28 Mart 2018
Kızılelma
Bu söz
önce, Afrin’e giden bir askerimizin kendisine sorulan, "İstikamet neresi ?"
sorusuna verdiği "Kızıl elma" cevabıyla yeniden hatırlandı. Sonra da Cumhurbaşkanımızın
bir konuşmasında Zeytin Dalı Harekatıyla ilgili olarak, "Evet, bizim bir
kızıl elmamız var" açıklamasıyla kamuoyunda iyice merak uyandırdı.
Son olarak
yine Afrin zaferinden sonra bir Mehmetçiğin “Bundan sonra hedef neresi ?”
sorusuna kısa ve net olarak “Kızıl elma” cevabını vermesi; ordumuzun ve
milletimizin beka mücadelesinde ne kadar kararlı olduğunu dünya aleme ilan
etmiş oldu.
Aslında
Kızıl elma kavramı, tarihimizde sıkça görülen, kadim şiir ve kahramanlık
edebiyatımızda da ölümsüz örnekleri bulunan bir ifade. Fetih ve gaza kültürü
içinde önemli bir yeri var. Ancak, uzunca bir süredir onu unuttuğumuz
anlaşılıyor. Bugün milletimizin Fırat kalkanı ve Zeytin dalı harekatlarıyla yeniden
bu mefkureyi hatırladığı ve hayatına dahil ettiğini görüyoruz. Peki, nedir bu
‘Kızıl elma’ ? Gerçekten bir elma mı, bir yer mi, hedef mi ?
Kızıl
Elma, millet olarak geçmişimizde, yaklaşıldıkça uzaklaşan, uzaklaştığı oranda da
değeri artan ülküleri sembolize eden bir ifade. Devlet için belli bir hedef ve
amacı özetliyor. Bazen de ulaşılması gereken menzili, fethedilmesi gereken şehirleri.
Kimi zaman da bir devlet kurma idealini açıklıyor. Hatta öyle zamanlar olmuş ki
bu sözcükle, ülkede birlik ve güç, üç kıtanın cihangirliği bile kast edilmiş.
Bu anlamda
Kızılelma’nın, Osmanlı Devleti’nin dünya sahnesinde zirveye çıktığı ve
tartışmasız süper güç olduğu zamanlarda daha çok kullanıldığını dönemin tarihi
ve edebi kayıtlardan anlıyoruz. Özellikle de İstanbul, Roma, Viyana, Estergon
ve Budin gibi şehirler bu ifadenin müşahhas hali olarak karşımıza çıkıyorlar.
Bir fetih ve hakimiyet duygusunun tezahürü olarak.
Kızılelma genellikle
bir ideal olarak uzak ve erişilmez bir hedefi temsil etmekle beraber, Osmanlı
döneminde yazılmış edebî metinlerde uzun bir süre Roma’nın karşılığı olarak geçiyor.
Hıristiyan dünyasının merkezi olan Roma’daki kilisenin kızıl bakırdan kubbesi üzerinden,
ulaşılacak, ele geçirilecek en uzak ve en son coğrafi uç, nokta anlamında Roma
ve Viyana kastedilmiş.
Nitekim
Yahya Kemal, Otranto Kalesi’ni alan Gedik Ahmed Paşa için yazdığı gazelinde Sen
Piyer Kilisesi’ne ve Kızılelma idealine gönderme yaparak şöyle sesleniyor: ‘Çıktı
Otranto’ya pür-velvele Ahmed Paşa / Tuğlar varsa gerektir Kızılelma’ya kadar /
Ra’d-ı tekbîr kopup gitmelidir bank-i ezan / Dâr-ı küffârda meşhur kenîsâya
kadar’
Osmanlı
askerine göre Kızılelma; “Devletli
hünkarımızın atının ayağının bastığı yerdir.” Zira cihangir padişahlar
kışlaları ziyaret eder, askerlerin şerbetini içer ve o bardağı altın doldurup
hediye ederek ayrılırken de “Kızılelma’da
buluşuruz” dermiş. Bu nedenle Kızılelma ülküsünün Yeniçeriler arasında da çok
yaygın olduğu anlaşılıyor. Zira, talimlerinde: ‘Destiye kurşun atar, keçeye kılıç çalar, Kızılelma’ya dek gideriz’
sözü bunu göstermekte.
Nitekim Hacı
Bektaş Veli ocağına bağlı olan Yeniçeriler asırlar sonra bu ocağın yoldan
çıkması karşısında: ‘Kızılelma kapusun fethederken nacağı /
Ne revadır bozula Hacı Bektaş ocağı’ diyerek
üzüntülerini açığa vurmuşlar.
Ecdadımızın
fetih ve Kızılelma ideali çoklukla ‘i'lây-ı kelimetullah’ vizyonunu da ortaya
koyar. Sözlük anlamı, Allah'ın kelimesini yüceltmek demek olan "i'lây-ı
kelimetullah", günlük kullanımda Allah'ın adını veya İslâm dininin tevhid
akîdesini şanına uygun bir biçimde yüceltip yayma manasına gelmektedir. Bu
terim çoklukla "cihat" kavramıyla eş anlamlı olarak kullanılmıştır.
Mesela Âşık
Çelebi Kızılelma ile İslam’ı bir beytinde şöyle bir araya getiriyor: ‘Dikilsün ṣancaḳ-ı İslām
sīb-i Müslimī yensün / Ṣalup eyvāyı ehl-i nâra ‘azm it Ḳızılelma’ya’
Beyitte İslâm sancağı bir ağaç gibi
tasavvur edilmiş ve “sîb-i Müslimî” yenmesi için onun dikilmesinden
bahsedilmiş.
Kızılelma’nın
bu anlamdaki manasını tarihte en müşahhas bir biçimde akıncılarda görüyoruz.
Düşman ülkesine toplu hâlde giren akıncılar önemli ve stratejik noktalara
geldiklerinde küçük birliklere ayrılırlar, her birliğin hedefi olan şehir ve
kasabalar önceden belirlendiğinden harekete geçerken, “Kızılelma’da buluşalım” diyerek birbirlerine veda ederlermiş.
Akıncıların
seferle geçen gaza hayatlarını bir akıncı şairi şöyle terennüm ediyor: ‘Yöneldi fi
sebilillah gazaya / Tevekkül kıldı canıyla Hüdaya / Ne can endişesi ne nam
ümidi / İki cihanda bir canan ümidi / Zehi aşık zehi gazi-i sadık / Bu gazidir
olan didara layık’
Görülüyor
ki onlar için ‘Kızıl elma’ Cennet-i A’la
idi. Ulaşmak istedikleri asıl hedef, şahadete kavuşup maddeden manaya geçebilmekti.
Zira bir noktadan sonra onlar artık ölümü göze alarak ve geri dönmeyi de düşünmeden
şehadete gitmekteydiler. Bu ideal, şanlı ecdadımızın İslam inancı eşliğinde bir
cihad aşkı ve sevdasına dönüşmüş ve yüzlerce yıldan bu yana bir millî şuur olarak
benliğimize işlemiştir.
İşte ortak
bilinçaltımızda hala yaşayan cihad ve şehadet aşkı genlerimize öyle bir işlemiş
ki Afrin’deki Mehmetçiğimiz “Kızılelma’ya” dedikten hemen sonra, “Bizi
beklemesinler!” diyebiliyor.
Hey
Allahım ! Küçük, kısacık bir kaç kelimede ne derin, ne büyük anlamlar yüklü. Bu
söz bir bakıma “İnşallah Cennet’te buluşuruz” demek oluyor. Böyle bir imanı kim
yenebilir ki ?
Evde kal Türkiye!
Dün alınan yeni tedbirlerle artık şehirlerarası yolculuklar da yapılamayacak. Bu benim için daha belirsiz bir süre evime dönemeyeceğim anlamına geliyor. Oğlumun yanında İstanbul'dayım. Ona göre karantina süresi olan 14 gün boyunca evden çıkmamalıymışım. İstanbul'da hava kapalı, pencereden görebildiğim küçük sokaklar yalnız ve sessiz.
Bir yandan aklım İzmir'de bıraktığım hasta annemde, kalbim evim ve torunlarımda. İş başa düştü, oğlumun bekar evinde yemek yapmayı öğreniyorum. Evin balkonu da yok. Ruhum daraldığında pencereden dışarı bakabiliyorum yalnızca. Ama dışarısı içerden kasvetli görünüyor. 'Evde kal Türkiye' çağrısı sanki daha sıcak geliyor o anlar için.
Çarşamba günü İzmir'den İstanbul'a yola çıkmıştık. Yollar oldukça tenhaydı. Hele de Ayvalık. Sanki, derler ya sanki "in cin top oynuyordu." Motorlar karaya çekilmiş, her yer kapalı ve ortalıkta kimseler yok. Orayı hep kalabalık, renkli ve hareketli hatırlıyorum. Hiç kışın görmemiştim. Evet kış olmasının, havanın kapalı ve serin olmasının etkisi muhakkak vardı. Ama bu başka bir şey, tıpkı (Allah göstermesin) darbe olmuş, savaş çıkmış ta sokağa çıkma yasağı ilan edilmiş gibiydi.
Unutmadan, Ayvalığa girmeden önce Küçükköy'e uğrayıp biraz boşnak böreği almak istedim. Ne mümkün. Köy meydanındaki her yer kapalı. Boşnak böreği arıyorum ya, burası nihayetinde bir köydür mutlaka vardır diyorum ya. Çok fena yanılmışım. Yok, yok...Bir dükkanda birini gördüm. Kitap okuyordu. Derdimi söyledim. Güldü, ellerini açtı "Görüyorsun halimizi boşuna arama bulamazsın" dedi o hareketiyle.
Yazları Ayvalığa gittiğimizde uğramak istediğim ilk üç yerden biridir Küçükköy. Yine Ayvalıkta üç şeyi mutlaka yemeden veya almadan dönmek istemem. Küçükköyden boşnak böreği almak, Paşalimanında oturup çay içmek ve Ayvalık'ta Macaron kahvelerinde çiğ börek yiyip koruk suyu içmeyi çok severim. Orada sakızlı kurabiye satan küçük bir eski fırın var. Perşembe günü Ayvalığın pazarıdır. Macaron kahveleri sokağından kurabiye aldıktan sonra o dar sokaklarda kurulan pazarı boydan boya geçeriz. Ayvalığı o halde görünce sakızlı kurabiye almak aklıma bile gelmedi.
Orjan'a geldiğimizde akşam olmuştu. O cıvıl cıvıl sahil sitesinden çıt çıkmıyordu. Sokak lambaları silikleşmiş, evler karanlığa gömülmüştü. Evime girdim, namaz kıldım, bir kaç parça eşya aldım ve çıktım. Yazın bir kedi ve yavrusuna bakmıştık. Bir baktım yavru 'Panda' karşımda, biraz sonra annesi 'Boncuk' da gelip ayaklarıma süründü. Pandayı kucağıma alıp sevdim. Yavrucak hiç ayrılmayacakmışız gibi göğsüme sokulup duruyordu. Boncuk yine hamile kalmış. Bol bol mama ve su bıraktım balkona. Fotoğraflarını çektim ve son kez ikisini de severek vedalaştım onlarla. İnşallah en kısa zamanda geliriz, yine birlikte oluruz diyerek.
Ayrıldığımızda saat 21'i geçiyordu. Bir an evvel İstanbula ulaşmak için otobandan gitmeye karar verdik. Gökçeyazıdan sonra yeni otoyol gişelerinden geçiliyor. Balıkesir ve Susurluğa girmeden devam ediyor. Karanlıkta ışıklarını seçebildim yalnızca. Yol oldukça tenhaydı. Sanki bize aitmiş gibi önümüzde uzayıp gidiyordu. 1,5 saatte susurluğa 3 saatte Gebzeye ulaştık. Bursaya kadar 61 lira, oradan Gebzeye kadar Osmangazi köprüsü dahil 156 lira ücret yazdı. Çok şükür rahat, hızlı ve güvenli bir yolculukla saat 00.30'da Beşiktaş'taki evimize girmiştik.
İstanbul da kapalı, serin ve yaşlı gözlerle corona günlerini yaşıyordu. Her geçen gün sıkılaşan tedbirler, artan vaka sayıları ve ölüm haberleri ile sadece ülkemizin değil adeta bütün dünya üzerine bir karabasan çökmüş gibi.------------
Beterin beteri var
Bugün virüsün Çinde ortaya çıkışının 3 ayı doldu. Orada durumun yavaş yavaş normale döndüğünü haber alıyoruz. Yine de de kontrollü olduklarını, hatta ikinci dalgaya karşı ilave tedbirler alındığını duymaktayız. Bizde ise ilk vakanın ortaya çıkmasından bu yana henüz bir ay bile dolmuş değil. Bu kadar tedbire rağmen uzmanlar daha tepe noktasını görmediğimizi söylüyorlar. Tedbirlerin artışı ve sıkılaştırılmasına bakılırsa daha bir kaç hafta daha dişimizi sıkmamız gerekiyor.
Cobit-19'un ne kadar tehlikeli ve sarî olduğu açık. Ancak, şimdiye kadar hiç yaşamadığımız kadar bir 'bilg' ve 'haber' kasırgasıyla da karşı karşıyayız. Belki bu hastalık bir süre sonra arkasında önemli bir hasar bırakmış olarak geçip gidecek. Küresel çapta alınan tedbirler, panik, korku, sağlık sisteminin çaresizliği, aşı ve ilaç geliştirme rekabeti, teknolojik icatlar, internet tabanlı pek çok yeni gelişme vs. hepsi birbirine karıştı. Bütün bunlarla dünyanın nereye doğru evrileceğini, sonuçta bu gidişin hakkımızda iyi mi kötü olacağını bilmiyoruz.
Ben insanlığa kapalı, dijital bir anafora doğru pupa yelken gidileceğini düşünüyorum. Fırsatçılar sadece karaborsacılar değil, böyle zamanlardan yenilik, bilimsellik, teknoloji görüntüsü altında yeni ağlar örülür hep insanoğluna. Kulaklara küpe olsun, bu can pazarından yine onlar para kazanarak çıkacaklar. Ama, globalleşmenin küçücük bir virüsle sarsıldığını görebiliyoruz. Küresel yaşamanın bütün insanlar için daha fazla sömürülme, daha fazla savaş, kan ve gözyaşı anlamına geldiğini zaten acı acı öğrenmiştik. Böylesi salgın hastalıkların da sanki 'Küçük bir köy'müş gibi kısa sürede nasıl bütün dünyayı sarabildiğini de yaşamış olduk. Kuşkusuz artık bütün bunlar olmamış gibi davranamayacağız. Hiç bir şey eskisi gibi olmayacak.
Neler olacağını, sonrasında bizi ne gibi değişim ve dönüşümlerin beklediğini bir an için kenara koyalım. Bütün dehşetiyle şu soru pusuda yatıyor gibi geliyor bana: "Ya böylesine küçücük bir 'dijital' virüs o çok övündüğümüz iletişim ve internet dünyamıza musallat olursa?" Sadece kişisel bilgisayarlarımızı, cep telefonlarımızı değil bütün devlet sistemlerini, haberleşme alt yapılarını ve bilgi ağlarını çökertiverirse? Dev borsaların, bankaların, savunma, adalet, sağlık ve eğitim sistemlerinin hastalanıp çalışmadığını bir düşünsenize. Ekonomilerin yerle bir olduğu, aramızdaki iletişimin tamamen kesildiği, şehirlerimizin karanlığa gömüldüğü, temel hizmetlerin yapılamadığı, herşeyin birbirine girdiği bir günü hayal edebiliyor musunuz?
O zaman dünya liderleri birbirleriyle videokonferansla bile görüşemez. Hükümetler neye nasıl tedbir alacağını şaşırır. Kime hangi talimatı, nasıl vereceğini bilemez. Kıyamet senaryosu mu yazıyorum? Onu bilemem. Ama dünyası küçük bir telefona hapsolmuş insan için kıyamet kopmuş demektir. İnsan gibi yaşamayı unutmuş toplumlar birdenbire kendilerini hayvani bir anarşi içinde bulurlar.
Allah muhafaza! Demek beterin de beteri var. Canımızı sıksa da, alışkın olmasak da sınırları belli, tedbirleri ortak bir musibetle savaşıyoruz. Durumumuza şükredelim. Hazır evlerimize çekilmişken insanlığımızı, aileyi, komşuyu ve iyilik etmeyi bol bol hatırlamakta yarar var. Hamd etmeyi, isyan etmemeyi, sabretmeyi, her şarta rağmen ayakta kalabilme kapasitemizi test ediyoruz. Dışarıya çıkıp dolaşabilme özgürlüğünü, rahatça seyahat edebilmenin lüksünü, nefes alabilmenin zenginliğini düşünelim biraz da. Konuşabildiğimiz, bir ailemiz olduğu için şükredelim. Kibirden arınıp, çaresizliğimizi kabul ve mütevazılığımızı kazanalım bu sürecin içinde. Dua etmeyi keşfedelim yeniden. Akrabalığın, sılai rahimin, dostluğun ve arkadaşlığın kıymetini bilelim.
Bunlar size bir şey ifade etmiyorsa sevdiklerinizin, eşinizin, çocuklarınızın varsa torunlarınızın gözlerine bakın. Sağlık içindeki bedeninizi fark edin. Elinizdeki nimetlerin ne denli değerli olduğunu anlayacaksınız. Herşeyin ötesinde tüm zamanlarda sadece 'insan' olabilmenin ne demek olduğu üzerinde düşünün biraz bakalım.
Corona günlerinin bu alacakaranlık kuşağında hiç olmazsa bir faydası olsun.---------------Bugün Pazar. Hava biraz kapalı. Normal zamanda olsa biraz çıkıp dolaşırdım Beşiktaş'ta ama şimdi bu mümkün değil. Yasak değil ama ben kendi kendimi izole ettim. Sibel daha geceden: "Marketten aldıklarınızı nasıl sterilize etmelisiniz?" diye ABD'li doktorun pratik yöntemlerini göndermiş. Eh biz de tam öyle olmasa bile aldıklarımızı silip temizliyoruz.
Sibel bize bir psikiatrist tarafından hazırlanan "Evde yaşam ipuçları" adlı bir çalışma gönderdi. 10 sayfalık bir dijital rehber bu. İçinde ücretsiz konserlerden online müze turlarına, youtube kanallarından çeşitli canlı yayınlara çok fazla platform ve bilgi mevcut. İtiraf edelim ki, aslında her zaman ücretsiz olan, daha önce varlığından bile haberdar olmadığımız site ve kanallar bunlar. Rehberde farklı kategoriler altında, evden izlenebilecek konser, opera, bale ve etkinliklere; film ve kitap önerilerine; katılabileceğimiz müze turları ve online sergilere; uzaktan gezilebilecek tarihi mekanlara; eğitim platformları ve binlerce ücretsiz derse; portallara ve çeşitli youtube kanallarına; evde spor ve yemek önerilerine ulaşılabiliyor.
Psikiatrist: "Elbette bu günlerde internetteki kaynaklar dışında da evde yapılabilecek çok fazla şey var. Beraber oynayabileceğimiz aile ve kutu oyunları, kendimizin üretebileceği sanatsal/bilimsel proje ve fikirler gibi. Yaratıcılık size kalmış. Rehberden faydalanmanız dileğiyle" demiş sonunda. Baktım, gerçekten de ilginç, renkli ve yararlı bir rehber bu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder