17 Mayıs 2020 Pazar

17 Mayıs 2020 Pazar 13:30 CORONA GÜNLERİ...................................Günler geçiyor

Coronanın getirdikleri

Corona günleri iki buçuk aya doğru gidiyor. Bugün 68. gün. Başlangıçta buralara varacağını düşünemediğimiz 'olağan dışı bir dönem' yaşıyoruz. Böyle bir salgın daha görülür mü bilmem. Ancak sadece bizim değil herkesin, sadece ülkemizin değil bütün dünyanın çok farklı bir deneyim içinde olduğu muhakkak. Bu deneyim ölümcül bir hastalık karşısında 'olağanüstü tedbirlerle yaşamak' ya da 'ölümden korkmak'la sınırlı değil. Bireysel rutinlerimizi, aile alışkanlıklarımızı, sosyal ilişkilerimizi ve ekonomik durumumuz gibi daha bir çok 'normalimizi' etkiledi.

En başta 'Maske' gibi bir malzemeyle tanıştık. Dezenfektan, kolonya ya da sabunla 'temizlenme ritüelleri' edindik. 'Sosyal mesafe' kavramı girdi hayatımıza. Kendi kendimizi eve hapsetme yani 'izolasyon' deneyimi yaşadık. Bu uygulama '65 yaş üstü ve 20 yaş altı' için zorunlu oldu hatta. Bazı noktalarda ve hallerde 'karantina uygulamaları' bile gördük. Öğrenci yurtları '14 günlük karantina' binaları, oteller evlerine gidemeyen 'sağlık çalışanları için barınma mekânları' oldu.

Ulusal sınırlar kapatıldı ya da son derece sıkı kontrolle yapılır oldu. Hava ulaşımı ise sadece devletin yurtdışı operasyonları için kullanıldı. Şehirler arası 'ulaşım kısıtlamaları'yla sınırlandırıldık. 'Toplu taşımalar asgariye indirildi', o da bin bir tedbirle. Sıkış tepiş bindiğimiz metro, otobüs ve minibüslerin üçte bir yolcu ile çalıştığını görmek doğrusu bayağı ilginç oldu. Çoktandır unuttuğumuz, görmeyi ummadığımız 'sokağa çıkma yasakları'yla da yeniden karşılaştık. On beş milyonluk megakent İstanbul hiç bu kadar sessiz görülmemişti. Yollar, köprüler, meydanlar tarihi günler yaşadı.

Sağlık Bakanımız Fahrettin Koca'nın açıklamaları günümüzün adeta ayrılmaz bir parçası oldu. O anlarda hep TV'lere kilitlendik. Sayılar yükseldikçe gerildik, bir an önce 'Pik' yaptığını görmek istedik. 'Plato' deyimini de bu anlarda duyduk öğrendik. Nisan sonunda grafikler aşağıya doğru boyun büktüğünde yarışın son düzlüğüne vardığımızı anlamıştık. Karşıdan belli belirsiz bir finish çizgisi görmüş gibi nefeslerimiz kesilmişti. İş hayatından bildiğimiz 'güncel tablo ve grafikler' de hiç bu kadar evlerimize girmemişti doğrusu. Sayılardaki düşüşü "Hadi inşallah!" dualarıyla gün gün izlemiş olduk. Avrupa ülkelerinin, Amerika'nın içler acısı durumlarını gördükçe hem onlara acıdık, hem de "Çok şükür halimize" dedik içten içe kendimize.

Süreç ilerledikçe herkes bir şeyler 'öğreniyordu'. Dünya sağlık örgütü salgının diğer ülkelerdeki gidişinden, bilim insanları Dünya sağlık örgütünün raporlarından, Siyasiler ve ülkeler diğerlerinden, hekimler hastaneler birbirlerinden, idari yapılar uygulamalarından çok şey öğrendi. 'Sağlık alt yapıları'nın ne kadar sağlam, ne kadar işlevsel olduğu test edildi salgın sürecinde. Eksikler, zaafiyetler görüldü. 'Aşı geliştirme çalışmaları' neredeyse 50 ülkede eş zamanlı olarak ve yarışırcasına sürüyor. Birbirleriyle kanlı bıçaklı ülkeler diğerlerinden sağlık malzemesi ister oldular. Bizim gibi bazı ülkelerse bir yandan salgınla uğraşırken bir yandan da kendi malzeme, ilaç ve cihaz üretimlerini geliştirmeye yöneldi. Dünyada 'savaş ve terör gündemleri' bir süreliğine ikinci üçüncü plana itildiler.

Eğitim, spor, kültür sanat ve ekonomi dünyası da kendi payını aldı aldı bu süreçten. Her sektör kendine özgü 'yaşam destek çözümleri'ni üretmek zorunda kaldı. Salgın sadece sağlık alanında hasar yapmadı, hayatın diğer kısımlarına da zarar verdi. İşyerleri kapandı, üretim aksadı, bir çok insan işsiz kaldı, spor müsabakaları ve sosyal kültürel etkinlikler yapılamadı. Adalet hizmetleri asgariye indirildi. Eğitim kurumları da bu süreçten en çok etkilenenler arasındaydı. Uzaktan eğitim, dijital yayın ve internet teknolojisi tabanlı uygulamalar geliştirildi.

Hükümetler salgınla uğraşırken başta ekonomi olmak üzere bundan etkilenen kesimler için peş peşe paketler açmak zorunda kaldılar. Evsizlere, ihtiyaç içindeki ailelere, işsiz kalan ve kepenk kapatan işyerlerine, havayolu sektörüne, tarım ve hayvancılığa destekler verildi. Yardım kampanyaları düzenlendi. Bütün hükümetler 'bu hayat öpücükleri' olmazsa salgından daha büyük yıkımlarla karşı karşıya kalacaklarını anlamışlardı. Başbakanlar, üst düzey yöneticiler, askerler ve toplumun önünde yer alan pek çok insan da bu hastalıktan nasibini aldı. Bazıları kurtulamadı, ancak hayata tutunanlar bu salgının hiç de 'şakaya gelir yanı olmadığını' görmüşlerdi.

Salgının evlere hapsettiği milyarlar ölçüsünde insan adeta yeni bir yaşam tarzına geçti. Her istediği zaman dışarıya çıkamayan, çıktığında yasaklarla ve zorunluluklarla karşılaşan insanlardık artık. Hayatın devam edebilmesi için marketler, fırınlar, su dağıtıcıları, kargolar ve eczanelerin açık tutulması gerekiyordu. Bir kere daha anlaşılmıştı ki 'hayatta olmazsa olmaz şeyler var'. Mesela ulaşılabilir gıda olmazsa evlerindeki insanlar nasıl tutulabilecekti? İlacını bulamayan milyonlarca insan çok farklı bir trajediye daha yol açmaz mıydı? Dışarıya çıkıp alışveriş edemeyen insanlara internet üzerinden bu ihtiyaçlarını karşılama ve evlerine ulaştırma imkanları açık tutuldu.

Şimdi dünyanın her noktasından 'normalleşme' sesleri yükseliyor. Hükümetler hala salgınla uğraşırken, bir taraftan da ülkelerinin normal hayata nasıl dönebileceği üzerinde kafa yoruyorlar. Bilim insanları henüz erken diyorlar ama bazı ülkeler 'kademeli geçiş süreci'ni başlattılar bile. Ne kadar önemliymiş ki ilk açılan işletmeler arasında berber, kuaför ve güzellik salonları var. Lokanta, cafe vb. için hala yeşil ışık yok. Turizm sektörü ne yapacak henüz belli değil. Özellikle turizm gelirleri yüksek olan bazı Avrupa ülkelerinin bu yıl oldukça kötü bir düşüş yaşayacakları anlaşılıyor. Öte yandan dükkanlar, AVM'ler, fabrikalar derken, o ki bir ay içinde peyderpey normale dönebileceğiz. Ancak şu da var: bu 'normal' bildiğimiz normal olmayacak. 'Farklı bir normal' yaşayacağımız daha bu günden belli. Örneğin; maskeli, sosyal mesafeli ve el yıkamalı hayat bir süre daha bizi bırakmayacak gibi görünüyor.

Yaşadığımız günler

Bugün Corona günlerinin 69.ncusu. Virüsün Türkiye'ye girişinden itibaren; 9 Marttan beri hiç aksamadan her gün 'Corona günleri' yazıyorum. Şu ana kadar çok nadir evden çıktım. Mart ayındaki İzmir, Orjan ve İstanbul seyahati, Nisan başında yasaklara takılmadan Ankara'ya dönüş. İzmir'de her sabah hastaneye gidiş ve akşam eve gelişler. İki kez de pazara ve markete çıkmak için. 25 Nisan gecesi annemin cenazesi için Ankara'dan Susurluğa gidiş. Ertesi günü onu toprağa verme ve geri dönüş. 

Ankara'da iki kez bahçedeki çiçek ve fidanlar için aşağıya inme ve bir kez de markete gidiş. İşte topu topu bir elin parmaklarını geçmiyor sayısı. Geçen hafta 10 Mayısta hanımla birlikte 65 yaş üstüne verilen izin kapsamında parka çıkalım dedik. O benden daha fazla, tam 2 aydır evden dışarı adımını atmamış. Artık bunalmış durumdaydı, iyi olur diye düşünmüştüm. Ancak sonra yaşımızın daha 62-63 olduğu, 65 yaş üstü gruba girmediğimiz aklımıza geldi. Yani bu sefer de biz sokağa çıkma yasağına takılmıştık. Üç gün sonra yakın bir markete çıktık birlikte. İşte bu kadar. Genelde evde geçmiş bir tünel gibiydi benim için corona günleri. Hala da o tüneldeyiz.

Hiç alışık olmadığımız bir zamandan geçiyoruz. Hiç değilse haftada bir gün, özellikle de cumartesileri dışarı çıkma alışkanlığımız vardı. Genellikle Kızılay'a, bazen Ulus'a, nadiren de Gölbaşı'na giderdik. Dolaşır, alışveriş eder, yemek yer akşam saati elimiz kolumuz dolu eve dönerdik. Lazım olduğumuzda iki yaşındaki küçük Ece Mercan torunumuz için İncek'e gidip gelmelerimiz olurdu. Bu gidiş gelişler de bizim için o haftayı renklendirmiş olurdu. Gün içinde hemen evimizin karşısındaki camiye gidip gelirdim. Akşam namazından sonra yatsıya kadar Kur'an okumalarımız vardı. Haftada iki gün de cemaat olarak caminin altındaki küçük odada bir araya gelir, çay içer sohbet ederdik. Haftada üç gün spor yapma ve yüzme imkanım vardı. Saat 1-1,5 gibi semtimizdeki yaşam merkezine gidiyordum. Bir saati koşu bandında, yarım saat aletli çalışma kısmında ve yine yarım saat kırk beş dakikası da havuzda geçerdi. Bazen saunasına girerdim. Duş alıp eve gittiğimde saat beş olmuş olurdu. Bu kış küçük kızım ve bebeği bizdeydiler. Onun ilk altı ayı her gün değişen ve gelişen halleriyle adeta evimizin tadı, tuzu, neşesiydi. Nenesinin kuzusu, dedesinin kınalısı, yakışıklı delikanlısı küçük Tuna da el bebek gül bebek büyüdü aramızda. Dört gün sonra tam yedi aylık olacak.   

Bazı haftalar çocuklarımız gelirdi evimize. Yemek yer ailedeki doğum günlerini hep birlikte kutlardık. Öğretmen olan büyük kızım da bu yıl sık sık bizimle oldu. Zaten geleneksel olarak hep sömestr tatilinde torunlarımızla birlikte Ankara'ya gelirler. İstanbul'da çalışan küçük oğlum da bazen çıkıp geldi aramıza. Birlikte çıkıp bir yerlere gitmeyi severiz. En son yine hep beraber Haymana'daki bir termal otele gitmiştik. Günü birlik olsa da küçük torunlar dahil maaile güzel bir gün yaşamıştık. Corona öncesi güzel, tatlı, kendimize göre renkli bir hayatımız vardı. Şimdi de haftada iki gün; yasak olmayan Pazartesi Perşembe  günleri küçük torunlarımız bize geliyor. Bunun dışında ne biz onlara gidebiliyoruz, ne de onlar rahatça bize gelebiliyorlar. Bereket, küçük oğlumla 2 Nisan'da İstanbul'dan birlikte gelmiştik Ankara'ya. Çalıştığı özel şirket evden çalışma düzenine geçtiği için dönmedi İstanbul'a, şimdilik birlikteyiz. Göya bu yıl ramazanı biz onun yanında geçirmeyi planlamıştık. Ama öyle olmadı. O bizim yanımızda, ramazanı birlikte geçiriyoruz.

Bu dönem hiç olmadığı kadar "yazabildim". Çünkü evdeyim, ortamım müsait ve yazmayı seviyorum. En başta 'Corona günleri' yazı serim bugün 69.u gününde. Yer yer bir belgesel tadında, bazen anı niteliğinde, çoklukla 'Ne düşünüyorum?'un cevabı günlük köşe yazısı mahiyetinde şeyler. Planlı değil, o gün hissiyatım, aklıma gönlüme düşen neyse onları yazıyorum. Güncele bağlılığım, herhangi bir konuya zorunluluğum yok, daha ziyade bana ait gündemler. Nadiren ilham gelmiş bir şiir yazmışım, bir yerde bir şey okumuşum onun tedai ettirdiği düşünceleri aktarmışım. Başlangıçta belli bir başlık bile atmıyorum. Yazıp bitirdikten sonra başlık kendiliğinden ortaya çıkıyor. Zaten kalemi elime aldığımda-bilgisayarımın klavyesi tıkırdamaya başladığında- inisiyatif benden çıkıyor sanki. O yazı kendi kendine bir rota çiziyor. Üslubu, hacmi ve ayrıntıları sanki önceden belirlenmiş gibi şekilleniyor. Yazıp bitirdiğimde "işte tam da böyle bir şey olsun isterdim" diye düşünmeden edemiyorum. Sanki Rodin'in eserlerini yaparken hissettiklerini ben de yaşıyorum. Malum, meşhur Fransız heykeltraş Rodin’e heykellerini nasıl yaptığını sorduklarında “Taşın fazlasını atıyorum geriye heykel kalıyor” diye cevaplamış ya öyle. O taş blogun içinde bir heykel var, ama nasıl bir şey? Her çekiç darbesi, her düşünce, her duygu an be an heykeli şekillendiriyor. Sonunda taşın içinde soyulup ortaya çıkan heykel "İşte bu!" dedirtecek ölçüde güzel ve anlamlı.

Bir başka yazı serim memleketim Susurluk'la ilgili. Yaklaşık olarak 25 haftadır "Susurluk için ne yapılabilir?" sorusuna cevap olmak üzere yazılar yazıyorum. Amacım  'en az beş yıllık orta vadeli, Bölgesel bir alt plân' yapılmasını sağlamak. Politik bir hedefim yok, aksine Susurluğun geleceği için bir konsensüs arıyorum. Geleceğe uzanan yolu tanımak, aydınlatmak ve Susurluğu buna hazırlamak lazım diye düşünüyorum. Bu çalışma zaten önerimiz olan stratejik planın kendisi olmayacak. Onu bizzat Susurluk yapacak. Ama bu yazılarla ona giden yolu gösterecek; anlamayı, benimsemeyi, inanmayı, destek ve katkı vermeyi kolaylaştırmaya çalışacağım. Kişisel olarak Susurluk'ta birlikte yürünebilecek bir zemin var mı yok mu merak ediyorum tabi. Fark şu ki: olmasa da yazacaklarımı bitirmeden inşallah vazgeçmeyeceğim. Şu anda ayrıca oluşturduğum bir WhatSapp grubuyla destekli bir şekilde Stratejik Plan yaklaşımının “Neredeyiz?” sorusuna cevap bulmaya,  düşünmeye ve önerimizi netleştirmeye çalışıyorum. Bu çaba aynı zamanda 'en az beş yıllık orta vadeli, Bölgesel bir alt plân yapılmalı' önerimizi de şekillendirecek.

24 Nisandan itibaren hayatımıza mübarek Ramazan ayı da girdi. Onunla birlikte rutin corona günlerimiz daha bir canlandı, manevi bir iklimle bütünleşerek farklı derinlikler kazandı. Oruç ibadeti ona renk katan sahur ve iftarlarla sürüyor. Bugün 23. oruçlu günümüz. Rahmet ve mağfiret dolu "Merhaba" günlerini arkada bıraktık. Artık azaptan kurtuluş vesilesi son on gün, yani "Elveda" günleri içindeyiz. Bitmesine çok az kaldı. Önümüzdeki Salıyı çarşambaya bağlayan gece Kur'anda bin aydan hayırlı olduğu müjdelenen Kadir gecesi. Ondan 3-4 gün sonra da inşallah bayram. Her gün biri TRT1'de sahur sonrası namaza kadar, diğeri saat üçte Diyanet Tv'de olmak üzere iki Kur'an cüzü takip ediyorum. Mukabeleyi bu şekilde yapmak hoşuma gidiyor. Bir taraftan okunan kur'an kulağımda, öbür yanda meali alt yazıda. Klasik olarak yüzünden de okuyup takip edebilirim, hamdolsun biliyorum. Ancak Kur'an ayında onun ne dediğini, ne anlattığını, uyarı ve müjdelerini bir kez daha anlamak istiyorum. Buna doyamıyorum diyebilirim. Zira her seferinde farklı boyutlarını, ilginç hitaplarını ve zihnime gönlüme dokunan taraflarını keşfediyorum. Ramazan hayır hasenat duygularımızı da kabartan bir ay. Her fırsatta onu da yapsam, onu da versem, başka kime ne yardım edebilirim düşüncemiz eksik olmuyor. Allah kabul etsin.

Üç aylarla birlikte her güne bir 'Esma-ül Hüsna' paylaşmayı sürdürüyorum. Ancak bu yıl öncekilerden farklı olarak her gün bir 'Esma' bir de 'peygamberimizin dilinden dua' paylaşıyorum. Allah şükür bu güne kadar aksatmadım, inşallah bayram sonuna kadar da tamamlarım diye düşünüyorum. Corona günleri yazılarımı genellikle öğleye kadar, Esma ve duaları ise gece yatmadan önce yayınlıyorum. İlaveten haftada üç gün Cuma, Cumartesi ve Pazar Susurluk Reis gazetesinde çıkacak yazılarımla meşgulüm. Çarşamba sabahları da gazetede çıkan yazımın paylaşıldığı saatler.

Büyük torunlarımın ilki 17 yaşında, diğeri 9. Nazlı önümüzdeki sene liseyi bitirip üniversite sınavlarına girecek. Yağız da bu yıl üçüncü sınıfta, seneye ilkokulu bitirmiş olacak. Üçüncü torunum Ece Mercan geçen ay Nisan'ın 16'sında iki yaşına girdi. En küçük torunum Tuna bebek de yedi aylık. Torunlarım ailemin neşe ve sevgi kaynakları. Hayatımızın tam da odak noktasındalar. İki yıldır; olacak, oldu, güldü, konuştu, emekledi, oturdu, tay tay durdu, yürüdü kelimeleriyle özetlenebilecek bir gündemle geçiyor günler. Onları çok seviyoruz, çok tatlılar. Onlar da nennelerini, dedelerini seviyorlar. Neredeyse her anlarını, her birlikteliğimizi fotoğraflayıp kayda alıyoruz. Corona günlerinde gidip gelemesek de teknoloji sayesinde sık sık çocuklarımızla görüntülü konuşmalar yapıyoruz. Yaşlandığımızdan mı nedir? Ailemiz, çocuklarımız ve torunlarımız artık hayatımızın olmazsa olmazları. Kendimize ait plan ve zamanlardan daha çok onlarla dolu yaşamımız.

Bu kadar ağırlıklı ve öncelikli olmasalar da benim başka çocuklarım torunlarım daha var. Çiçeklerim ve fidanlarım hayatıma eşlik eden bir başka güzellik. Apartmanımızın girişinin üstünde markiz denilen büyükçe bir balkonumuz var. Sadece yan komşumuz ve bizden çıkış yapılabiliyor. Komşumuz sağ olsun çok iyi insanlar. Çiçek ve fidan konusunda da anlaşıyoruz. Bu yıl balkonda epey bir çiçeğimiz oldu. Sardunyadan hanımeline, papatyadan güllere, karanfilden açelyaya kadar bir çok çiçeğimiz var. Zeytin, limon, kayısı ve kiraza kadar da fidanlarımız. Geçen yıl attığımız şeftaliler de çıktı. Ayrıca apartmanın önünde bir sıra gül de dikmiştim. Aslında birkaç yıldır uğraşıyorum. Her yıl tutanlar çoğalıyor. Bir hanımelim, 2 ıhlamurum, 2 salkım söğüdüm, 1 iğdem ve 6-7 tane de yeni diktiğim kayısı fidanlarım var. Karşı tarafta sağlık ocağı önüne ve cami bahçesine ektiğim meşe ve ıhlamurlar hariç. Bugünlerde havalar birden çok sıcak oldu. Onları biraz daha sık sulamam gerekiyor.

Corona günleri ülkemizde ve dünyada bütün vahametiyle sürüyor. Dünyada vaka sayısı 5 milyona, ölenler de neredeyse yarım milyona ulaşmak üzere. Yine de herkeste bir normalleşme beklentisi var. İnsanlar oldukça bunaldı. Ekonomideki kötüye gidiş de eklenince hükümetler mecburen normalleşme senaryoları üzerinde çalışıyorlar. Bizde de tablo iyiye gitmekle birlikte henüz sona erdiğine dair verilere ulaşılamadı. Son bir aydır hafta sonları ve bayramlar sokağa çıkma yasağı konuyor. Bu gün de 19 Mayısla birleştirilmiş bir yasak gününü daha yaşıyoruz. Umutlarımız sembolik olarak 'Bayram'a odaklanmış durumda ama görünen o ki bayramda da belki sokağa çıkamayacağız.  Camilere gidemediğimiz, Cuma ve teravih kılamadığımız gibi bayram namazı kılmak da mümkün olmayabilir. Bayramı bayram gibi yaşayamayacak, sevdiklerimizle bir araya gelip kucaklaşamayacağız. Umutlar şimdilik bayram sonrasına, haziranın ortalarına doğru kaydı. En çok merak ettiğimiz şey yazlığımıza ne zaman gidebileceğimiz. Ancak gidebilsek bile, alıştığımız normale uymayan farklı bir normal yaşayacağız. Maskeli, sosyal mesafeli ve mümkün olduğunca evde kalmaya dayalı bir normal…Rabbim hayra çıkarsın. 

Bu dönem sadece corona virüs değil, annemin hastalığı ve vefatı da derin izler bıraktı hayatımızda. Kreşlerin ve okulların kapanması dolayısıyla çocuklarımızın zor günler geçirdiğine şahit olduk. Zorunlu ücretsiz izne çıkarılmaları ve maaşlarından kesinti yapılması gibi oldu bittiler karşısında onlarla birlikte üzüldük. Dışarıya çıkamayan çocukların zaten bunalmış durumdaki anne babalarının tepesinde enerji boşaltmaları karşısında çaresizdik. Dostlarımızı arkadaşlarımızı göremedik. Vakit namazlarına camiye gidemedik. Sıkıldığımızda dışarı çıkıp gezemedik. Spor yapamadık, hiç olmazsa çıkıp yürüyebilseydik. Evde kalmak corona için önemli bir tedbirdi, anladık ve uyduk zaten. Sabır, sebat, tahammül ve metanet değerli kazanımlarımızdı. Fakat bahar günlerinde evlerimizin dört duvarı arasında sıkışıp kalmak da çok zordu doğrusu. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder