fulltime olduğu fakat yemek, pasta börek muhabbetinin de giderek arttığı zamandır. Mesai bitimine doğru ibre biraz düşer. Biraz da yaz tatili planları, geçen senenin maceraları konuşulur. Ama gözler sık sık saatlere gitmektedir. Tuvalete gitmeler sıklaşır, masalar toparlanır artık eve gitme vakti yaklaşmıştır.

Akşam mesai bitimi herzaman günün en güzel saatidir çalışan için. Beş on dakika önce çıkabilmekse en büyük keyiftir nedense. İnanın bir yangın çıksa, alarm çalsa, ondan daha kısa zamanda boşalıverir koskoca bina. Servis hengamesi, akşam trafiği derken nihayet işte eviniz görünmüştür. 

Çocuklar, akşam yemeği, "ay bugün çok yoruldum", "baba öğretmen para istedi", "hanım ütülü hiç gömleğim kalmamış" "yarın market alışverişi yapılması lazım, sipariş listesi aynanın önünde" muhabbetleri. 

Böyle can sıkıcı şeyler işte. Sonunda yine koltuğunuza gömülmüş, sevgili televizyonunuzun karşısındasınızdır. Elinizde kumanda, bir o kanal bir bu kanal dolaşıp durursunuz. Eşiniz elinde çaylar gelir, o da sevdiği diziyi seyredecektir. Çocuklar yatmadan önce çizgi film isterler. Siz haberleri dinlemek ya da saati geldiğinde maç seyretmeyi planlamaktasınızdır. 

Sonrasında adı konulmayan ama bildik bir mücadele yaşanır o küçücük aile ortamında. Bezen siz sinirlenip kalkarsınız, bazen eşiniz küser. “Dersiniz yok mu sizin ? Hadi bakalım yatma vakti geldi” sözleri ise birlik olup çocukları savma operasyonundan başka bir şey değildir.

Bu arada ne sohbet, ne muhabbet. Çalışan insanın gündüz konuşup duran çenesinin akşam sevdiklerine kapanması ne kadar gariptir. Konuşma bir yana, ne karınızın ne çocuklarınızın sorularına doğru dürüst cevap vermiyorsunuz. Onların o gün yaşadıklarıyla ilgilenmiyorsunuz bile. Çocuklar, baba ile güreşmek, mesela atçılık oynamak istiyorlar. Biraz şakalaşıp gülüşmek eşinizi de rahatlatacak halbuki. Yok hayır, reklamda başladığımız oyunu devam ettiremiyorsunuz, yine ekrana kilitlenip kalıyorsunuz ailece.

Eşimiz küsüyor, çocuklarımız mızırdanıyor ama sonuçta iştahla yöneldiğimiz o ekran da bizi mutlu etmiyor. Bir tv kanalı varken insanları komşularıyla birlikte meyve soyup mutlu eden o cihaz, şimdi yüzlerce kanal binlerce programla yine bizi tatmin etmiyor. 

Aklınıza yeni okuduğunuz bir şiirin mısraları takılıyor:

Her yönden gelen reklam, canlı medya saldırısı / Gündemde durmaz akar haber, yorum fırtınası
Zaplasak geçer mi ki ? Bu göz alıcı karnaval / Seyret dur. Birinden başkasına yüzlerce renkli kanal

Ama yok ! Nereyi açsanız orada şiddet, gerilim, kan revan, daha böyle bir sürü saçmalık görüyorsunuz. Bombalanan masum insanları, yıkılan harap olan şehirleri, yangına dönmüş ülkeleri izlerken rahatsız oluyorsunuz. 

Öyle ya şurda uzun oturup, çerez atıştırarak güzel güzel televizyon izliyorsunuz değil mi ? Şimdi üzülmenin, can daraltmanın sırası mı yani ? 

Bereket kumanda diye birşey var. Ama habire zaplayıp oradan oraya atlarken farkında olmadan bir sürü olumsuz şeyi de hepsi bir arada görüyorsunuz. Nereye baksanız kan, nereye dönseniz ateş, nereye kaçsanız acı. Bir türlü kurtulamıyorsunuz bu kabustan. Onca kanal arasından şöyle kendimize uygun, keyifle izlenecek bir program ararken aksine daha da sinirleniyor, yoruluyorsunuz. 

Bir tarafta bomba, ateş, kan ve hiç bitmeyen bir yıkım / Öbür yanda yoksulluk, açlık ve kol gezen bir ölüm
Yalan, algı, kumpas sarmış, ışıltılı dünyamızı / Hipnoz olmuş gibiyiz, unutmuşuz ilk andımızı

Bilgisayarınızı açıyorsunuz. Biraz da internette dolaşmak iyi gelebilir. İlk gördüğünüz haber Türkiye'nin bazı Afrika ve güney Asya ülkelerine yardım etmesiyle ilgili haberler. Yok bize mi kalmış, yok ne işimiz varmış Miyanmarda burda hiç mi fakir kalmamış. Gazzeye yardım etmenin arkasında ne varmış ? Mutlaka birileri bu yardımları yermiş. Falan, filan...

İnternet de sizi kesmiyor. Lağımdan akan pislik gibi küfür, yalan, rezillik diz boyu. Televizyon, gazete haberleri yetmiyormuş gibi burada da kan gövdeyi götürüyor. Hem de en olmayacak görüntü ve yorumlarla. Birdenbire kendinizi karşılıklı bir siber savaş ortamında buluveriyorsunuz.

Geceyarısı bilgisayarınızı kapattığınızda, ışıkları söndürüp yatağa girdiğinizde olabilecek en kötü moralle yastığınıza gömülüyorsunuz. Aynı yatakta zihnen ve bedenen yorgun iki insansınız artık. Bu yüzden duygusal ve cinsel hayatınız da yolunda gitmiyor. 

Zaten bir sürü borcunuz var. Ev kredisi, araba kredisi, kredi kartları...Rahat uyuyamıyor, görünüşte dalsanız bile uykunuzu alamıyor, yorgun bir beden ve sıkıntılı bir ruh haliyle belki de bazen kâbuslar görüyorsunuz.

İçindeyiz, hep birlikte çılgın bir koşturmacanın / Çağın tam tam sesleri, vahşi bir karmaşanın
Tüketim çağı deniyor, borç içinde hep insanlar / Ne bu ? Büyülendik mi ? uyuşmuş hep akıllar

Olur mu ? Borç yiğidin kamçısı demişler. Neticede iki kişi çalışıyorsunuz. Geliriniz de iyi sayılır. Borç dediğin nasıl olsa ödenir. Taksit diye bir şey var değil mi ? "Alırız, taksit taksit öderiz sıkıntı yapma" diyorsunuz kendi kendinize. Gel gör ki iş öyle olmuyor, borçları, taksitleri düşünmekten, ne zaman rahata çıkacağınızı hesaplamaktan hindiye dönmüşsünüz. 

Ama bu arada hayatınızda kültürel hiçbir etkinlik yok farkında mısınız ? Sinema, sergi, konser, tiyatro, konferans hak getire. Peki ya kitap ? “Valla ne zamandı ben bir kitap okuduydum, şey yarım kalmıştı galiba, adı neydi ya ?" 

Evet ya ! Bir gününüz daha eşinizin verdiği sipariş listesi ile çocukların okul taksitlerini hatırlatan kağıt arasında kaybolup gitti. 

Yolda gelirken bir kazayla karşılaşıyorsunuz. Adam yaralı, yerde yatıyor. Etrafında insanlar birikmiş, bazıları cep telefonlarıyla fotoğraf çekiyorlar. Servisteki arkadaşlarınız da camlara yığılıyorlar. "Ne olmuş ? Kaza mı var ? Aaa ! adam ölmüş mü ? Yok, yok yaralı galiba. Ambulans bekliyorlar." İçlerinden bir kaçı da cep telefonuna sarılıyor. Sizin başınız dönüyor, mideniz kalkıyor birden.

Sanki bir yarışma programı, çekiyor oyunumuzu / Kameralar nerde ? Görsek, anlasak, bilsek sonumuzu
Neler oluyor, sanal mı gerçek mi bütün bunlar ? / Neden hissetmiyorum acıyı, nerde o sevgi dostlar ?

Hatırınıza vaktiyle okuduğunuzda epey güldüğünüz bir karikatür geliyor nedense. Karikatürde hastanede yoğun bakımda makinaya bağlanmış bir hasta var.  Yanında da ziyaretçisi bir genç. Telefonunun şarjı bitmiş. Dedesine çok normal birşeymiş gibi "Fişi çekiyom dede, telefonu şarja takıcam" diyor. 

Şimdi ancak jeton düşüyor sizde. Dedesinin hayatını bir telefon şarjına değişen torunun düşüncesizliğinden onu sanki kendiniz yapmış gibi sarsılıyorsunuz. Yorgun argın, ezilmiş bükülmüş eve atıyorsunuz kendinizi. Artık kaçmak, sadece yatmak uyumak istiyorsunuz. 

Ama küçük oğlunuz birdenbire üzerinize atlıyor. Elinde ışıklı plastik bir kılıç “Ben Hi men ! Seni geberticem.” Şaşırıyorsunuz, “nerden öğrendi böyle şeyleri bu çocuk ?” diyorsunuz eşinize bakarak. Eşiniz sözde yardımınıza koşuyor. “Gel oğlum sana tabletini vereyim. Oradaki oyunda çok daha fazla insan öldürebilirsin.”

"Daha çok insan öldürmek" ha ! Hem de küçücük oğlu tarafından. Oysa bir bilgisayar oyunu bile olsa küçücük bir çocuğa "bir insanı öldürmeyi" ya da "İnsanlığı öldürmeyi" öğretmek aslında ne korkunç bir şey. Hele de bunu bir annenin çok normal bir şey gibi hiç irkilmeden, hissetmeden söyleyebilmesi ! Beyniniz zonkluyor "Bu kadar mı aklımız uyuşturuldu, esir alındı bizim ?" diyorsunuz kendi kendinize.

Cevap vermeye takatiniz kalmıyor. Eşinize çok yorgun olduğunuzu, hemen yatacağınızı söylüyorsunuz. Bu akşam tv seyretmeye de niyetiniz yok. Ama dayanamıyor yine de Facebook sayfanızı açıyorsunuz. Onu görmezseniz hatır bırakır değil mi ? Olmamanız sanki oradaki arkadaşlarınızın çok umurundaydı.

Ama bir tevafuk, orada da ilginç bir kıssayla karşılaşıyorsunuz. Hz. Ömer'le üç genç arasında geçen bir olay bu. Kıssa; adalet, verilen sözün tutulması, ahde vefasızlık etmemek, insanlık ve merhamet hakkında. [2] Bir kez daha sarsılıyorsunuz.

Google'a "insanlık öldü mü" diye yazıyorsunuz gayrıihtiyari. Karşısına bir fotoğraf, bir de levha çıkıyor: 

“Dostluk” tatile çıktı... “Aşk” sizlere ömür... “Sabır” tükendi... “Anlayış” sıfır... “Mutluluk” yok... “Tebessüm” hasta... “Saygı” raporlu... “Yalan” diz boyu... “Adam Harcamak” gündemde... “Seviyorum Sözü” son moda!..Yalandan kim ölmüş ki insanlığın dışında!... "Başımız Sağolsun!.."

Hemen beğenip, face sayfanızda paylaşıyorsunuz. “Doğru. İnsanlık ölmüş bu dünyada. Toprağı bol olsun !” diyorsunuz altına. 

Biri bu face paylaşımınıza bir fotoğraf yorumla cevap veriyor birkaç dakika içinde. "İnsanlığın öldüğü yerde kimin hayatta kaldığının pek bir önemi yoktur..."

Bu kadar vurgun ağır geliyor. Kafanız çok karışık. Bilgisayarınızı aceleyle kapatıp en iyi dostunuz yastığa gömülüyorsunuz. 

Titriyorsunuz. Yorgan yastık yetmiyor utancınıza. Aklınıza bir dua geliyor. Bilir bilmez mırıldanıyorsunuz: 

"Allah'ım! Başlayacağım yeni gün için senden hayırlar diliyorum. İçindeki şerlerden sana sığınıyorum. Bizi doğru yoldan ayırma. Allahım günah işlemekten, bir kuluna haksızlık etmekten, birisinden zulüm görmekten sana sığınırım. Dünyevi, uhrevi kötü hâl ve akibetlerden sana sığınırım. AMİN"


[1] Mustafa KUTLU / Dört kişiden biri / http://www.yenisafak.com.tr/yazarlar/MustafaKutlu/dort-kisiden-biri/2006330
[2]Hz. Ömer arkadaşlarıyla sohbet ederken, huzura üç genç girer, derler ki "Ey halife bu aramızdaki arkadaş bizim babamızı öldürdü ne gerekiyorsa lütfen yerine getirin." Bu söz üzerine Hz. Ömer suçlanan gence dönerek:"Söyledikleri doğrumu ?" diye sorar. Suçlanan genç derki "evet doğru" bu söz üzerine Hz Ömer:"Anlat bakalım nasıl oldu diye sorar.Bunun üzerine genç anlatmaya başlar, derki:

"Ben bulunduğum kasaba hali vakti yerinde olan bir insanım ailemle beraber gezmeye çıktık kader bizi arkadaşların bulunduğu yere getirdi. Hayvanlarımın arasında bir güzel atım varki dönen bir defa daha bakıyor hayvana ne yaptıysam bu arkadaşların bahçesinden meyve koparmasına engel olamadım, arkadaşların babası içerden hışımla çıktı atıma bir taş atım oracıkta öldü, nefsime bu durum ağır geldi, ben de bir taş attım babası öldü, kaçmak istedim, fakat arkadaşlar beni yakaladı,durum bundan ibaret" der. 

Bu söz üzerine Hz Ömer "söyleyecek bir şey yok bu suçun cezası idam, madem suçunu da kabul ettin..." diye cevap verir. Bu sözden sonra delikanlı söz alarak:

"Efendim bir özrüm var, ben memleketinde zengin bir insanım babam rahmetli olmadan bana epey bir altın bıraktı, gelirken kardeşim küçük olduğu için saklamak zorunda kaldım şimdi siz bu cezayı ifnaz ederseniz yetimin hakkını zayi ettiğiniz için Allah indin'de sorumlu olursunuz, bana üç gün izin verirseniz ben emaneti kardeşime teslim eder gelirim, bu üç gün için de yerime birini bulurum" der.

Hz Ömer dayanamaz derki:"Bu topluluğa yabancı birisin, senin yerine kim kalır ki?" der. Sözün burasında genç adam ortama bir göz atar derki,"Bu zat benim yerime kalır" o zat Amr ibni As' dan başkası değildir. Hz Ömer Amr 'a dönerek "Ey Amr delikanlıyı duydun" der. O yüce sahabe:"Evet, ben kefilim" der ve genç adam serbest bırakılır.

Üçüncü günün sonunda vakit dolmak üzere ama gençten bir haber yoktur. Medine’nin ileri gelenleri Hz Ömer’e çıkarak gencin gelmeyeceğini, dolayısıyla Amr'ın idamın yerine, maktulün diyetinin verilmesini teklif ederler, fakat gençler razı olmaz ve "babamızın kanı yerde kalsın istemiyoruz" derler.

Hz Ömer kendinden beklenen cevabı verir, derki,"Bu kefil babam olsa fark etmez, cezayı infaz ederim." Amr tam bir teslimiyet içerisinde derki,"Biz de sözümüzün arkasındayız."

Bu arada kalabalıkta bir dalgalanma olur ve insanların arasından genç görünür.Hz Ömer gence dönerek der ki,
"Evladım gelmeme gibi önemli bir fırsatın vardı neden geldin ?" Genç vakarla başını kaldırır ve:"Ahde vefasızlık etti demeyesiniz diye geldim" der. 

Hz Ömer başını bu defa çevirir ve Amr'a derki,"Ey Amr sen bu delikanlıyı tanımıyorsun nasıl oldu da onun yerine kefil oldun?" Amr:"Bu kadar insanın içerisinden beni seçti, insanlık öldü dedirtmemek için kabul ettim" der.

Sıra gençlere gelir derler ki,"Biz bu davadan vazgeçiyoruz" bu söz üzerine de Hz Ömer: "Ne oldu biraz evvel babamızın kanı yerde kalmasın diyordunuz. Ne oldu da vazgeçiyorsunuz?" Gençlerin cevabı sarsıcıdır:"Merhametsiz insan kalmadı denmesin diye."

 

18 Aralık 2014  ·   · 




Bir tarafta bomba, ateş, kan ve hiç bitmeyen bir yıkım

Öbür yanda yoksulluk, açlık ve kol gezen bir ölüm…

Yalan, algı, kumpas sarmış, ışıltılı dünyamızı

Hipnoz olmuş gibiyiz, unutmuşuz ilk andımızı

Her yönden gelen reklam, canlı medya saldırısı

Gündemde durmaz akar; haber, yorum fırtınası

Zaplasak geçer mi ki ? Bu göz alıcı karnaval

Seyret dur. Birinden başkasına yüzlerce renkli kanal

İçindeyiz, hep birlikte çılgın bir koşturmacanın

Çağın tam tam sesleri, vahşi bir karmaşanın

Tüketim çağı deniyor, borç içinde hep insanlar

Ne bu ? Büyülendik mi ? uyuşmuş hep akıllar

Sanki bir yarışma programı, çekiyor oyunumuzu

Kameralar nerde ? Görsek, anlasak, bilsek sonumuzu

Neler oluyor, sanal mı gerçek mi bütün bunlar ?

Neden hissetmiyorum acıyı, nerde o sevgi dostlar ?


 

18 Aralık 2015  ·   · 


Başlangıçta «ben» idim; Çocuktum, gençtim;

..cı oldum, …çılık yaptım, ..çı idim yıllar boyu. Büyüdüm;

Çalıştım, didindim, koştum «kariyer» peşinde

Gezdim durdum öyle dil pazarında

Geçti zaman döndü devran

Yaş aldıkça evrildim;

«Kulluk» muş elimde kalan; anladım

..Ve teslim oldum; adım «Müslüman».

Başka sıfatlar küçüldü, geçmişte birer birer. Şimdi erildim;

Doğdum yeniden-eşelendiğim-

Küllerimden

Gözüm ötelerin ötesinde

Vizyonum «mümin», hedefim «salih» olmak

 

18 Aralık 2016  ·   · 


Eğer körsen köre teklif yoktur. Değilsen yürü, var; sabır kurtuluşun anahtarıdır.

Sabır ilâcı, gözlerin perdesini de yakar, göğüsleri gönülleri de yarıp açar.

Gönül aynası saf ve pak bir hale gelince sudan, topraktan hariç suretler görürsün.

Nakşı da müşahede edersin, nakkaşı da. Devlet yaygısını da, onu döşeyeni de.

Hz. Mevlana / Mesnevi, İkinci cilt- 70

 

19 Aralık 2020 Cumartesi 21:30 CORONA GÜNLERİ............................Dünya dönüyor, hayat devam ediyor

Bütçe görüşmeleri

Aralık ayı mecliste yapılan Bütçe görüşmeleriyle öne çıkar. Aslında Haziran-Temmuz aylarından itibaren devlet kurumlarında başlayan bütçe sürecinin galası gibidir bu görüşmeler. Çok stresli ve yoğun saatler yaşanmasına rağmen daha çok hafızalarda ilginç atışmalar, kavgalar ve sahneler kalır. Geçmiş yıllarda meclis kürsüsünde ilginç bütçe konuşmalarıyla Demirel-Erbakan düelloları hala hatırlanıyor.

10-15 günlük bir program kapsamında partiler bütün hünerlerini gösterir, varsa eteklerindeki tüm taşları kullanırlar. Neticede iktidar muhalefet herkes Bütçenin yılbaşına kadar kanunlaşması için çalışır. Ocak ayında bütçesi olmayan devlet gemisi hareket edemez, bu da pek çok hizmeti olumsuz etkiler. Çünkü kurumların çalışabilmesi ödeneklerin serbest bırakılmasına bağlıdır. 31 Aralık-1 Ocak arası ekmek dilimi gibi kesilemez. O yüzden 26 Aralığa kadar Bütçe Kanunu çıkabilmeli ki, onayı, resmi gazetede yayımı yeni yılın ilk gününe kadar tamamlanabilsin.

Meclis genel kurulundaki bu mesai bütçe maratonunun sadece çok küçük bir kısmı. Ondan önce yine mecliste Bütçe Plan Komisyonu aşaması var. Orada da Kasım ayı hareketli geçer. Başta Cumhurbaşkanlığı ve TBMM olmak üzere bütün bakanlıklar sırayla bütçelerini sunar ve savunurlar. Arka planda bekleşen kurum yöneticilerinin gözleri önünde hararetli görüşmeler yapılır. Bu görüşmeler de oldukça yoğun ama renkli geçer.

Bu süreçte pek çok kurum memur ve yöneticisi meclisin misafiri olur. Bakanlar olur da kendilerine ters bir soru gelir, cevaplandırabilsin diye getirtmiştir onları. Komisyona önerge verilmesine yardımcı olurlar. Bazı kurumlar, iktidar, hatta bazen muhalefet önerge vererek değişiklik yapılmasını isterler. Çünkü komisyon ödenek artışı konusunda genel kuruldan önce son şanstır. Genel kurulda ödenek arttırıcı önerge verilemez.

Bütçe önerisi meclise gelmeden önce aşağı yukarı 3-4 ay süren kurumlar aşamasından geçer. Eskiden yatırımlar için DPT’den, cari harcamalar ve transfer ödenekleri için de Maliye’den geçmek zorundaydılar. Şimdi ikisi de Cumhurbaşkanlığı bünyesinde. Eskiye göre işler daha kolay ve etkili. Bütçe nihayetinde bir hükümet tasarısı şeklinde değil de Cumhurbaşkanlığı teklifi olarak meclise geliyor. Biri bir tarafa diğeri başka yana çekiştirmiyor.

1980 yılından emekli olduğum 2012‘ye kadar kesintili de olsa 30 yıl boyunca bu bütçe süreçlerinin her aşamasında bulundum. Muhasebe şefi, Muhasebe Müdürü, Muhasebe ve Mali işler Daire başkanı, İdari Mali İşler Daire Başkanı, APK uzmanı ve Mali Hizmetler Müdürü olarak hep bu döngünün içinde oldum. 2003’ten sonra Bütçe sürecinde de önemli değişikler oldu. Mesela 1 yıllık program bütçe yaklaşımından 3 yıllık performans bütçelemeye geçiş çok şeyi değiştirip kolaylaştırdı.

Eskiden taşradaki kurumlar bütçe taslağını Ağustosta Ankara’ya getirir bir ay boyunca o kurumdan bu kuruma döner dururlardı. Ankara’daki bazı uzmanlardan geçebilmek için yine devletin etkili ve yetkililerinden torpil istendiği zamanlardı. Kurumlar mahsus 5 ister, Ankara 2’den dem vurur, belki 3’te anlaşırlardı.

Dünya dönüyor, hayat da devam ediyor! Corona salgını var diye dünya stop etmiyor, hayat akışı kesilmiyor. Bu arada her şey de değişmekte, farklı şeylere dönüşmekte. Bırakın 30 sene önceyi 3-5 sene önceki işler bile artık aynı değil. Çok bildik bir laf ama çok da doğru: “Değişmeyen tek şey değişim!”.

Siyaset de çalışmak zorunda, kurumlar da, memurlar da. Bu sadece devletle alakalı değil. Özel sektörün çarkı döndürebilmesi lazım. Tarlaların ekilmesi, hayvanların bakılması, sütlerin sağılıp işlenebilmesi lazım. İnsanların para harcaması, paranın malla yer değiştirmesi, insanların geçiminin sağlanması ve yaşam döngüsünün böylece devam edebilmesi lazım.

Hayat sarmalı

Hayat bir sarmala benziyor. İyiyle kötü, hayalle gerçek, hastalıkla sağlık, güzelle çirkin iç içe. İşle özel yaşamlar, krizlerle sakin günler, mutlu zamanlarla felaketler sarmaş dolaş. Sadece birbirine zıt şeyler değil alakalı alakasız sayamayacağım bir sürü farklı şey birbirine dolana dolana uzayıp gidiyor. 

Uyandığımızda ne olacağımızı bilmediğimiz, iki dakika sonrası için emin olamadığımız ama uzun uzun plan yaptığımız ömürler yaşıyoruz.

Bu corana salgını da birdenbire girdi hayatımıza. Oysa geçen yıl bu zaman bambaşka gündemlerimiz vardı dünya olarak. Bir harala gürele yaşıyorduk işte. Adına sarmal mı dersiniz, burgu mu, yoksa helezonik mi? Neyse ne, işte o çok boyutlu şekil; bir minare merdiveni gibi ya da güçlü bir sarmaşık gibi göğe yükseliyordu. DNA molekülleri gibi birbirine sarılıp dizilmiş hayat sarmalına birdenbire bir virüs karıştı. Bir yıldır neredeyse bir çay kaşığını doldurmayacak kadar virüs dünyayı sallıyor.

Coronadan dolayı ölenlerimiz var. Bu arada kanserden ölen, yüksek tansiyon böbrek yetmezliğinden giden, trafik kazasından, yangından ya da terörden vefat edenler de var. Can kıymetli, acının çeşidi çok ama yakışı aynı. Hastalık mı dediniz? Onun da envai çeşidi var, hepsi de zor, hepsi de sıkıntılı. Hayat bu işte; bir tarafta kıymetini bilmediğimiz sağlık ve onun türleri, öbür yanda hastalık ve onun çeşitleri.

Sarmalın bugün için dolanıp boğazımızı sıkan bir yanı hiç şüphesiz coronavirüs. Ama hayatın daha yüzlerce binlerce başka sarmaşık dalları var. Her şeye rağmen siyaset konuşmaya devam ediyor, öbür yanda da geçim derdi hiç bitmedi ki. Kötü günler geçiriyor olabiliriz ama umutlarımız da her daim çiçek açmayı sürdürüyor. Misal; ölenlere inat doğan her çocuk bir güneş gibi doğuyor ufkumuzda. Hastalanan onca insana karşılık bebek bekleyen her aile bu günleri bir müjde gibi yaşamıyor mu?

Corona günlerinin 283.ncüsündeyiz. Umudu ve sevinmeyi özledik. Vefat sayısının dün 246 iken bu gün 241'e düşmüş olması bizi sevindirebiliyor. 18 Aralıkta vaka sayısı 26.410 iken bugün 19 Aralıkta 22.195'e düşmüş olması da öyle. Hatta aradaki fark bir kişi bile olsa yeni hasta sayısının 4.103'ten 4.102'ye inmesi bile kafamızda bir lambanın daha ışıması gibi etki yaptı.

Bir yandan kuraklığa üzülüyoruz, öbür yanda karadenizden ya da doğu Akdenizden yeni doğal gaz müjdeleri bekliyoruz. Bir taraftan ABD ile, AB ile ne olacak böyle diye endişeleniyoruz, bir taraftan Azerbaycan için, Ukrayna için seviniyoruz. Corona kısıtlamalarından muzdaribiz ama Ankara Niğde otoyolunun açılması bize bir nefeslik ara verdirebiliyor. İstanbuldan kalkıp Azerbaycan üzerinden Çine giden tren vardı bile. Bu otoyol da İstanbuldan Şanlıurfaya kesintisiz götürebilecek. Bunlar tarihi olaylar. Hüznümüzü aralayan gelişmeler.

Ve hayatın sarmalı dolanarak, karışarak ve ömrümüzü renklendirerek uzayıp gidiyor işte. Ömür dediğin bu sarmalın sadece bir kısmı. Biz de o sarmalın sadece bir damarıyız. Tomurcuk verip yeşilleniyoruz, dalımız yaprağımız oluyor. Sonra da gün geliyor sararıp kuruyoruz. Bizden çıkan dallar yapraklar sarmalın içinde yola devam ediyorlar. Dünya dönüyor, hayat sürüyor. Böyle işte...



Ben bir sokak lambasıyım
Köşede yalnız ve dimdik
Şavkımla görür insanlar
Akşamları gecesefasıyım

Her gün siz uyandığınızda
Çoktan kapanır gözlerim
Akşama gece nöbetim var
Ben ayakta, siz yataklarda

Dinlenmeliyim birazcık
Akşamlar yoğundur burda
Ki sonrası uzun bir gece
Soğuk ve sessizdir azıcık

Yağmur yağar üstüme
Sokak karla üşür, titrerim
Yaz sıcağında gevşesem
Sabah çiğ düşer yüzüme

Karanlık yalnız geceleri
Rüzgar uğultusu boğar
Bazen de deli eser yel
Zorlar, sallar direkleri

Gelir geçer altımdan
Onca araç ve insan
Başını kaldırıp bakmaz
Duygusuz, kalpsiz nadan

Bilmezler bildiğimi
Görmezler gördüğümü
Bir lambayım nihayet
Ne bilsinler çektiğimi

Tek lambam söndüğünde
Bakılır ışıksız gözlerime
Takılınca yenisi, unutulur
Aydınlığımın rehavetinde

Nankörlüğe karşı sokakları
Usanmam aydınlatmaktan
Ağaçlar ayakta ölürmüş
Kim demiş, ya sokak lambaları?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder