26 Mayıs 2018 Cumartesi

26 Mayıs 2018 Cumartesi 18:30 İŞ DOKTORU ............................Yönetsel etik

Yönetsel etik
Yönetsel bir davranışın değerli ya da değersiz olması yapana, bakana ve etkilenene göre değişir. Tıpkı iyi ya da kötü olması gibi.
Bazılarına göre iyi olan “amaca ulaşmak” tır. Bazılarına göre “doğruluk”, bir kısmına göre de sonuçtan alınan “haz” dır.  Bu tartışma, insanların değer yargılarının yönetsel alanda karşı karşıya gelmesinden kaynaklanmaktadır.
Yönetsel etik, etiğin temel problemi olan iyi ve kötü ayrımının ortaya çıkarılmasını amaçlar. Yöneticilerin iş görenlere ve işin kendisine karşı tutumlarını irdeler. Bu alanda da iyi ve kötüyü sınıflandırmaya çalışır. Böylece yönetici tutumlarının “nasıl olması gerektiğini” ve “nasıl olmaması gerektiğini” belirlemeye çalışır.
Zira, toplumsal oluşumlarda ve iş süreçlerinde yaşanan değişim, yöneticileri daha fazla etik sorunla karşı karşıya bırakmaktadır. Bu yüzden yöneticilikle ilgili etik ilkelerin oluşturulması son yıllarda  önem ve öncelik kazanmıştır. Ancak bu çabalar son derece dinamiktir ve sonu yoktur.
Örneğin belirli bir dönem “iyi” olarak belirlenmiş olan etik ilke sonradan bu özelliğini yitirebiliyor. Dolayısıyla yöneticinin kendi yönetsel etik ölçütlerini geliştirip içselleştirebilmesi, sürekli bir şekilde davranışlarını güncelleştirmesi gerektirmektedir.
Bugün için bir yöneticinin uyması durumunda onu değerli kılacak bazı etik ilkeler şöyle sıralanabilir;
·              Dürüst olmak
·              Doğru ve açık sözlülük
·              Adil olmak
·              Sorumluluk sahibi olmak
·              Hoşgörülü olmak
·              İnsan sevgisi ve insana saygı mefhumlarını benimsemiş olmak
·              İnanç (Din, mezhep), ırk, cinsiyet ayrımı yapmamak
·              Hukuka, yasalara ve mevzuata uygun hareket etmek
·              İş görenlerin emeğinin hakkını teslim etmek
Kuşkusuz buna karşılık bir yöneticinin kesinlikle yapmaması lazım gelen şeyler de vardır;
·              Rüşvet almak
·              Adam (İltimas), Akraba (Nepotizm), Eş-dost (Kronizm) ve Siyasal         
               (patronaj)kayırmacılık
·              İrtikap (Haraç, zorla yiyicilik )
·              Zimmet ve ihtilas
·              Ayrımcılık,
·              Yıldırma, korkutma, şiddet, baskı, saldırganlık, işkence
·              İhmalkarlık
·              İstismar (Sömürü)
·              Egosantrizm (Ben merkezcilik)
·              Yaranma, dalkavukluk
·              Hakaret ve Küfür
·              Bedensel ve cinsel taciz
·              Kötü alışkanlıklar
·              Görev ve yetkinin kötüye kullanımı
·              Dedikodu yapmak
·              Dogmatik davranış, bağnazlık
Yönetsel etiğin olumlu tarafı, ahlaki anlamda iyi ve pozitif yönlerin, örgütsel amaçlara ve örgüt kültürüne yansımasıyla oluşur.  Aslında, pratikte yönetsel etikten anladığımız bu yanıdır. Yani olması istenen, faydalı ve doğru olan yönetsel davranışlar, pozitif ahlaka göre yapılanlardır.
Yönetsel etiğin negatif yönü ise örgütlerde ortaya çıkması muhtemel olumsuz (negatif) bir ahlak anlayışıdır. Böylece, örgütün veya kamu kuruluşunun meşru hukuki zeminlerde belirlenmiş örgütsel amaçlarına günlük ya da ileriye dönük olarak ters düşecek şekilde davranışlar gelişir. Bu da kuruluşu verimsiz ve etkisiz hale getirerek, örgütü işlemez hale getirir. Bunlar bir tür yönetsel iş hastalığıdır.

Ortaya çıktığında yönetim sistemini çürütürler. Hiç şüphesiz toplum ve insan üzerinde etkili olan olumsuz bazı sosyal değişmelerin yönetime yansımasıdırlar.  Nihayetinde yöneticiler aynı toplumun parçası olan bir örgüt içerisinde rol almaktadırlar. Diğer tüm iş görenler de zaten aynı toplumun, kültürün ve değişimlerin etkisi altındadırlar.


Bu da olumlu/olumsuz etkileşimin neden yönetsel etiğe yansıdığını açıklamaktadır.

26 Mayıs 2018 Cumartesi 16:10 HAYATIN İKİ YÜZÜ....................Zıtlıklar sarmalı


Zıtlıklar sarmalı

Hayat iyilik ve kötülük zıtlığı üzerine kurulmuş. Bu farklılık Hz. Adem ve Hz. Havva'dan beri süregelmiş bugüne. 

İlk örnek onların 'yaklaşmayın' uyarısına rağmen şeytana aldanmalarıyla yaşanmış. Habil ile Kabil'in başına gelenlerle devam etmiş.

İyilik/Kötülük zıtlığı aslında her şeyde var. 

Hayat-Ölüm, Gençlik-İhtiyarlık, Sağlık-Hastalık, ak-kara, taze-bayat, akıllı-aptal, cesur-korkak, güzel-çirkin, doğru-yalan, düz-eğri, sert-yumuşak, acı-tatlı, alçak-yüksek, inmek-çıkmak, canlı-cansız, mutlu-mutsuz, sevgi-nefret, erkek-dişi, sıcak-soğuk ve daha binlercesi. Düşündüğünüz, baktığınız ve yaşadığınız her durumda bu farklılıkları görebilirsiniz. 

Çoğu insanla ilgili. Dünyada, kainatta, bilimde ve mana aleminde de bu hal var. Mesela artı eksi kutuplar enerji için olmazsa olmaz zıtlıklar. Atom parçacığının içindeki nötron ve protonlar da öyle. 

Yine mesela insanların tümü farklı farklı huy ve yaratılışa sahip. İnsanların, milletlerin, ülkelerin hepsinin bire bir aynı olması mümkün mü ? Zıtlık ve farklılıklar hayatın iki yüzünü oluşturuyorlar. 

İyilik ve güzellik ekseninde olanlar hayatın pozitif tarafını oluştururken, kötülük ve çirkinlik yanında olanlar ise hayatın negatif yanını, yani olumsuz tarafını oluşturuyorlar.

Ancak hayatın enerjisi sanki kötülük ve iyiliğin, cahillik ve bilgeliğin, karanlık ve aydınlığın, siyah ve beyaz gibi sayısız zıtlığın mücadelesinden doğuyor. Allah'ın hikmeti işte. 

Hayat böyle devam ederken, iyilik ve kötülüğün kendine özgü hikayeleri de hep olacak. İnsan için seçim yapma şansı var. İyi mi kötü mü olacağımıza, bilgeliğin mi yoksa cahilliğin mi peşinden gideceğimize karar vermek bize kalmış. Bu seçim aynı zamanda ne olacağımızı ve nasıl olacağımızı da belirlemiş oluyor.

İyi İnsan; Aklından hiç kötülük geçirmeyen, saf insan değildir.

İyi İnsan; Her şeyin farkında olup, iyiliği tercih edendir.

Tıpkı fıtratındaki kötülüğe rağmen ona galebe çalan iyiliği sebebiyle melaikenin saygısına mazhar olan Adem gibi. Bütün isyan ve yanlışlarına rağmen Allah resullerinin ümit kesmedikleri Ademoğulları gibi. 

Onu en iyi bilen yaratıcısının vahiysiz kitapsız bırakmadığı, esfel-i sâfilîn yani aşağıların en aşağısı olma istidanına karşılık, yine de eşref-i mahlûkât sıfatına layık görülmüş, yaratılmışların en şereflisi ünvanını taşıyan insanoğlu gibi.

Cenâb-ı Hakkın diğer varlıklardan farklı olarak Hazret-i Âdem ve onun neslini zıt tecellîlere mazhar kılması elbet sebepsiz değil. Bizzat yaradan tarafından insanların, aşağıların en aşağısı demek olan “esfel-i sâfilîn” ile yücelerin en yücesi olan “âlâ-yı illiyyîn” arasında, hak ettikleri bir mevkîde bulunmaları murâd edilmiş. Yâni eşref-i mahlûkât olan insan, hem fıtrî sermayesi ve hem de bu sermayeyi hayra veya şerre kullanmaya medâr olan cüz’î irâdesiyle, “bel hüm edal”, yâni “hayvandan da aşağı” bir mevkî ile “melekten bile üstün” bir nokta arasında muhayyer bırakılmış.

Bu ise, kulun gayretine ve fıtratında mevcud olan müsbet ve menfî temâyüller arasındaki mücâdeleden hâsıl edeceği netîceye göre gerçekleşecektir.

Hakîkaten insan nefsi, mahlûkât içerisinde onu hem mükerrem bir mevkîye yüceltebilen, hem de bunun zıddı olarak esfel-i sâfilîne düşürebilen, iki yüzlü bir vâsıta. Islâh edildiğinde hayra; terbiye olunmadığında ise şerre vesîle olma istîdâdına sâhip, âdetâ iki ağızlı bir bıçak hükmünde.

İnsanoğlu yaratılış sınırlarıyla eksikli. Bütün varlığı hakikatiyle görmek ancak kendisine bahşedilmiş olanlara mahsus. 

Aslında yaşam ve ölüm sırt sırta, madde ve mana yan yana, iyilik ve kötülük altlı üstlü, insan ve şeytan yaradılıştan bu yana karşı karşıya.

Gördüğümüz, hissettiğimiz, dokunduğumuz her bir şey aslında var mı yok mu ? Bunu bile tam bilemiyoruz.

Aydınlık ve karanlık dünyamızın iki ana yüzü. Seçtiğimiz, yaptığımız, yaşadığımız şeyin ne olduğunun bilincinde olmak bize kalmış. 

Şairin dediği gibi: 'Her şey akar, su, tarih, yıldız, insan ve fikir; Oluklar çift; birinden nur akar; birinden kir.'

Rabbimiz Ademoğlunu yarattığında meleklerin ve cinlerin büyüklerinden onu tanımaları ve saygı göstermelerini istemiş. Üstünlük iddia eden ve insanı 'yeryüzünde kan dökecek biri' olarak tanımlayan şeytan huzurdan kovulmuş. Süre isteyen şeytan insanoğlununun önünden, arkasından, yanından yaklaşıp onu saptırmaya ve yoldan çıkarmaya ahdetmiş. İşte o günden bu yana bütün taifesiyle birlikte bizimle uğraşıyor. Adeta hayatın öteki yüzünden, karanlıklar ve gölgeler arasından kötülüğü hakim kılmaya, yaymaya çalışıyor.

Biz de yaradılış amacımız doğrultusunda onun iğvalarına aldanmadan, doğru yoldan şaşırmadan ve istikametten sapmadan iyiliğin kirlenmemesi için uğraşıyoruz.  Biz kötülüğü engellemeye, aramıza girmesine müsaade etmemeye çalışırken, o ve tayfası da aksi için içimizde dolaşıyor.

Bu iki dünya bazen karşı karşıya, bazen yan yana, bazen de iç içe verilmiş vadeye doğru akıp gidiyor. Biraz dikkat ederseniz bu mücadeleyi her an, her hal ve her mekanda görebilirsiniz. Mesela gizli-açık, legal-illegal, hak-batıl, iyi-kötü, doğru-yanlış, nur-kir, sevgi-nefret, kavga-barış, tevhid-şirk, polis-mücrim, dost-düşman, Devlet-derin devlet vb…Daha binlerce örnek. Hepsi hayatın iki yüzünün, görebildiğimiz sadece bir kısmına ait örnekler.

İşte biz Ademoğlu böyle bir sırat köprüsünün üzerinden geçip gidiyoruz menzile doğru. Yaralanmamız, berelenmemiz doğal. Tökezlememiz, düşmemiz normal. Ancak sahili selamete sağ salim ulaşmak da yaradılışımızda bize lütfedilmiş nimetlerden. İş ki bizimle birlikte yaratılmış bu iki zıt dünyanın farkında olalım. Kötülüğe direnmiş, iyilikle donanmış insanlar olarak kazananlar arasında finiş çizgisine varabilelim.

23 Mayıs 2018 Çarşamba

23 Mayıs 2018 Çarşamba REİS Gazetesi/sayı60..........................Son Osmanlı


Son Osmanlı

Yaşlı adam genç gazetecinin yanına yaklaştığını fark ediyor ama kımıldamıyor bile. ‘Selamün aleyküm baba !’ deyince başını biraz çevirip duraklıyor ve çatallanmış titrek bir sesle “Aleyküm selam oğul” diyor. 

Hayırdır baba sen kimsin, burada ne yapıyorsun?’ Yaşlı adamın dudakları kıpırdıyor ama sesi çıkmıyor. Nihayet “Ben...Ben…” diyebiliyor titreyen bir sesle.

Sonrası bir asker tekmili gibi dökülüyor ağzından. "Ben, Osmanlı Ordusu, Yirminci Kolordu, Otuz Altıncı Tabur, Sekizinci Bölük, On Birinci Ağır Makineli Tüfek Takımı Komutanı Onbaşı Hasan’ım.” Sesinde titreme kalmıyor, dimdik durup tekrarlıyor: "Ben Iğdırlı Onbaşı Hasan’ım.”

“Bizim bölük Cihan Harbi’nde Kanal Cephesi’nde İngiliz’e yenildi. Geri çekilmek elzem oldu. Ecdat yadigârı topraklar bir bir elden gitti. İngiliz, Kudüs’e dayandı, şehri işgal etti. Biz de Kudüs’te artçı bölük olarak bırakıldık” diyor. “Bölükteki kardeşler teker teker Cenab-ı Hakk’ın rahmetine kavuştu. Bir ben kaldım buralarda. Koca Kudüs’te bir Onbaşı Hasan !” diyor. Alnından akan ter, gözyaşlarına karışıyor bu arada. 
























22 Mayıs 2018 Salı

22 Mayıs 2018 Salı 14:30 GÜLÜMSETEN KELİMELER..........................Prışiklenmek, Evecek, Kukumav kuşu,


Prışiklenmek !

Sözlükte bulamadığım bir kelime. Galiba sadece hanımın lugatinde var.

Biraz iz sürüp Azericede 'prişik' kelimesi olduğunu öğrendim ama maalesef türkçe anlamını bulamadım.

Yine hanımın sözlüğüne dönersek 'Prişik' yaşanan andan kendine göre mana çıkaran, kolayca darılan, kırılan kişi anlamına geliyor.

Biraz vehimli, yerli yersiz vesvese yapan arıza bir tip bu belli ki. Belki de hanımlar arasında daha anlamlı bir kelimedir. :) Malum ya konuşmadan da yapamazlar, konuşunca da ondan neler neler çıkarırlar...


Evecek bizim çevremizde tezcanlı, aceleci ve heyecanlı kişiler için kullanılıyor. Çoğu zaman acul davranışlarıyla komik hale düşen insanlar bunlar.

Evecek sözlüklere göre 'aceleci, çabuk' anlamına geliyor. Tezcanlı insanlar için kullanılan bir tabir.

Eş anlamlı aceleci sıfatı; tez iş gören, çabuk davranan, canı tez, farfara, fırtına gibi, içi tez, ivecen, iveğen, kıvrak, sabırsız, tez canlı, telaşlı, acul bir çok benzer hali ifade eden bir kelime.

Kökeni muhtemelen 'ivmek (ya da evmek)' kelimesine dayanıyor. Çabuk davranmak anlamına gelen bir eylem. Sözlük anlamı da zaten 'acele etmek, çabuk davranmak, acele ettirmek, istical etmek' miş. Bazı sözlüklerde 'Çok istemek' olarak da geçiyor.

Sevan Nişanyan'a göre 1073 tarihli Divan-i Lugati't-Türk'te "er iwdi [adam acele etti]; kişiler ışḳa iwişdi [halk bu şeyde telaş etti]" şeklinde geçiyormuş.

Hamit Zübeyr & İshak Refet, Anadilden Derlemeler, 1932'e göre ivegen (ivecen) kişi; 'acūl yani acele eden' kişi anlamına geliyor.

Mesela 'İven kız ere varmaz, varsa da baht bulmaz' atasözü aceleci davrananların ve düşünmeden hareket edenlerin verdikleri kararlar sağlıksız olur anlamına geliyormuş.

Yine TDK, Türkçe Sözlükte 'ivme' kelimesi hareket halinde bulunan bir şeyin (...) hızında meydana gelen artımın zamana oranı, 'iv' kökü ise hızlı gitmek, acele etmek olarak açıklanmış.


Tez canlılık kimi zaman olumlu sonuç verse de, çoğunlukla can sıkıcı ve komik biçimlerde de noktalanabiliyor. Bu kişilerin sabırsız karakterleri, her istediğinin bir an önce olmasını ister. Ancak istediği olmadığında da hevesinin kaçması, küsmesi ve çabuk vazgeçmesi olağandır.


Kukumav kuşu aslında baykuşgillerden ufak, sevimli bir baykuş türü. Akdeniz havzasında en yaygın yırtıcı kuşlardan biri. Kuzey Afrika’da bile kukumava rastlanıyormuş. Yalnız bu sevimli kuş birçok ülkede uğursuzluk habercisi diye biliniyor. Muhtemelen guguk kuşu gibi ötüşünden dolayı kendisine bu ad verilmiş olsa gerek. 



Başka bazı ülkelerde de aksine insanların sevgilisi durumundaymış. Mesela Filistin’de uğurlu sayılmakta, iyi muamele ve bakım görmekteymiş.


Evcil küçük kukumavlar İtalyanların en sevdikleri ev hayvanları arasındaymış. Evde ve bahçede çok kere serbestçe dolaşmakta ve gezdikleri yerlerdeki sıçanları, sümüklüböcekleri ve benzeri zararlı yaratıkları avlarlarmış. Bu yüzden kasabalarda sokakta çalışan kundura tamircisi, terzi veya çömlekçi gibi esnafın yanında çok kere bir sopaya bağlanmış vaziyette bir, iki evcil küçük kukumav bulunurmuş.

Aslında sempatiyi hak eden sevimli bir yaratık o. Öbür baykuşlar kadar ışıktan ürkmediği için gündüz vakti de normal yaşamına devam ediyor. Kendine kaya duvarlarındaki bir oyuk, eski binalarda taşların altı, bir ağaç kovuğu, ya da bir tavşan ini gibi uygun bir köşede barınabiliyorlar. 

Türkçemizde yapayalnız, tek başına, kimsesiz anlamına geliyor. Çok üzüntülü bir durumda düşünmek 'kukumav kuşu' davranışı olarak görülüyor. 

Sessiz, sakin, hic birşey yapmayan öyle boş boş bakınan insanlara yakıştırılmış bir de. Belki de boş gezenin boş kalfası deyiminin kuşlar diyarında kuşça yorumlanmış halidir kimbilir :)

"Şalaka gibi" dedi, sordum nedir o ? "Küçük kalmış anlamında" dedi. 


Böyle kelimeler bana biraz komik geldiği için yetinmedim araştırdım. 'Şalak' Tokat yöresinde kullanılan yerel bir kelime imiş. Büyümemiş olgunlaşmamış karpuz, kavun, kelek, ham kabak, Tohumluk hıyar, domates, Kartlaşmış, tohuma kaçmış anlamlarında kullanılıyormuş. 

Ayrıca; Büyüyememiş dana, tosun, Hantallaşmış, irileşmiş, değersiz, olgunlaşmamış kişi, Üstü başı kirlenmiş erkek çocuk, Aptal, Huysuz, Arsız, Geveze, Pisboğaz ve obur kişiler için de 'şalak' denirmiş. Bir de elbise etek baskısına. 

Aynı kökten geldiği anlaşılan 'Şalaka urmak' deyimi de var ki o da 'Tekme atmak, şaplak urmak' manasında kullanılıyormuş.

Demek, Balıkesir yöresinde de kullanıldığı anlaşılan bu kelime 'Şalak' tan türeyip 'Şalaka' şeklinde tanım amaçlı özel haliyle dilimize yerleşmiş. Küçük kalmış, büyümemiş, olgunlaşmamış, ufak şeyler için söyleniyor. Belki biraz marjinal ama yine de varlığını hala sürdüren komik kelimelerden.

22 Mayıs 2018 Salı 02:00 İŞ DOKTORU .....................................İş hayatında stres

İş hayatında stres

Bir iş ortamının bizzat kendisi ya da kaprisli ve kişiliksiz bir yönetici çalışan için stres kaynağı olabilir. Ama kişinin stresi kendisinden de kaynaklanabilir.

Örneğin, ailevi sıkıntılar, geçim problemi, yaş durumu, eğitim düzeyi, bilgi seviyesi gibi konular kişiyle birlikte iş ortamına taşınabilirler.

Stresin birçok belirtisi vardır. Bu belirtilerden en önemlileri “yüksek kan basıncı, hızlı kalp atışı, kaslarda gerilim ve titreme, uykusuzluk, midede kramp ve bulantı, baş ağrısı, baş dönmesi, aşırı yorgunluk, bitkinlik, göğüs ağrısı, ağız kuruması, zayıflık, aşırı terleme, zor nefes almak, bağırsakların bozulması ve dişlerin sıkılması” olarak sayılabilir.

Toplum hayatında olduğu gibi iş ortamında da adaletsizlik bir stres kaynağı. Zira adalet kavramı devlet ve toplum hayatının olduğu kadar kişilerin ruh sağlıklarının da temelidir. 

Adaletsizlik, ister toplum hayatının genelinde, isterse yönetimsel ilişkilerin temelinde yıkıcı ve sarsıcı etki yapar. 

Böyle bir uygulamaya muhatap olan kişi, hakkını alamadığı ya da adaletin tecellisini göremediğini düşündüğünde kendisini için için yer bitirir. Sıkıntısını, uğradığı haksızlığı etrafına sık sık anlatır ki, bu durum önemli bir stres nedenidir.

Bir başka stres nedeni de ücret eşitsizliğidir. Bir çalışan, ister memur olsun ister işçi  en temel isteği ve beklentisi hakkı olan ücreti alabilmektir. Bu temel ihtiyaca uyulmazsa, memur Devlet’e, işçi Patronuna küser ve bu küskünlük yeri gelir içe kapanmaya ve kendince protestoya dönüşür. Bu da bir tür stres halidir.

Özünde kişiler hesap vermekten hoşlanmaz. Üstelik insan psikolojisinde, hataları kabullenmeme, kendisini devamlı haklı görme ve hataya mazeret arama vardır. İlave olarak denetim, teftiş, soruşturma, inceleme vb. haller soğuk ve ürkütücüdür. 

Nihayetinde geçmişe dönük olarak yapılanların hesabının verilmesi, gerektiğinde cezalandırılmak vardır. Yani, başlı başına bu olgu bile, denetim elemanından ayrı olarak, korku ve baskı nedeni oluşturur. Hele, bir de verilemeyecek hesap, yapılan bilinçli yanlışlıklar varsa, bu korku ve baskı paniğe dönüşür.

Çalışan ya da yöneticinin özel hayatında sorunlar olabilir. Kişi toplumsal ilişkilerde ve statüsünde kendisini başarısız görebilir. Bu durum zaten iş dışında da kendisini stresli yapar. 

Doğal olarak bu hali işine de yansıyacaktır. Bundan etkilenecek diğer çalışan ya da yöneticiler de olacaktır. 

Bu durumdaki her kişi iş ortamına yansıttıkları streslerinden dolayı gittikçe artan bir elektrik yüküne neden olacak, kendileri de bu olumsuz havadan fazlasıyla etkileneceklerdir. 

Peki, kaynağı ne olursa olsun stresle baş etmek mümkün müdür ? Bu sorunun cevabını bilim insanları iki ana eksende veriyorlar: Kişisel Geliştirme ve Mesleki Geliştirme. 

Kişisel Geliştirme Faaliyetleri kapsamında, çeşitli sosyal aktiviteler ve sportif faaliyetler önemli yer tutar. İnsanın düşüncesini ve içe kapanıklığını atacak, enerjisini dışa vuracak sportif etkinlikler ile kermes, konferansa katılma, panel izleme, seyahat etme, tatil yapma gibi sosyal faaliyetler bu başlık altında sayılabilir.

Mesela, bir üst düzey bürokrat, mesai sonrasında niçin futbol oynadığını şöyle açıklıyor: "Maç sırasında bütün yoğunluğu ve gerginliği atıyor, yalnızca bir şey düşünüyoruz; Meşin yuvarlağa vurmak." 

Gerçekten de öyle. İnsan bir maç sırasında her şeyi unutarak, yalnızca oyuna adapte olabiliyor. Böylece en azından maç süresince “ne amir, ne memur, ne evrak ne imza“ hiç birşey düşünülmüyor. 

Bu durum büyük bir rahatlama sağladığı için de bir bakıma rehabilitasyon gibi oluyor.

Devlet memuru ya da çalışan, kendi konusunda bilgisi ve statüsü itibariyle toplumda bir yer kazanmış durumdadır. Özellikle Devlet memuru ya da bürokrat konusuyla ilgili alanda eğitim almış, bu alanda çoğunlukla yüksek tahsil yapmış toplum meselelerine vakıf bir insandır. 

Kısacası, bu nedenle belli bir bilinç ve eğitim düzeyine sahip bir personeli, yukarıdaki kişisel geliştirme faaliyetleri ile tatmin etmek, stresini gidermek her zaman mümkün olmayabilir.

Bundan dolayı, öncelikle mesleki tatmini ve motivasyonu arttıracak başka gelişmelere de ihtiyaç vardır. Bu kapsamda, meslekte ilerleme belli bir plan dahilinde ve adaletle sağlanmalıdır. 

Bir çalışanın bulunduğu alanda sağlayacak fazla bir katkısı olmadığı fark edildiğinde yeni imkanlar ve statüler tanınmalıdır. 

Aksi halde, bir alanda ya da statüde gereğinden fazla sürede çalıştırılan kişinin strese düşmesi kaçınılmazdır.

21 Mayıs 2018 Pazartesi

21 Mayıs 2018 Pazartesi 16:30 ANKARA HASTALIKLARI.............Alman vakıfları

Alman vakıfları

Geçen gün bir tv kanalı İstanbul'un Cihangir semtinde insanlarla ayak üstü konuşuyordu. Biraz izledim.

Bir vatandaş aynen şunları söyledi: "Burası Cihangir. Eskiden buraları Alman vakıfları karıştırırdı. Gezi olaylarının arkasında hep onlar vardı. Şimdi kontrol altındalar. Cihangir de eski cihangir değil artık. Biz her şeyin farkındayız."

Görüyor musunuz ? Vatandaş işi çözmüş. Bu vakıflar yıllardır ülkede cirit atmışlar, her fırıldağı çevirmişler. Acaba Ankara neredeymiş bu güne kadar ? 

Kamuoyu bu vakıfları biraz Bergama köylülerinin direnişinden, biraz Hasankeyf'ten, biraz da HES'lere olan itirazlardan biliyor. Son olarak 2002'de öldürülen Doç. Dr. Necip Hablemitoğlu'nun çalışmalarından duymuştuk. 

Hablemitoğlu, Türkiye'deki gizli Alman faaliyetleri üzerine ciddi araştırmalar yapan önemli bir bilim insanıydı. Bir çalışması da Alman gizli servisi BND'nin Türkiye'deki faaliyetleri üzerineydi. 

BND'nin Alman vakıfları üzerinden PKK ve birçok yıkıcı ve bölücü örgüt ve derneklere finansal kaynak sağladığını dile getiriyordu.

Anlaşıldığı kadar Alman NGO'larının Türkiye'deki ilk sıçrama noktası Beyrut merkezli Morgenlaendische Gesellschaft'a bağlı Orient Institut'un İstanbul Şubesi ve Goethe Enstitüsü 

Türkiye'de faaliyet gösteren Alman vakıf ve enstitüleri, gerçekte Alman İstihbarat Servisi BND'nin kontrolünde çalışan, tüm masrafları Federal Bütçe'den karşılanan 'taşeron' NGO'lar.

Almanya'nın en büyük partilerinden biri olan Hıristiyan Demokratik Birliği-CDU Konrad Adenauer Vakfı'na, Yeşiller ise Heinrich Böll Vakfı'na sahip.

Aynı şekilde, Sosyal Demokrat Parti-SPD'nin Friedrich Ebert Vakfı, Hür Demokrat Parti-FDP'nin Friedrich Naumann Vakfı da aynı statü içindeki vakıflar.

2008 yılı Ekim ayında TBMM olarak Almanya'ya resmi bir ziyaret yapılmıştı. Heyette bir başkan vekili, idare amiri, katip üye ve bazı milletvekilleri vardı. Biz meclis yönetici ve uzmanları olarak heyete dahildik.

Berlin'de Alman parlamentosunu ziyaret ettik, genel sekreter bize bir öğle yemeği verdi. Alman parlamenterlerin bir komisyon toplantısına katıldık. 

Sonraki günlerde bazı sendika ve vakıflara götürdüler bizi. Götürdükleri vakıflardan biri Hristiyan Demokratların CDU Konrad Adenauer Vakfı ile Sosyal Demokrat Partinin SPD Friedrich Ebert Vakfı'ydı.

Gözlemim şu oldu; Adamlar ülkemiz hakkında oldukça hazırlıklıydılar ve bizimle çok ilgiliydiler. 

Sorularımız oldu, bunları bizim kan damarlarımızdaymış gibi ustalıkla cevaplandırdılar. 

Çok da rahat ve kendilerinden emin görünüyorlardı. O zaman bu vakıfların Türkiye'de eli kolu olduğuna kesinlikle emin olmuştum.

Devlet işi çok garip. Haini, provokatörü, ajanı biliyorsun ama gereğini yapamıyorsun, siyaset icabı el sıkışıyorsun. Üstelik birlikte yiyor içiyor, karşılıklı iltifatlarda bulunuyorsun. 

Dahası da var, bu 'kimin eli kimin cebinde oyunu' büyük devlet olmanın da tabii icabı görülüyor. Bile bile bu virüsler seni zehirliyor, altını oyuyor, sense mukabil bir şey yapacaksan kırk kere düşünüyorsun.

Aradan zaman geçti 2013 yılı Mayıs ayı sonlarında birdenbire gezi olayları başladı. Bir ay içinde o hale geldi ki neredeyse hükümeti devirmekten söz etmeye başlamışlardı. Neyse ki Başbakan R.Tayyip Erdoğan cesaretle kalkışmayı göğüslemiş ve inisiyatif göstererek başkaldırı önlenmişti.

Aradan beş sene daha geçti. Ne olup da birkaç ağacın sözde türk baharına dönüştürüldüğü üzerinde çok kafa yoruldu, çok konuşuldu ve yazıldı. 

Bugün artık biliyoruz ki bu kalkışmanın ardında bizim şer odakları dediğimiz güçler vardı. Onların yurt içindeki ortakları vardı. Bir türlü seçimle işbaşına gelemeyen ama fırsattan istifade etmek isteyen bazı partiler bu olayları kendi çıkarları için kullanmaya kalkışmışlardı. Protestocular sadece onların birer maşasıydılar o kadar.

Kuşkusuz bugün maskesi düşen ve kontrol altına alınan yabancı vakıflar Almanya'nın emperyal geçmişinin bir uzantısı. Bu güne kadar Türkiye'nin kendi yörüngesinde kalması için üst aklın truva atları olarak son derece etkili oldular.

Cihangir'deki durum hakikatse hükümetin bu odaklara karşı sessiz ama etkili bir tavır aldığı anlaşılıyor. İnşallah öyledir. Belki de Almanya'nın son yıllarda bize karşı huysuzluğu bu gibi tedbirlerden dolayıdır kimbilir. Ama onların bir başka şekilde, başka yollardan ellerinden geleni yapacaklarını da unutmamalı. Üstelik bu namert faaliyetler sadece Almanya cenahından gelmiyor. Bunun İsrail'i var, ABD'si var, İngiltere'si Fransa'sı var. Ve daha bir sürü şer kaynağı…

Dileriz Ankara, yaşadıklarının derin tecrübesiyle her daim uyanık, ferasetli ve akıllı olur. Bu hastalıklara karşı etkili mücadeleyi günlük anlayışlarla değil, hiç sonu gelmeyecek bir dirayetle sürdürür.

20 Mayıs 2018 Pazar

20 Mayıs 2018 Pazar 01:30 NE DÜŞÜNÜYORUM.................................Iğdırlı Hasan Onbaşı


Iğdırlı Hasan Onbaşı

Bin yıldır Anadolu topraklarındayız. Burası bizim ana vatanımız. Ama, Filistin de bizim, Kafkasya da. Balkanlar da bizim Mezopotamya da. 

Onlarla kader birliğimiz, yol arkadaşlığımız, kan ve iman kardeşliğimiz var. Hatta bizim ufkumuz o kadar geniş ki  dünyanın neresinde kardeşimiz varsa orası bizim de yüreğimizin bir parçası. Gönül coğrafyalarımız. 

Bu yüzden deriz ki; Mekke Medine ne kadar kutsalsa bizim için Kudüs de öyledir. Bosna'da, Buhara da Bağdat da Şam da İstanbul kadar sevgilidir bizim için. Oralardaki acılar da içimizi dağlar, en az Anadolu’da yaşadıklarımız kadar.

Geçtiğimiz günlerde İsrail Kudüs'te altmışın üstünde Filistin'li kardeşimizi katletti. Ü bin civarında yaralı var. Dünyanın gözünün önünde silahsız göstericilere kurşun sıkmak ancak bu zalimlere yakışıyor. O kadar insanlıktan uzaklar ki yaralıların bile ülkemize getirilmesine izin vermiyorlar. 

Evet, "Katil İsrail ! Ve onun suç ortağı ABD ! 61 Filistinli müslümanın şehadetinden ve üç bine yakın yaralıdan birlikte sorumlusunuz. Dünyanın gözünün içine baka baka eğlenerek Kudüste elçilik açılışı yaptınız. 70 km. ilerde topraklarını elinden aldığınız silahsız mağdur Filistinliler sizi protesto ediyordu. Onlara gerçek mermilerle ve orantısız bir güçle saldırdınız. Yaptığınız insanlık dışı katliam sebebiyle sizi şiddetle kınıyorum." 

Duy sesimi israil bu şiirim sanadır / Güç ile cana kıymak yoksa eş anlam mıdır / Gün olur devran döner ahı tutar mazlumun / İşte o gün aynalar vahşetini yansıtır. (Emrah Akkan)

"Filistin yalnız değildir. Siz eli kanlı ve zalim katiller oldunuz, onlar mazlum ve haklı. Dünya, insanlık ve tarih önünde böyle anılacaksınız."

"Yaşasın ezeli ve ebedi ulu önderimiz Hazreti Muhammed'e olan sarsılmaz bağlılığımız. Kalbimin bir yarısı Mekke, diğer yarısı Medine; üzerinde bir tül gibi Kudüs vardır." Nuri Pakdil

Siz tam 65 sene Mescid i Aksâ'da nöbet tutan Iğdırlı Hasan onbaşının adını duydunuz mu ? 

Ben de bilmiyordum. Ta ki gazeteci Murat Bardakçı’nın babası İlhan Bardakçı’nın Kudüs'te yaşadığı oldukça hüzünlü bir hatırayı okuyana kadar.

İlhan Bardakçı 1972 senesinde genç bir gazetecidir. Türkiye’den bazı siyasiler ve iş adamları ile birlikte resmi bir ziyaret için İsrail’e giderler. Bu günlerde olduğu gibi sıcak bir mayıs akşamıdır.

Ziyaretin dördüncü günü heyete tarihi ve turistik yerleri gezdirmeye başlarlar. Kafile olarak Mescid-i Aksa’ya gidilir. Genç gazeteci heyecanlıdır. Asırlık merdivenlerden yukarı, üstteki avluya çıkarlar. Yavuz Sultan Selim Han ve koca Osmanlı ordusu Kudüs’e gelince bu avluda on iki bin şamdan mum ışığında yatsı namazını kılmış. Bu yüzden adı ‘on iki bin şamdanlı avlu’ kalmış.

Avlunun kenarında biri dikkatini çekmiş İlhan Bardakçı’nın. Doksan yaşlarında, üzerinde kendinden daha yaşlı bir asker üniforması olan bir adam. Üniformasının her yanı yama içindeymiş. Hatta bazı yamaların tekrar tekrar yamalandığı görülüyormuş. Orada öyle ayakta bekliyormuş. Hafif kamburu olmasa dimdik duracakmış. Çok yaşlı olmasına rağmen iki metreye yakın boyu ile oldukça vakur görünüyormuş. Şaşırmış gazeteci; ‘Acaba bu adam bu sıcakta güneş altında neden dikilip duruyor ?’ demiş içinden.

Dayanamamış sormuş: "......Ben kendimi bildim bileli her gün buraya gelir. Akşama kadar bekler. Ne kimseyi dinler, ne de kimseyle konuşur. Sadece bekler, delinin teki herhalde......" demiş rehber. İkna olmamış, bu yaşta bu sıcakta sebepsiz beklenmez diye düşünmüş gazeteci.

Adama daha dikkatli bakmış. Bembeyaz sakalı hafiften titriyormuş. Ama rüzgardan mı, senelerin yüklediği ağır yükten mi bilememiş. 

Kafasında eski bir kalpak varmış. Bir süre konuşmakla konuşmamak arasında kararsız kalmış.

Yaşlı adam genç gazetecinin yanına yaklaştığını fark etmiş ama kımıldamamış bile. ‘Selamün aleyküm baba’ deyince başını biraz çevirip duraklamış ve çatallanmış titrek bir sesle “Aleyküm selam oğul” demiş yaşlı adam. Cesareti artmış gazetecinin: ‘Hayırdır baba sen kimsin, burada ne yapıyorsun?’ demiş. Dudakları kıpırdıyor ama sesi çıkmıyormuş. Nihayet “Ben...” diyebilmiş titreyen bir sesle.

Sonrası bir asker tekmili gibi dökülmüş ağzından. "Ben, Osmanlı Ordusu, Yirminci Kolordu, Otuz Altıncı Tabur, Sekizinci Bölük, On Birinci Ağır Makineli Tüfek Takımı Komutanı Onbaşı Hasan’ım.” Sesinde titreme kalmamış. Dimdik durup tekrarlamış: "Ben Iğdırlı Onbaşı Hasan’ım.”

“Bizim bölük Cihan Harbi’nde Kanal Cephesi’nde İngiliz’e yenildi. Geri çekilmek elzem oldu. Ecdat yadigârı topraklar bir bir elden gitti. İngiliz, Kudüs’e dayandı, şehri işgal etti. Biz de Kudüs’te artçı bölük olarak bırakıldık” demiş. Osmanlılar, İngiliz girinceye kadar geçen zaman içinde mübarek belde yağmalanmasın diye oraya bir artçı bölük bırakmışlar. Zaten İngilizler de Kudüs’ü işgal ettikleri zaman halk çok tepki göstermesin diye küçük bir Osmanlı birliğinin şehirde kalmasını istemişler.

Yaşlı adam yılların suskunluğu ile bir gayret anlatmayı sürdürüyormuş: "Bizim artçı bölük elli üç neferdi. Mütarekeden (Mondros Ateşkesi) sonra ordunun terhis edildiği haberi geldi. Başımızda kolağamız (yüzbaşı) vardı. ‘Aslanlarım, devletimiz müşkül vaziyettedir. Şanlı ordumuzu terhis ediyorlar, beni İstanbul’a çağırıyorlar. Gitmem gerek, gitmezsem mütareke emrini çiğnemiş, emre itaatsizlik etmiş olurum. İçinizden isteyen memleketine avdet edebilir, ama beni dinlerseniz sizden tek isteğim var: Kudüs bize Sultan Selim Han Hazretleri’nin yadigârıdır. Siz burada nöbeti sürdürün. Sonra halk ‘Osmanlı da gitti, bundan sonra bizim halimiz nice olur!’ demesin.

Fahri Kâinat Efendimiz’in ilk kıblesini Osmanlı da terk ederse gâvura bayramdır. Siz, İslam’ın şerefini, Osmanlı’nın şanını ayaklar altına aldırmayın.’ dedi. Bölüğümüz Kudüs’te kaldı. Sonra upuzun yıllar bir anda bitiverdi. Bölükteki kardeşler teker teker Cenab-ı Hakk’ın rahmetine kavuştu. Düşman değil de yıllar biçti geçti bizi. Bir ben kaldım buralarda. Bir ben, koca Kudüs’te bir Onbaşı Hasan !” demiş. Alnından akan ter, gözyaşına karışıyormuş. Konuşmaya devam etmiş: “Sana bir emanetim var oğul, nice yıldır saklarım. Emaneti yerine teslim eden mi?” demiş. ‘Elbette’ demiş gazeteci.

Sanki Türkiye’ye haber göndermek için birini bekliyormuş. “Anadolu’ya vardığında yolun Tokat sancağına düşerse Mescid-i Aksa’ya beni nöbetçi bırakıp burayı bana emanet eden kolağam Mustafa Kumandanımın yanına git. Ellerinden benim için öp ve de ki: ‘Kudüs’ü bekleyen 11. Makineli Takım Komutanı Iğdırlı Onbaşı Hasan o günden bu yana bıraktığın yerde nöbetinin başındadır. Nöbetini terk etmedi, tekmili tamamdır hayır dualarınızı beklemektedir kumandanım de.”

Genç gazeteci “Tamam” demiş ama gözyaşlarını gizleyemiyormuş. Dediklerini not aldıktan sonra yaşlı askerin nasırlı ellerine sarılıp öpmüş..öpmüş…”Allah’a emanet ol baba” demiş son kez. “Sağ olasın oğul” diye cevap vermiş Iğdırlı Hasan Onbaşı. “Bizim için dünya gözü ile o mübarek Anadolu’yu görmek mümkün değil. Var sen selam götür tanıdık tanımadık herkese” demiş.

Kafileye geri dönmüş gazeteci. Rehbere durumu anlatmış, inanamamış tabi. Adresini vermiş, bu askeri takip etmesini, lazım gelirse mutlaka haber etmesini istemiş. 

Türkiye’ye gelince de verdiği sözü yerine getirmek için Tokat’a gitmiş.  Askerî kayıtlardan Kolağası Mustafa Efendi’nin izini bulmuş, ama ne yazık ki o da vefat edeli yıllar olmuş. Yaşlı askerin tekmili yerine ulaşamamış.

On yıl sonra 1982’de bir gün ajansa geldiğinde bir telgrafı olduğunu söylemişler. Rehberden gelen tek cümlelik telgrafta: “Mescid-i Aksa’yı bekleyen son Osmanlı askeri bugün öldü.”

Evet, bir ömür boyu Mescidi Aksada nöbet tutan şu Muhteşem Osmanlı Askeri bize her şeyi anlatmıyor mu ? Rûhu şâd olsun...

ey filistin / yürekte çarpan / yaralı kuş / sensin. 
budanmış hurma ağacındaki / bu inilti senin sesin / adını unuttuğumuz / cümlerin köklerine / alfabesini veren / senin nefesin. 
ey filistin / söcüklerin yaprağındaki / özgürlük ağacı.. 
bir damla eksilmekle / kurumaz denizin, / kırılmasıyla teki kolunun / kanadı kırılmaz oğullarının. 
oğuların ey filistin, / budanmış bir ağacın / damarındaki sıcaklık / tekrar dirilten bedenleri. 
ey filistin! / oğuların / ekilmesiyle bir gözün / toprağa, / bütün ölüler / görmeye başlar. 
bir damla kanınla / yüzyılların azığını / alır direniş. 
bir kaç kelimenle / sözlükler ayaklanır / içimizde. 
namlusunda bakışlarının / bedenleri çürür / tankların. 
ey filistin! / yeryüzünün göğü, / vagonu baharın / menekşelerden. 
ey filistin! / yürekte çarpan / sensin. 
budanmış hurma ağacındaki / bu inilti / senin / ey filistin!  (Palo Keko)

Bizim ulu bir çınar gibi duruşumuz Bosna’ya da yetmektedir, Kudüs’e de. Bu coğrafyadaki nöbetimiz sade bize değil, bütün mazlumlara, tüm İslam ümmetine gölge olmaktadır. Bizim böyle bir kaderimiz var ve bu sancağın nöbeti ilelebet sürecektir.