Corona
günleri iki buçuk aya doğru gidiyor. Bugün 68. gün.
Başlangıçta buralara varacağını düşünemediğimiz 'olağan dışı bir dönem' yaşıyoruz. Böyle bir salgın daha görülür mü bilmem. Ancak sadece bizim değil
herkesin, sadece ülkemizin değil bütün dünyanın çok farklı bir deneyim içinde
olduğu muhakkak. Bu deneyim ölümcül bir hastalık karşısında 'olağanüstü
tedbirlerle yaşamak' ya da 'ölümden
korkmak'la sınırlı değil. Bireysel rutinlerimizi, aile alışkanlıklarımızı,
sosyal ilişkilerimizi ve ekonomik durumumuz gibi daha bir çok 'normalimizi'
etkiledi.
En
başta 'Maske' gibi bir malzemeyle tanıştık. Dezenfektan, kolonya ya da sabunla
'temizlenme ritüelleri' edindik. 'Sosyal mesafe'
kavramı girdi hayatımıza. Kendi kendimizi eve hapsetme yani 'izolasyon'
deneyimi yaşadık. Bu uygulama '65 yaş üstü ve 20 yaş altı' için zorunlu oldu hatta.
Bazı noktalarda ve hallerde 'karantina uygulamaları' bile gördük. Öğrenci
yurtları '14 günlük karantina' binaları, oteller evlerine gidemeyen 'sağlık
çalışanları için barınma mekânları' oldu.
Ulusal
sınırlar kapatıldı ya da son derece sıkı kontrolle yapılır oldu. Hava ulaşımı
ise sadece devletin yurtdışı operasyonları için
kullanıldı. Şehirler arası 'ulaşım kısıtlamaları'yla sınırlandırıldık. 'Toplu
taşımalar asgariye indirildi', o da bin bir tedbirle. Sıkış tepiş bindiğimiz
metro, otobüs ve minibüslerin üçte bir yolcu ile çalıştığını görmek doğrusu
bayağı ilginç oldu. Çoktandır unuttuğumuz, görmeyi ummadığımız 'sokağa çıkma
yasakları'yla da yeniden karşılaştık. On beş milyonluk megakent İstanbul hiç bu
kadar sessiz görülmemişti. Yollar, köprüler, meydanlar tarihi günler yaşadı.
Sağlık Bakanımız
Fahrettin Koca'nın açıklamaları günümüzün adeta ayrılmaz bir parçası oldu. O
anlarda hep TV'lere kilitlendik. Sayılar yükseldikçe gerildik, bir an önce
'Pik' yaptığını görmek istedik. 'Plato' deyimini de bu anlarda duyduk öğrendik.
Nisan sonunda grafikler aşağıya doğru boyun büktüğünde yarışın son düzlüğüne
vardığımızı anlamıştık. Karşıdan belli belirsiz bir finish çizgisi görmüş gibi
nefeslerimiz kesilmişti. İş hayatından bildiğimiz 'güncel tablo ve grafikler'
de hiç bu kadar evlerimize girmemişti doğrusu. Sayılardaki düşüşü "Hadi
inşallah!" dualarıyla gün gün izlemiş olduk. Avrupa ülkelerinin,
Amerika'nın içler acısı durumlarını gördükçe hem onlara acıdık, hem de
"Çok şükür halimize" dedik içten içe kendimize.
Süreç ilerledikçe
herkes bir şeyler 'öğreniyordu'. Dünya sağlık örgütü salgının diğer ülkelerdeki
gidişinden, bilim insanları Dünya sağlık örgütünün raporlarından, Siyasiler ve
ülkeler diğerlerinden, hekimler hastaneler birbirlerinden, idari yapılar
uygulamalarından çok şey öğrendi. 'Sağlık alt yapıları'nın ne kadar sağlam, ne
kadar işlevsel olduğu test edildi salgın sürecinde. Eksikler, zaafiyetler görüldü. 'Aşı
geliştirme çalışmaları' neredeyse 50 ülkede eş zamanlı olarak ve yarışırcasına
sürüyor. Birbirleriyle kanlı bıçaklı ülkeler diğerlerinden sağlık malzemesi
ister oldular. Bizim gibi bazı ülkelerse bir yandan salgınla uğraşırken bir
yandan da kendi malzeme, ilaç ve cihaz üretimlerini geliştirmeye yöneldi. Dünyada 'savaş ve terör gündemleri' bir süreliğine ikinci üçüncü plana itildiler.
Eğitim, spor, kültür
sanat ve ekonomi dünyası da kendi payını aldı aldı bu süreçten. Her sektör
kendine özgü 'yaşam destek çözümleri'ni üretmek zorunda kaldı. Salgın sadece
sağlık alanında hasar yapmadı, hayatın diğer kısımlarına da zarar verdi. İşyerleri kapandı, üretim aksadı, bir çok insan işsiz kaldı, spor
müsabakaları ve sosyal kültürel etkinlikler yapılamadı. Adalet hizmetleri
asgariye indirildi. Eğitim kurumları da bu süreçten en çok etkilenenler
arasındaydı. Uzaktan eğitim, dijital yayın ve internet teknolojisi tabanlı
uygulamalar geliştirildi.
Hükümetler salgınla
uğraşırken başta ekonomi olmak üzere bundan etkilenen kesimler için peş peşe paketler açmak zorunda kaldılar. Evsizlere, ihtiyaç içindeki ailelere, işsiz
kalan ve kepenk kapatan işyerlerine, havayolu sektörüne, tarım ve hayvancılığa
destekler verildi. Yardım kampanyaları düzenlendi. Bütün hükümetler 'bu hayat öpücükleri' olmazsa
salgından daha büyük yıkımlarla karşı karşıya kalacaklarını anlamışlardı.
Başbakanlar, üst düzey yöneticiler, askerler ve toplumun önünde yer alan pek
çok insan da bu hastalıktan nasibini aldı. Bazıları kurtulamadı, ancak hayata
tutunanlar bu salgının hiç de 'şakaya gelir yanı olmadığını' görmüşlerdi.
Salgının evlere
hapsettiği milyarlar ölçüsünde insan adeta yeni bir yaşam tarzına geçti. Her
istediği zaman dışarıya çıkamayan, çıktığında yasaklarla ve zorunluluklarla
karşılaşan insanlardık artık. Hayatın devam edebilmesi için
marketler, fırınlar, su dağıtıcıları, kargolar ve eczanelerin açık tutulması
gerekiyordu. Bir kere daha anlaşılmıştı ki 'hayatta olmazsa olmaz şeyler var'. Mesela ulaşılabilir gıda
olmazsa evlerindeki insanlar nasıl tutulabilecekti? İlacını bulamayan
milyonlarca insan çok farklı bir trajediye daha yol açmaz mıydı? Dışarıya çıkıp
alışveriş edemeyen insanlara internet üzerinden bu ihtiyaçlarını karşılama ve
evlerine ulaştırma imkanları açık tutuldu.
Şimdi dünyanın her
noktasından 'normalleşme' sesleri yükseliyor. Hükümetler hala salgınla
uğraşırken, bir taraftan da ülkelerinin normal hayata nasıl dönebileceği üzerinde kafa
yoruyorlar. Bilim insanları henüz erken diyorlar ama bazı ülkeler 'kademeli geçiş
süreci'ni başlattılar bile. Ne kadar önemliymiş ki ilk açılan işletmeler
arasında berber, kuaför ve güzellik salonları var. Lokanta, cafe vb. için hala
yeşil ışık yok. Turizm sektörü ne yapacak henüz belli değil. Özellikle
turizm gelirleri yüksek olan bazı Avrupa ülkelerinin bu yıl oldukça kötü bir düşüş
yaşayacakları anlaşılıyor. Öte yandan dükkanlar, AVM'ler, fabrikalar derken, o ki
bir ay içinde peyderpey normale dönebileceğiz. Ancak şu da
var: bu 'normal' bildiğimiz normal olmayacak. 'Farklı bir normal' yaşayacağımız daha bu günden belli. Örneğin; maskeli, sosyal mesafeli ve el yıkamalı hayat
bir süre daha bizi bırakmayacak gibi görünüyor.
Bugün Corona
günlerinin 69.ncusu. Virüsün Türkiye'ye girişinden itibaren; 9 Marttan beri hiç
aksamadan her gün 'Corona günleri' yazıyorum. Şu ana kadar çok nadir evden
çıktım. Mart ayındaki İzmir, Orjan ve İstanbul seyahati, Nisan başında
yasaklara takılmadan Ankara'ya dönüş. İzmir'de her sabah hastaneye gidiş ve
akşam eve gelişler. İki kez de pazara ve markete çıkmak için. 25 Nisan gecesi
annemin cenazesi için Ankara'dan Susurluğa gidiş. Ertesi günü onu toprağa verme
ve geri dönüş.
Ankara'da iki kez bahçedeki çiçek ve fidanlar için aşağıya inme
ve bir kez de markete gidiş. İşte topu topu bir elin parmaklarını geçmiyor
sayısı. Geçen hafta 10 Mayısta hanımla birlikte 65 yaş üstüne verilen izin
kapsamında parka çıkalım dedik. O benden daha fazla, tam 2 aydır evden dışarı
adımını atmamış. Artık bunalmış durumdaydı, iyi olur diye düşünmüştüm. Ancak
sonra yaşımızın daha 62-63 olduğu, 65 yaş üstü gruba girmediğimiz aklımıza
geldi. Yani bu sefer de biz sokağa çıkma yasağına takılmıştık. Üç gün sonra
yakın bir markete çıktık birlikte. İşte bu kadar. Genelde evde geçmiş bir tünel
gibiydi benim için corona günleri. Hala da o tüneldeyiz.
Hiç alışık
olmadığımız bir zamandan geçiyoruz. Hiç değilse haftada bir gün, özellikle de
cumartesileri dışarı çıkma alışkanlığımız vardı. Genellikle Kızılay'a, bazen
Ulus'a, nadiren de Gölbaşı'na giderdik. Dolaşır, alışveriş eder, yemek yer
akşam saati elimiz kolumuz dolu eve dönerdik. Lazım olduğumuzda iki yaşındaki
küçük Ece Mercan torunumuz için İncek'e gidip gelmelerimiz olurdu. Bu gidiş
gelişler de bizim için o haftayı renklendirmiş olurdu. Gün içinde hemen
evimizin karşısındaki camiye gidip gelirdim. Akşam namazından sonra yatsıya
kadar Kur'an okumalarımız vardı. Haftada iki gün de cemaat olarak caminin
altındaki küçük odada bir araya gelir, çay içer sohbet ederdik. Haftada üç gün
spor yapma ve yüzme imkanım vardı. Saat 1-1,5 gibi semtimizdeki yaşam merkezine
gidiyordum. Bir saati koşu bandında, yarım saat aletli çalışma kısmında ve yine
yarım saat kırk beş dakikası da havuzda geçerdi. Bazen saunasına girerdim. Duş
alıp eve gittiğimde saat beş olmuş olurdu. Bu kış küçük kızım ve bebeği
bizdeydiler. Onun ilk altı ayı her gün değişen ve gelişen halleriyle adeta
evimizin tadı, tuzu, neşesiydi. Nenesinin kuzusu, dedesinin kınalısı, yakışıklı
delikanlısı küçük Tuna da el bebek gül bebek büyüdü aramızda. Dört gün sonra
tam yedi aylık olacak.
Bazı haftalar
çocuklarımız gelirdi evimize. Yemek yer ailedeki doğum günlerini hep birlikte
kutlardık. Öğretmen olan büyük kızım da bu yıl sık sık bizimle oldu. Zaten
geleneksel olarak hep sömestr tatilinde torunlarımızla birlikte Ankara'ya
gelirler. İstanbul'da çalışan küçük oğlum da bazen çıkıp geldi aramıza.
Birlikte çıkıp bir yerlere gitmeyi severiz. En son yine hep beraber
Haymana'daki bir termal otele gitmiştik. Günü birlik olsa da küçük torunlar
dahil maaile güzel bir gün yaşamıştık. Corona öncesi güzel, tatlı, kendimize
göre renkli bir hayatımız vardı. Şimdi de haftada iki gün; yasak olmayan
Pazartesi Perşembe günleri küçük
torunlarımız bize geliyor. Bunun dışında ne biz onlara gidebiliyoruz, ne de
onlar rahatça bize gelebiliyorlar. Bereket, küçük oğlumla 2 Nisan'da
İstanbul'dan birlikte gelmiştik Ankara'ya. Çalıştığı özel şirket evden çalışma
düzenine geçtiği için dönmedi İstanbul'a, şimdilik birlikteyiz. Göya bu yıl
ramazanı biz onun yanında geçirmeyi planlamıştık. Ama öyle olmadı. O bizim
yanımızda, ramazanı birlikte geçiriyoruz.
Bu dönem hiç
olmadığı kadar "yazabildim". Çünkü evdeyim, ortamım müsait ve yazmayı
seviyorum. En başta 'Corona günleri' yazı serim bugün 69.u gününde. Yer yer bir
belgesel tadında, bazen anı niteliğinde, çoklukla 'Ne düşünüyorum?'un cevabı
günlük köşe yazısı mahiyetinde şeyler. Planlı değil, o gün hissiyatım, aklıma
gönlüme düşen neyse onları yazıyorum. Güncele bağlılığım, herhangi bir konuya
zorunluluğum yok, daha ziyade bana ait gündemler. Nadiren ilham gelmiş bir şiir
yazmışım, bir yerde bir şey okumuşum onun tedai ettirdiği düşünceleri
aktarmışım. Başlangıçta belli bir başlık bile atmıyorum. Yazıp bitirdikten
sonra başlık kendiliğinden ortaya çıkıyor. Zaten kalemi elime
aldığımda-bilgisayarımın klavyesi tıkırdamaya başladığında- inisiyatif benden
çıkıyor sanki. O yazı kendi kendine bir rota çiziyor. Üslubu, hacmi ve
ayrıntıları sanki önceden belirlenmiş gibi şekilleniyor. Yazıp bitirdiğimde
"işte tam da böyle bir şey olsun isterdim" diye düşünmeden
edemiyorum. Sanki Rodin'in eserlerini yaparken hissettiklerini ben de yaşıyorum.
Malum, meşhur Fransız heykeltraş Rodin’e heykellerini nasıl yaptığını
sorduklarında “Taşın fazlasını atıyorum geriye heykel kalıyor” diye cevaplamış ya öyle. O taş blogun içinde bir
heykel var, ama nasıl bir şey? Her çekiç darbesi, her düşünce, her duygu an be
an heykeli şekillendiriyor. Sonunda taşın içinde soyulup ortaya çıkan heykel
"İşte bu!" dedirtecek ölçüde güzel ve anlamlı.
Bir
başka yazı serim memleketim Susurluk'la ilgili. Yaklaşık olarak 25 haftadır
"Susurluk için ne yapılabilir?" sorusuna cevap olmak üzere yazılar
yazıyorum. Amacım 'en az beş yıllık orta vadeli, Bölgesel bir
alt plân' yapılmasını sağlamak. Politik bir hedefim yok, aksine Susurluğun geleceği için bir konsensüs arıyorum. Geleceğe
uzanan yolu tanımak, aydınlatmak ve Susurluğu buna hazırlamak lazım diye
düşünüyorum. Bu çalışma zaten önerimiz olan stratejik planın kendisi
olmayacak. Onu bizzat Susurluk yapacak. Ama bu yazılarla ona giden yolu gösterecek; anlamayı, benimsemeyi, inanmayı,
destek ve katkı vermeyi kolaylaştırmaya çalışacağım. Kişisel olarak Susurluk'ta birlikte yürünebilecek bir zemin var mı yok mu merak ediyorum tabi. Fark şu ki:
olmasa da yazacaklarımı bitirmeden inşallah vazgeçmeyeceğim. Şu anda ayrıca oluşturduğum bir WhatSapp grubuyla destekli
bir şekilde Stratejik Plan yaklaşımının “Neredeyiz?” sorusuna cevap
bulmaya, düşünmeye
ve önerimizi netleştirmeye çalışıyorum. Bu çaba aynı zamanda 'en az beş
yıllık orta vadeli, Bölgesel bir alt plân yapılmalı' önerimizi de şekillendirecek.
24 Nisandan itibaren
hayatımıza mübarek Ramazan ayı da girdi. Onunla birlikte rutin corona
günlerimiz daha bir canlandı, manevi bir iklimle bütünleşerek farklı
derinlikler kazandı. Oruç ibadeti ona renk katan sahur ve iftarlarla sürüyor.
Bugün 23. oruçlu günümüz. Rahmet ve mağfiret dolu "Merhaba" günlerini
arkada bıraktık. Artık azaptan kurtuluş vesilesi son on gün, yani
"Elveda" günleri içindeyiz. Bitmesine çok az kaldı. Önümüzdeki Salıyı
çarşambaya bağlayan gece Kur'anda bin aydan hayırlı olduğu müjdelenen Kadir
gecesi. Ondan 3-4 gün sonra da inşallah bayram. Her gün biri TRT1'de sahur
sonrası namaza kadar, diğeri saat üçte Diyanet Tv'de olmak üzere iki Kur'an
cüzü takip ediyorum. Mukabeleyi bu şekilde yapmak hoşuma gidiyor. Bir taraftan
okunan kur'an kulağımda, öbür yanda meali alt yazıda. Klasik olarak yüzünden de
okuyup takip edebilirim, hamdolsun biliyorum. Ancak Kur'an ayında onun ne
dediğini, ne anlattığını, uyarı ve müjdelerini bir kez daha anlamak istiyorum.
Buna doyamıyorum diyebilirim. Zira her seferinde farklı boyutlarını, ilginç
hitaplarını ve zihnime gönlüme dokunan taraflarını keşfediyorum. Ramazan hayır
hasenat duygularımızı da kabartan bir ay. Her fırsatta onu da yapsam, onu da
versem, başka kime ne yardım edebilirim düşüncemiz eksik olmuyor. Allah kabul
etsin.
Üç aylarla birlikte
her güne bir 'Esma-ül Hüsna' paylaşmayı sürdürüyorum. Ancak bu yıl öncekilerden
farklı olarak her gün bir 'Esma' bir de 'peygamberimizin dilinden dua'
paylaşıyorum. Allah şükür bu güne kadar aksatmadım, inşallah bayram sonuna
kadar da tamamlarım diye düşünüyorum. Corona günleri yazılarımı genellikle
öğleye kadar, Esma ve duaları ise gece yatmadan önce yayınlıyorum. İlaveten
haftada üç gün Cuma, Cumartesi ve Pazar Susurluk Reis gazetesinde çıkacak
yazılarımla meşgulüm. Çarşamba sabahları da gazetede çıkan yazımın paylaşıldığı
saatler.
Büyük torunlarımın
ilki 17 yaşında, diğeri 9. Nazlı önümüzdeki sene liseyi bitirip üniversite
sınavlarına girecek. Yağız da bu yıl üçüncü sınıfta, seneye ilkokulu bitirmiş
olacak. Üçüncü torunum Ece Mercan geçen ay Nisan'ın 16'sında iki yaşına girdi.
En küçük torunum Tuna bebek de yedi aylık. Torunlarım ailemin neşe ve sevgi
kaynakları. Hayatımızın tam da odak noktasındalar. İki yıldır; olacak, oldu,
güldü, konuştu, emekledi, oturdu, tay tay durdu, yürüdü kelimeleriyle
özetlenebilecek bir gündemle geçiyor günler. Onları çok seviyoruz, çok
tatlılar. Onlar da nennelerini, dedelerini seviyorlar. Neredeyse her anlarını,
her birlikteliğimizi fotoğraflayıp kayda alıyoruz. Corona günlerinde gidip
gelemesek de teknoloji sayesinde sık sık çocuklarımızla görüntülü konuşmalar
yapıyoruz. Yaşlandığımızdan mı nedir? Ailemiz, çocuklarımız ve torunlarımız
artık hayatımızın olmazsa olmazları. Kendimize ait plan ve zamanlardan daha çok
onlarla dolu yaşamımız.
Bu
kadar ağırlıklı ve öncelikli olmasalar da benim başka çocuklarım torunlarım
daha var. Çiçeklerim ve fidanlarım hayatıma eşlik eden bir başka güzellik.
Apartmanımızın girişinin üstünde markiz denilen büyükçe bir balkonumuz var.
Sadece yan komşumuz ve bizden çıkış yapılabiliyor. Komşumuz sağ olsun çok iyi
insanlar. Çiçek ve fidan konusunda da anlaşıyoruz. Bu yıl balkonda epey bir
çiçeğimiz oldu. Sardunyadan hanımeline, papatyadan güllere, karanfilden
açelyaya kadar bir çok çiçeğimiz var. Zeytin, limon, kayısı ve kiraza kadar da
fidanlarımız. Geçen yıl attığımız şeftaliler de çıktı. Ayrıca apartmanın önünde
bir sıra gül de dikmiştim. Aslında birkaç yıldır uğraşıyorum. Her yıl tutanlar çoğalıyor. Bir hanımelim, 2
ıhlamurum, 2 salkım söğüdüm, 1 iğdem ve 6-7 tane de yeni diktiğim kayısı
fidanlarım var. Karşı tarafta sağlık ocağı önüne ve cami bahçesine ektiğim meşe
ve ıhlamurlar hariç. Bugünlerde havalar birden çok sıcak oldu. Onları biraz
daha sık sulamam gerekiyor.
Corona günleri
ülkemizde ve dünyada bütün vahametiyle sürüyor. Dünyada vaka sayısı 5 milyona,
ölenler de neredeyse yarım milyona ulaşmak üzere. Yine de herkeste bir
normalleşme beklentisi var. İnsanlar oldukça bunaldı. Ekonomideki kötüye gidiş
de eklenince hükümetler mecburen normalleşme senaryoları üzerinde çalışıyorlar.
Bizde de tablo iyiye gitmekle birlikte henüz sona erdiğine dair verilere
ulaşılamadı. Son bir aydır hafta sonları ve bayramlar sokağa çıkma yasağı
konuyor. Bu gün de 19 Mayısla birleştirilmiş bir yasak gününü daha yaşıyoruz.
Umutlarımız sembolik olarak 'Bayram'a odaklanmış durumda ama görünen o ki
bayramda da belki sokağa çıkamayacağız.
Camilere gidemediğimiz, Cuma ve teravih kılamadığımız gibi bayram namazı
kılmak da mümkün olmayabilir. Bayramı bayram gibi yaşayamayacak,
sevdiklerimizle bir araya gelip kucaklaşamayacağız. Umutlar şimdilik bayram
sonrasına, haziranın ortalarına doğru kaydı. En çok merak ettiğimiz şey
yazlığımıza ne zaman gidebileceğimiz. Ancak gidebilsek bile, alıştığımız
normale uymayan farklı bir normal yaşayacağız. Maskeli, sosyal mesafeli ve
mümkün olduğunca evde kalmaya dayalı bir normal…Rabbim hayra çıkarsın.
Bu dönem sadece corona virüs değil, annemin hastalığı ve vefatı da derin izler bıraktı hayatımızda. Kreşlerin ve okulların kapanması dolayısıyla çocuklarımızın zor günler geçirdiğine şahit olduk. Zorunlu ücretsiz izne çıkarılmaları ve maaşlarından kesinti yapılması gibi oldu bittiler karşısında onlarla birlikte üzüldük. Dışarıya çıkamayan çocukların zaten bunalmış durumdaki anne babalarının tepesinde enerji boşaltmaları karşısında çaresizdik. Dostlarımızı arkadaşlarımızı göremedik. Vakit namazlarına camiye gidemedik. Sıkıldığımızda dışarı çıkıp gezemedik. Spor yapamadık, hiç olmazsa çıkıp yürüyebilseydik. Evde kalmak corona için önemli bir tedbirdi, anladık ve uyduk zaten. Sabır, sebat, tahammül ve metanet değerli kazanımlarımızdı. Fakat bahar günlerinde evlerimizin dört duvarı arasında sıkışıp kalmak da çok zordu doğrusu.
Bu dönem sadece corona virüs değil, annemin hastalığı ve vefatı da derin izler bıraktı hayatımızda. Kreşlerin ve okulların kapanması dolayısıyla çocuklarımızın zor günler geçirdiğine şahit olduk. Zorunlu ücretsiz izne çıkarılmaları ve maaşlarından kesinti yapılması gibi oldu bittiler karşısında onlarla birlikte üzüldük. Dışarıya çıkamayan çocukların zaten bunalmış durumdaki anne babalarının tepesinde enerji boşaltmaları karşısında çaresizdik. Dostlarımızı arkadaşlarımızı göremedik. Vakit namazlarına camiye gidemedik. Sıkıldığımızda dışarı çıkıp gezemedik. Spor yapamadık, hiç olmazsa çıkıp yürüyebilseydik. Evde kalmak corona için önemli bir tedbirdi, anladık ve uyduk zaten. Sabır, sebat, tahammül ve metanet değerli kazanımlarımızdı. Fakat bahar günlerinde evlerimizin dört duvarı arasında sıkışıp kalmak da çok zordu doğrusu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder