Yilmaz Yalcın, ŞİİR VE TÜRKÜ albümüne yeni bir fotoğraf ekledi.
Senlik benlik nedir bırak
Aşık Veysel hakkında yazmayı düşünüyordum. Ancak aşağıdaki sözleri okuyunca düşündüğüm herşey ışığını kaybetti. Gözleri görmeyen bir adamın gönül gözünün ne kadar açık olabileceğini gördüm. Görmeyen gözlere, duymayan kulaklara ibret olsun diye paylaşıyorum. . .
Allah birdir Peygamber Hak
Rabbül alemindir mutlak
Senlik benlik nedir bırak
Söyleyim geldi sırası
Kürt'ü Türk'ü ve Çerkes'i
Hep Adem'in oğlu kızı
Beraberce şehit gazi
Yanlış var mı ve neresi?
Kuran'a bak İncil'e bak
Dört kitabın dördü de Hak
Hakir görüp ırk ayırmak
Hakikatte yüz karası
Binbir ismin birinden tut
Senlik benlik nedir sil at
Tuttuğun yola doğru git
Yoldan çıkıp olma asi
Yezit nedir, ne kızılbaş
Değil miyiz hep bir kardaş
Bizi yakar bizim ateş
Söndürmektir tek çaresi
Kimi ne çeker dilinden
Hem belinden hem elinden
Hayır ve şer emelinden
Hakikat bunun burası
Şu alemi yaratan bir
Odur külli şeye kadir
Alevi Sünnilik nedir
Menfaattir var varası
Cümle canlı hep topraktan
Var olmuşuz emir Haktan
Rahmet dile sen Allah'tan
Tükenmez rahmet deryası
Veysel sapma sağa sola
Sen Allah'tan birlik dile
İkilikten gelir bela
Dava insanlık davası…
Yilmaz Yalcın, Biraz da gülümseyelim albümüne yeni bir fotoğraf ekledi.
Bu 'ayıya dayı demek' çıkar için birisine iltifat etmek, iyi geçinmek ve belli bir amaç uğruna ona katlanmak manasına kullanılıyor.
Şu sıralar artık dayılıktan amcalığa hatta dedeliğe terfi ettiğim için bunu çağrıştıran hallere alınmıyorum. Ortada ne köprü kaldı ne de öyle dostlar (!)
Ama o zamanlardan şöyle bir fıkra aklımda kalmış. Paylaşmak istedim.
Bizim Temel gerçekten bunu hak etmiş bir adama ayı dediği için, hakkında hakaret davası açılarak mahkemeye verilmiş.
Hakim: “Bu beyefendiye ayı dediğin için ceza olarak üç ay hapis yatacaksın. Ayrıca 10 bin lira da para ödeyeceksin.” demiş.
Temel ne yapsın boynunu bükmüş. Bükmüş ama içinde seslendiremediği isyanı da bir yumruk gibi boğazındaymış.
Tam mahkeme bitip ayrılacaklarken Temel dönüp hakime sormuş: “Sayın hakimim madem bir beyefendiye ayı demek hakarettir, cezamı çekeceğim. Yalnız merak ettim bir ayıya beyefendi demek de hakaret midir?”
Hakim bir taraftan toplanırken bir taraftan da tereddütsüz cevap vermiş: “Hayır evladım”
Temel sırıtıp duran adama dönüp hıncını çıkarmış: “İyi günler beyefendi. Acaba paranızı nasıl ödememi istersiniz ?”
İsmail Küçükkaya cuma günü sabah programında tavsiye etmiş, ben de gurur duydum tabii...

19 Mart 2019Sıra bizde
Bu yazıyı okuduğunuzda ya seçimlere birkaç gün kalmış, ya
da sonuçlanmış olacak. Son günlerde heyecan dorukta olur. Bitiş çizgisine
yalnızca birkaç adım kalmıştır. Seçim akşamı saat daha sekiz olmadan işin rengi
belli olur. Bir saat içinde de kim kazanmış, kim kaybetmiş ayan beyan ortaya
çıkar. Kim kazanacak sorusunun yerini “şimdi ne olacak ?” yorumları almıştır. Demokrasinin her viraj alışı yeni yokuş ve
virajların gulgulesiyle devam eder gider. Her iki halde de bu yarışın ‘aslında
ne’ manâsına dair yazmak yararlı olur diye düşündüm. Meselâ dostluk, güven ve
emanet üzerine. Birer basit kelime gibi gelen bu kavramlar seçim atmosferindeki
bizler için oldukça aydınlatıcı ve yatıştırıcı olabilir.
Sözlükte ‘seven, sevgili, yâr’ anlamına gelen dostluk
kavramı, İslâmî literatürde sadâkat, meveddet, uhuvvet, sohbet, veli, refik
gibi kelimelerle ifade olunmuş. Atalarımız dostun özelliğini; “Dost bizi iyi
yola öğütleyendir” diye özetliyor. Kim ki bizi iyi, güzel ve doğru yola çağırır
o dostumuzdur. O, başarımız ve
mutluluğumuz için vardır. Hiçbir art niyet taşımadan, dostluğunu paylaşır, bizi
uyarır, acı da olsa bize daima doğruları hatırlatır. ”Onun için “Dostun attığı taş baş yarmaz”
denilmiştir. Ayrıca dost; sırları ifşa ederek, emanete ihanet etmez. Bu yüzden
kendisine her yönüyle güvendiğimiz, ona sırlarımızı bile emanet edebildiğimiz
kişidir. Esasen dünyamızı dostluk köprüleriyle donatmak, gönüllerde dostluk
duygularını yeşertmek, inancımızın da bize yüklediği önemli görev ve
sorumluluklardan değil midir ?
İslam âlimleri, dinin gayesi noktasında “zarurât-ı hamse”
başlığı altında beş temel dokunulmazlık konusu belirlemişler. Bunlar; ırk, dil,
din, yaş ya da cinsiyet farkı gözetilmeksizin her insanın eşit biçimde sahip
olduğu “din, akıl, can, mal ve nesil güvenliği” hakkı olarak açıklanmış. Bazı
âlimler bu beş gayeye, Allah’a kulluk, yeryüzünün imar edilmesi, sosyal düzen
ve istikrarın sağlanması, hürriyet ve adaletin temini gibi yan unsurları da
ilave etmişler. Bugün, sayılan bu beş alanda maalesef insan olarak güvenlik
haklarımız bolca ihlâl edilirken, sadece ülkemizin değil, ortak yurdumuz olan
dünyamızın da güvenliği ve geleceği tehlike altındadır. İnsanoğlu hırsına,
tamahına, kibrine, hükümranlık arzusuna yenilmiş, maddi menfaatleri ve çıkar
savaşları için attığı umarsız adımlar yüzünden yeryüzünde yeni yeni fesat ve
bozgunculuk kapıları açmıştır. Çevreyi kirletmiş, tabiatın doğal dengesini
sorumsuzca bozmuştur.
Üzülerek ifade edelim ki, tüm bu yaşanan olumsuzluklardan
bugünün müminler topluluğu da kendisini koruyabilmiş değildir. Tarihte ‘selam
ve eman yurdu’ olarak bilinen, güvenliğin, kardeşliğin, huzurun timsali olan
İslam beldeleri bugün karanlık ve kuralsız savaşların, işgal ve zulümlerin
pençesinde can çekişmektedir. Saldırı ve çatışmalar, şiddet ve terör, İslam
coğrafyasını kan ve gözyaşına boğmuş, kültür ve medeniyetimizin zengin mirası
tarumar edilmiş, şehirler harabeye dönmüştür. Müslümanların can, akıl, mal ve
nesil emniyeti, ırz ve namusu, onur ve haysiyeti pare pare olurken, din
emniyetleri de büyük bir tehdit ve tehlike altındadır. Bu sebeple bugün öncelikle birer barış ve güven toplumu
olabilmeye ve yeniden gönüller fethine ihtiyacımız bulunuyor.
Zira güven; inanmak ve emin olmak demek. Tüm endişelerden
sıyrılmak ve korkuları bir kenara bırakmak demek. Din-i Mübin-i İslam’da iman
ile güven arasında çok güçlü bir ilişki var. Bu yüzden aynı kökten beslenen; İman
eden kimse anlamına gelen ‘mümin’; güvenilir insan anlamına gelen ‘emin’;
güven, güvence ve güvenlik anlamına gelen ‘emniyet’; can ve mal güvencesi
anlamına gelen “eman”; hıyanetin zıddı olarak kullanılan ‘emanet’ kavramları
üzerinde yeniden ve ciddi biçimde düşünmemiz gerekiyor.
Hz. Peygamber (sav), güvenmeyi ve güvenilir olmayı,
kendisini model alan bütün müminlerin ayrılmaz vasfı olarak zikretmiş. “Mümin, insanların canlarına ve mallarına
zarar vermeyeceğinden emin oldukları kimsedir” sözü (Tirmizî, Îmân, 12), ‘iman’
ile ‘insanlara güven sunma’ arasında doğrudan bağ kurması bakımından oldukça dikkat
çekici. Mümin, yüreğindeki sarsılmaz güveni çevresine aksettirmek ve
davranışlarına yansıtmakla mükellef tutulmuş. O halde onun Allah’a ve Resûlüne
imanı, doğal olarak insanlara bir ‘eman’ a dönüşmeli; yüreğindeki güven hissi,
toplumda ‘güvenilirliğin’ de teminatı olmalıdır.
“Bir kişinin kalbinde aynı anda iman
ile küfür, doğruluk ile yalancılık, hıyanet ile emanet bir arada bulunmaz” (İbn Hanbel, II, 349) hadisi gibi,
emanet bilincine sahip olmanın imanla özdeşliğini hatırlatan bir çok hadis-i
şerif var. İmanı dilinde kalan ve benliğini kaplamayan her insan, dinine olan
güveni zayıf olduğu nispette insanlara olan güvenini ve güvenilirliğini de
kaybedecektir. Diğer taraftan, tek başına kaldığında bile Allah’ın gözetiminde
olduğunun farkında olan; iman, ihsan ve ihlas sahibi bir müslüman, sadece kendi
güvenliği için değil, insanlığın ve tabiatın güvenliği için de emek vermekten kaçınmayacaktır.
İşte bugün; omuzlarımızdaki yükü, dağlara emanet
edilemeyip de bize tevdi edilen o ağır yükü hissetmeye, emanet bilincini
yeniden kuşanmaya muhtacız. Göğsümüze emanet edilen imanın, kalbimize emanet
edilen ihsanın, aklımıza emanet edilen idrakin gereğini yapmalıyız. Zamana ve
insana dair güvensizlik söylemlerine aldanmadan, pes etmeden, cesaretimizi
yitirmeden ‘eman toplumunun oluşumunda payı bulunan emin insanlar’ olmak için
çaba sarf etmeliyiz. Her işimizde yeryüzünü imar etmekle mükellef olduğumuz
bilinciyle hareket etmeliyiz. Böylece hakikatin ve adaletin gücüne duyduğumuz
sarsılmaz güvenle, imanla ve emanet duygusuyla yol alabiliriz.
31 Mart nihayetinde bir yerel seçim, bunlarla ne alakası
var demeyiniz. Siyaset ya da politika yapanlar da bu kavramlardan haberdar
olmalılar. Belediye başkanlarının tarihimizde ‘Şehremini’ ismiyle anılmaları
sebepsiz değildi. Seçilecek/seçilen başkanlar bir emanete talip olmuşlardır. Bu
emanetin de imanla ve güvenle ayrılmaz bağları var. Bazen hiç de kolay
olmayabilir bu yükü taşımak. Meselâ 28
Şubat tam bir korku yönetimiydi. İçimizden bu korkuyu söküp alan Erdoğan oldu. Üzerimizde
demoklesin kılıcı gibi duran vesayet gölgesindeki ilk kırılma 27 Nisan
e-muhtırasına verilen cevapla başladı. Erdoğan siyasi tarihi darbeler ve
muhtıralarla dolu olan ülkemizde bir ilki gerçekleştirerek muhtıraya muhtıra
vererek karşılık verdi. Nihayet 15 Temmuz’da onu çağrısıyla tanklara karşı
yürüyen millet, korkuyu korkuttu, ölümü öldürdü. Bir siyasi lider olarak dik
durdu, darbeler ve askeri vesayetle mücadelesini milletle birlikte yaptı. Bunun
ne denli kıymetli olduğunu 15 Temmuz gecesi gördük. Kendisi cumhurbaşkanı,
partisi iktidarda olmasına rağmen o gece Erdoğan’ın yanında sadece gönül
dostları, yani millet vardı.
27 Mayıs’ta Menderes’i astılar. 12 Mart’ta, 12 Eylül’de
milletin oylarıyla gelen Demirel’i devirdiler, 28 Şubat’ta Erbakan’ı
indirdiler. Ama 27 Nisanda, 15 Temmuz’da Erdoğan’ı deviremediler. Önceden darbeler olur, hükümet
devrilir, liderler tutuklanır, hesaplaşma demokratik sisteme geçişe izin
verildiğinde sandıkta yaşanırdı. Erdoğan ise darbelere karşı açıktan bir
mücadele verdi. 15 Temmuz gecesi kanlı bir darbe girişimine karşı ölümü göze
alarak mücadele etti ve kazandı. Cumhurbaşkanlığı sistemine geçiş bu
mücadelenin önemli kilometre taşlarından biriydi. 28 Şubat’tan 16 Nisan’a
çileli bir mücadelenin sonunda gelindi. 16 Nisan referandumu ve 24 Haziran
seçimleri ise zafer sancağının dikilmesiydi. 31 Mart seçimleri ise dikilen
sancağın eman ve güven içinde dalgalanmasını sağlayacak inşallah.
Bir şeyi yapmak isterseniz illa ki bir yolunu bulursunuz,
istemezseniz de bir bahane. Biz Allahın izniyle ışığı gördük, karanlığa razı
değiliz. Şimdi dua ve görev zamanı. Artık siyaset ve politika için söz bitti,
sıra bizde. İmanımız var hamd olsun, insanlara eman, şehirlere imar ve güvenlik
için sükûnetle oy kullanacağız. Yalnız, seçeceğimiz insanların da bizden ve
dostumuz olduğundan emin olmalıyız. Bu yüzden 31 Mart seçimlerini basit bir
yerel seçim gibi görmemeliyiz. Emanet ellerimizde, yere düşürmeyecek oylarımızı
zayi etmeyeceğiz. Allahın izniyle de sandıkta bereketlenecekler. Emanet elden
ele bize geldi. Bizden de oylarımızın gücüyle ehil ve ‘Şehrül emin’ sahiplerine
ulaşacak inşallah.
27 Mart 2020 Cuma 23:30 CORONA GÜNLERİ......................................İlan edilmemiş OHAL
Kayıp yıl 2020
Alışık olmadığımız, sıra dışı günler yaşıyoruz. "Kurşun acısının sıcağı sıcağına anlaşılmadığı" gibi başlangıçta bu olayı tam olarak anlayamadığımız doğru. Günler, hatta haftalar geçtikçe işin vahameti daha da belirginleşti. Sadece yurdumuz için değil tüm dünya için adeta nabızlarımız ortak atar hale geldi. Artık 2020 için 'Kayıp yıl' nitelemesi yapılıyor.
Hepimizin bir çalışma hayatı, aile ve özel hayatımız var. Sosyal bir varlık olarak akraba, arkadaş, dost, komşu ve çevreyle iç içe yaşıyoruz. Şimdi sanki bir 'Tıp' oyunu oynarmış gibi hayatlarımız dondu kaldı. Evlerimizde, şehirlerimizde ve ülkelerimizde konserve edilmiş durumdayız. Bu yeni ve olağanüstü hale uyum göstermeye çalışıyoruz ancak gerçekten zor bir dönem.
Eminim her birimizin yarım kalmış, parçalanmış, korku, tedirginlik ve belirsizlik içinde sürmekte olan hikayeleri var. Örneğin ben şu anda ailemden uzaktayım, yaşlı annem hasta ve yapmak istediğim pek çok şey elimden kayıp gitti. Kendi dünyama kapandığım, düşünmeyi, okumayı, sohbeti, seyretmeyi ve duayı yeniden keşfettiğim bir tünelin içinde hissediyorum kendimi. İyi ki öyleyim, iyi ki kendime ve olaylara hem içinden hem dışından bakabiliyorum. İyi ki yazabiliyorum.
Dışarı çıkamayan, parkta yürüyüp bir bankta oturamayan, alışveriş ve seyahati kısıtlanan, evinden çalışmak zorunda kalan milyarlar var. Hatta işinden olan, işyerini dükkanını kapatmakla yüzyüze yaşayan milyonlar var. Herkesin derdi, sıkıntısı kendine özel ve ağır. Benim de öyle...
"Paylaşmak acıları azaltır, sevinci çoğaltır" denmiş. En iyisi bu 'corona günlerini' yazmak ve paylaşmak. Beni izlemeye devam ediniz.
--------------
24 Martta Oğuzhan önce 15:32' de geldiğini "Orjan’dayım" diye bir fotoğrafla bildirdi. Ablası "Bunu bana yapmayın" demiş. Güzel kızım benim ne kadar isterdi o da gelebilmeyi. Oğuzhan "İzmir’e geçeceğim babamı almaya" diye cevap vermiş. Gece 12 ye doğru da İzmir’e ulaştı zaten. Oğuzhan’ın gelişi benim moralimi yükseltmiş, kız kardeşlerimi ise üzmüştü. Gitmemi istemiyorlardı, anlıyorum ancak burada kalabalık etmenin de bir yararı yoktu. Artık aramızda konuşmuş, yol haritamızı belirlemiştik. Gerisi hayırlısını beklemeye kalmıştı.
24 Mart gecesi dünyanın Çin'den sonra en kalabalık ikinci ülkesi Hindistan'da da sokağa çıkma yasağının başladığı haberi geldi. 1,3 milyar nüfuslu ülkede halkın 21 gün boyunca evden çıkmamaları istenmiş. Öte yanda Japonya Başbakanı ise Tokyo Olimpiyat Oyunları'nı iptal etmemekle birlikte bir yıl erteleme istediklerini açıklamış.
25 Mart saat 12:19'da aynı masada bilgisayar başında çalışan oğlumla bir fotoğrafımı çocuklarıma gönderdim: Altına da "İzmir’deyiz. Evde mesaiye devam. İkindide sonra inşallah yola çıkacağız. Herkese çok selam. Sağlıkla kalın inşallah" diye not koydum. Saat 18 gibi annemle ve kız kardeşlerimle vedalaşıp İzmir’den çıktık. Canım Boşnak böreği çekti bu yüzden Ayvalık sarımsaklıda Küçükköye uğradık ama açık bir yer bulamadık. Bu kez Ayvalık merkezde Hatiboğlu pastanesinde durduk. Açıkmış, oradan ve Migros’tan bir şeyler alıp Burhaniye Orjan'a doğru yolumuz devam ettik. Ayvalığı hiç böyle bomboş ve soğuk görmemiştim.
Orjan'a girdiğimizde saat 20 civarındaydı. Oğuzhan arkadaşının evine gitti ben de eve girip namaz kıldım, eşyalarımı topladım ve ön balkona çıktım. Işık yanınca Panda ve annesi Boncuk da geldiler. Onları sevdim, mama ve su koydum kaplarına. Fotoğraflarını çektim bol bol, "inşallah geleceğiz, bekleyin" dedim. Oğuzhan geldi arabaya bindik, onlar da bizi garip bakışlarıyla yolculamış oldular. Üzülüyorum ama "onlar ev kedisi değil, böyle özgür yaşamaya alışıklar. Bak kış geçti ayakta kalabiliyorlar" diye teselli ettim kendimi. Saat 21:16'da Orjan’dan çıktık, yönümüz İstanbul'du. Yolda orjan'da kalmamayı, henüz havanın soğuk olduğunu, İstanbul'a gitmeyi kararlaştırmıştık.
Yolculuğumuz 3 - 3,5 saat sürdü. Yeni otobanda ilerlerken pek çok şeyi düşündüm. Annemin hastalığını, neler olabileceğini, parçalanmışlığımızı, corona salgınının planlarımızı nasıl alt üst ettiğini... Ama yapacak bir şey yoktu, bunlar elbet yaşanacaktı. Gece yarısı saat 00:40'ı gösterirken Beşiktaş’taki eve girdik. Çocuklarıma ve kardeşlerime "Biz geldik çok şükür, İstanbul’dayız" diye bildirdim. Uyumadan önce haberlerden Corona virüsün çıkış noktası Çin’in Hubei eyaletinde aylar süren sokağa çıkma yasağının kaldırıldığını öğrendik. Hubei’nin başkenti 11 milyon nüfuslu Wuhan’da yaşayanlara Aralık ayından bu yana ilk kez Hubei eyaleti sınırları içinde kalmak koşuluyla kentten çıkma izni verilmiş. İki aydır kapalı olan köprü ve yollar da açılmış. Bu haber virüsle boğuşan dünyanın geri kalanı için umut mu umutsuzluk mu bilemedim.
İstanbul günleri
26 Mart Perşembe günü İstanbul Beşiktaş'ta oğlumun evindeyiz. Burası çok soğuk değil. Corona nedeniyle en az 10 gün dışarı çıkmam. Oğlum da evden çalışıyor zaten. Lazım olursa ihtiyacımızı o çıkıp alabilir. İki kişinin yiyeceğinden ne olacak, yapar baba oğul yeriz.
İzmir'le telefonla görüştüm, annem iyiymiş. Safiye de Nafiyeye yardım eder, birlikte güzel vakit geçirirler. Saat 16:14'de Kızım Hilal'den bir fotoğraf geldi. Tuna kucağında altına: "Huysuzum ben huysuz" yazmış. Herhalde bu günlerde biraz huysuzluk yapıyor. Sibel: "yok yaaa, şeker yavruş o" demiş, Cüneyt de her zamanki muzip uslübu ile yumurtadan yeni çıkmış bir civciv resmi göndermiş. Ben de herhal özlemiş olmalıyım ki: "Kuzucum. Ben görene kadar delikanlı olacak" diye yazmışım.
Elif salgını kast ederek: "Çok dertli o da" notunu düşmüş. Ardından günün anlam ve önemine uygun bir paylaşım eklemiş. Paylaşım 'Covid-19' adlı bir Whatsapp grubunu gösteriyor. "Çin Wuhan'ı gruba ekledi", "Çin İran'ı gruba ekledi", "Çin İtalya'yı gruba ekledi", "Çin İspanyay'ı gruba ekledi", "……", "……", "Çin Türkiye'yi gruba ekledi", "Çin tüm dünya'yı gruba ekledi" ve "Çin gruptan ayrıldı". Gerçekten durumu tam özetleyen bir zeka ürünüydü. Cüneyt bu durur mu, 23:58'de bile yine espri yapabiliyor:"Tv'lerde internetlerde hastabakıcılar bile uzman sayılıyor, konuşmayan kalmadı. Bi tek bu yarasa aylardır susuyor, bi beyanat vermiyor. "Konuşursam yer yerinden oynar" diyormuş." Güldüm tabi. Bu sıkıntılı günlerde evlatlarım sayesinde sıkılmayacağım.
Günü kapatmadan elime gelen bazı notları sıraladım.
"Salgının hızla yayılmaya devam etmesi üzerine Rusya, Corona virüsü salgını önlemleri kapsamında ülkeyi uluslararası uçuşlara kapatma kararı aldı. Telekonferans yoluyla bir zirve gerçekleştiren G-20 liderleriyse Corona virüsüyle mücadelede 'ne gerekiyorsa' yapma sözü verdi. ABD Senatosu ise hükümetin Corona virüsü salgını nedeniyle hazırladığı 2 trilyon dolarlık yardım paketini onayladı. Amerika'da işsiz kaldıkları için yardım başvurusunda bulunanların sayısıysa bir haftada üç milyonu geçti. FED Başkanı Jerome Powell, Amerikan ekonomisinin resesyona çoktan girmiş olabileceğini söyledi. New York, Amerika'da Corona salgınının merkez üssü haline geldi…"
İlan edilmemiş OHAL
Artık iyiden iyiye ilan edilmemiş bir OHAL içindeyiz. Kendi 'Olağanüstü Halinizi' ilan edin denmişti galiba değil mi, ya da öyle bir şey. Sonuçta evlerimize çekildik, zaruret olmayınca çıkmıyoruz. Zaten 65 yaş üstü olanlar için sokağa çıkma yasağı var.
Virüsün Çinde Aralık ayında ortaya çıktığı biliniyor. Türkiye Şubat ayından beri gelişmeleri dikkatle izleyip pozisyon aldı. KOVİD-19 henüz bir pandemi bile değilken, Türkiye gerekli önlemleri almaya başladı ve 90 gün sonra ilk corona virüs vakası maalesef ülkemizde de görüldü. ilk vakanın 11 Mart’ta tespit edilmesi ve ilk ölüm hadisesinin 18 Mart’ta gerçekleşmesi üzerine de gerekli tedbirler süratle alınmaya başladı. Sağlık bakanımızın gün gün verdiği bilgiyle ne durumda olduğumuzu takip edebiliyoruz.
Vaziyet vahim. Her taraftan ve her yetkiliden dışarıya çıkmama, yakın temastan kaçınma uyarıları geliyor. G-20 Liderleri bile dün bu atmosferde video-konferans yöntemiyle bir zirve gerçekleştirdiler. Gündemin birinci maddesi tabi ki bu küresel salgın. Sağlıkla ilgili tedbirler yanında artık yine küresel çapta olağanüstü hal, sokağa çıkma yasağı, seyahat kısıtlamaları, market ve eczaneler hariç tüm işyerleri için kapatma tedbirleri peşpeşe geliyor. Bu virüs sadece insan hayatını değil ülkelerin hatta dünyanın ekonomik düzenini de tehdit ediyor. Bu yüzden ülkeler ard arda ekonomik tedbirler alıyor, destek ve yardım paketleri açıyorlar.
Dünyanın tüm gelişmişlik görüntüsü ve iddiasına rağmen böylesi bir salgın hastalık karşısında çok çabuk alabora olabildiği görüldü. Bu virüs geçip gittiğinde arkasında belki milyona varan ölüm, ağır yara almış bir sağlık sistemi enkazı bırakacak. Öte yandan yapacağı ekonomik hasarı şu anda kimse tahmin edemiyor. G-20 liderlerinin 5 trilyon dolarlık kaynak üzerinde anlaşmış olmalarına bakarak global olarak bu miktarın belki 10 katı bir tahribattan söz edebiliriz. Sosyal hayatta meydana gelen vurgun ve fay kırıklarına ölçü bulunabilir mi bilmem.
Fakat bütün bunların ötesinde ve üzerinde 'insan' üzerindeki tahribatı ne olacak acaba? Çağdaş dünyanın sözde gelişmişliği içinde birdenbire eve tıkılan insanların yaşayacağı travma ölçülebilir mi? İşini kaybeden, düzeni yerle bir olan, görünmez bir hastalığa ve her şeyi allak bullak eden bir 'gazap rüzgarına' karşı çaresiz durumdaki insanoğlunun iç dünyasındaki korku, tedirginlik ve paniğin sebep olduğu yaralara hangi ilaç derman olabilir ki?
2020'nin şimdiden 'kayıp bir yıl' olduğu doğru. Kişisel olarak, ailelerimiz boyutunda bütün planlarımız alt üst oldu. Sadece hasta olmamaya değil, ailemizi, sevdiklerimizi, 65 yaş üstü büyüklerimizi, komşularımızı ve karşılaşabileceğimiz herkesi korumaya çaba göstermek ağır bir sorumluluk. Kendisi çalışan çocuklarını okula ya da kreşe gönderen anne babalar birdenbire kendilerini hiç akıllarına getirmedikleri bir başka zorlukla karşı karşıya buldular: 'Çocuklarıyla ilgilenmek!' Memnunlar mı? Hiç zannetmiyorum. Aynı evde, dışarı çıkamadan; temizlik, yemek, bulaşık, çamaşır, oyun, ders çalışma ve evde çıkan sorunlara karşı bir nevi savaş vermek durumundalar. Bundan da kaçışları, tatili, hava alması, gezmesi yok. Çalışırken yoruldukları ve stres yüklendikleri hallerinden daha zor durumda olduklarını tahmin etmek güç değil.
----------
Bugün 27 Mart Cuma idi. 12 gibi evlatlarıma bir mesaj yolladım:"Bugün cuma. "Dua ediniz, icabet edeyim" diyor Rabbimiz. Ondan ülkem ve ailem için sağlıklı, hayırlı bir ömür diliyorum." Mutad olduğu üzere annemle bir telefon görüşmesi yaptım. Hastalığı onu daha da hassas yaptı. Telefonum, görüşmelerimiz onu mutlu ediyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder