18 Haziran 2014 Çarşamba

161 11 Haziran 2014 Çarşamba 08:34 GEZİ REHBERİ ........................Osman’ın rüyası; Söğütten Viyana kapılarına

Işık durakları

Osman’ın rüyası; Söğütten Viyana kapılarına




Söğüt’e ilk gidişim üniversite öğrenciliğim sırasındaydı. Bir grup arkadaşımla kuruluş şenliklerine katıldık ve Şeyh Edebalı Türbesini ziyaret ettik. Sıradan bir geziydi.  Kuşkusuz Osmanlı devletinin doğduğu yerleri görmek, tarihi yaşamak etkileyiciydi. 

Ama, ne Şeyh Edebalı’yı [1]yeterince tanıyordum, ne de kuruluşu oluşturan manevi dinamiklerden haberim vardı. O yıllarda peş peşe gelen iki dalga o türbeyi gözümde olağanüstü bir konuma yükseltti. Tarık Buğra’nın “Osmancık” kitabını okumuştum ve hemen ardından zamanın TRT dizisi “Kuruluş” gelmişti. 

Artık Söğüt’te, kayaların üzerine, adeta bir kartal yuvası gibi duran o türbe benim için sadece taştan, tuğladan yapılmış bir bina değildi. Öyle gibiydi ama, orada yaşanan bir rüyayı, göğe yükselip dalları dört kıtaya ulaşan o ulu çınarı, onu besleyen muhteşem kökleri artık görebiliyordum.

Osman, Ertuğrul Gazinin en küçük oğluydu, adına Osmancık derlerdi. Beylikten, devlet işlerinden ilgisiz ele avuca sığmaz bir çocuktu. Serpilip delikanlı olunca da alabildiğince özgür bir yaşam sürdü. Yiğit, gözü kara, adeta gönüllü bir akıncı gibiydi. Gerektiğinde vurur, dağıtır geçerdi. Bu yüzden de Bizans’lılar ona “Kara Osman” lakabını takmışlardı. 

Lakin babası Ertuğrul Gazi vefat etmiş, yerine bir bey seçilmesi gerekiyordu. Osman başta rahattı, nasıl olsa abisi Savcı ondan daha olgun, oturaklı bir adamdı. Ancak, ibre bazen ona dönüyordu ve bu da onu huzursuz etmişti. Sığınacak sakin, dingin bir liman arıyordu bu yüzden. Yeni tanıştığı bir adama, yörenin ahi şeyhi Edebalıya gider olmuştu sık sık. Sohbetine katılıyor, zaviyesinde misafir kalıyordu.

Rivayete göre, yine böyle bir gece, rüyasında Şeyh Edebali'nin göğsünden çıkan bir ayın kendi göğsüne girdiğini ve oradan da ulu bir çınarın bittiğini görmüştü. Bu öylesine büyük bir ağaçtı ki, dalları gökleri, kökleri tüm dünyaya sarmış, gölgesi bütün yeryüzünü tutmuştu. Altından birçok coşkun nehir akıyor, insanlar o ağacın gölgesinde toplanıyorlardı. 

Sabah olup rüyasını anlatınca, Edebalı rüyayı şöyle tabir etmişti: "Sen, Ertuğrul Gazi oğlu Osman ! Babandan sonra bey olacak ve kızım Malhun Hatun ile evleneceksin. Benden çıkıp sana gelen nur budur. Sizin soyunuzdan nice padişah gelecek ve bir çok devleti bu çatı altında toplayacak. Ey Oğul ! Hak Teala sana ve soyuna hükümranlık verdi, mübarek olsun. Kızım Malhun Hatun da senin helalindir.” 

Osman’ın aklı karışık. Devlet ve siyaset işleri onu tedirgin ediyor. Bir ağırlık çöküyor omuzlarına. Bir gece Edebalı’yı dinlerken, açık gökyüzüne ve milyarlarca yıldıza bakıyor uzun uzun.”Ne kadar uzaklar…” diye dile getiriyor çaresizliğini. Edebalı’nın sözleri ise ona adeta bir vizyon çiziyor: “ Ey Osman ! Yıldızlar ne kadar uzak deme. Ne kadar yakın de ki dünya avucuna gelsin !” 

Gerçekten de öyle oluyor. Osman uzakları yakın eden o bakışla devleşiyor. Onu önce bey sonra da Osman gazi yapan şey de işte bu inanç oluyor zaten. O yüzden benim için altı asırdan fazla devam edecek olan bir Cihan İmparatorluğu’nun ilk müjdecisidir Şeyh Edebalı.  

O Mevlana ve Hacı Bektaş-ı Veli gibi zamanın büyüklerinin sohbetinde bulunmuş, tefsir, hadis, tasavvuf ve özellikle İslam Hukukunda ihtisas sahibi büyük bir âlimdir, doğru. Ancak, o aynı zamanda sonradan imparatorluk olacak Osmanlı Devleti'nin fikir babası ve manevi mimarıdır da. [2]Fetihten sonra Bilecik Kadılığına tayin edilmiş, böylece ahi teşkilatının reisi ve büyük bir mutasavvıf iken ilk Osmanlı kadısı ve müftüsü de olmuştur.

Uzun bir ömür yaşayan Edebalı’nın 1326 yılında 120 yaşında iken vefat ettiği [3]sanılıyor. Bir vadinin sırtında, kayalık bir tepe üstündeki dergâhının zikir odasına gömülmüş. Bir salon ve iki ayrı odadan ibaret olan türbesi [4]Orhan Gazi tarafından yaptırılmış. Büyük oda mihraplı bir mescit, diğer yandaki oda ise sohbet hane ve misafirhanedir.  Şeyh Edebalı ve yakınlarının bulunduğu kısımda, yedi büyük, dört küçük sanduka bulunuyor.

Şeyh Edebalı “Toprağa bağlanın... Suyu israf etmeyin… Cömert olun… Ağaç dikin…”  şeklindeki nasihatleri [5]ile at sırtında dolasan Kayı Aşiretini bir hamur gibi yoğurmuş olmalı. “insanı yaşat ki devlet yaşasın” ilkesiyle adeta onlara devlet ve adaletin yolunu açmış. Bu yüzden o benim için, geleceği görebilen ve gösterebilen bir ışık kaynağı gibi. “Ey oğul, artık Beysin!“ hitabı [6]ise sadece Osman Gaziye ve nesline değil, bu güne ve bütün çağlara ışık tutabilecek bir değerde.

Anadolu’ya ışık saçan bir başka durakta buluşmak üzere selam ve sevgi ile…
------------------------------ 
[1] Şeyh Edebali (Şeyh Adabalı veya Şeyh Atası) (1206 - 1326) Osmanlı Devleti'nin kuruluş yıllarında yaşamış bir İslamilahiyatçısı-din bilgini, Anadolu’nun ilk Ahi Şeyhlerindendir. Selçukluların Şeyh’ül İslam’ı Şeyh Sadrettin Konevi ve Mevlana Celaleddini Rumi’nin çağdaşıdır.  Hz. Mevlana gibi, zamanının büyüklerinin sohbetinde de bulunmuş. Tefsir, hadis, tasavvuf ve özellikle İslam Hukukunda ihtisas sahibi. zamanının büyük âlim ve velilerindendir Osman Gazi'nin kayınbabası ve hocası, bir anlamda da sonradan imparatorluk olacak Osmanlı Devleti'nin fikir babasıdır.
Edebalı, Horasan’ın Merv şehrinde doğdu. Çocukluğunu Horasan’da geçiren Edebalı Karaman'da başladığı tahsilini Şam'da tamamlamıştır. Hanefi hukukçusu Necmeddin ez-Zahidi’nin öğrencisi oldu. Sadreddin Süleyman b.Ebül-iz ve Cemalettin el-Hasiri gibi devrin büyük bilginlerinden ders almış ve Tefsir, hadis ve özellikle İslam hukukunda uzmanlaşmıştır. Mevlânâ Celaleddin-i Rumi ve Hacı Bektaş-ı Veli gibi, zamanının büyüklerinin sohbetinde bulunmuştur. Şam’dan ülkesine dönünce tasavvufa yöneldi. Baba İlyas halifelerinin ileri gelenlerinden olduğu belirtilmektedir. Eskişehir yakınlarında bulunan İtburnu Köyü’nde bir zaviye kurarak halkı irşada başladı. İlimde derya, amelde yüksek, takva ve verada örnek, mal-mülk sahibi bir zat olan Edebalı, Eskişehir yakınlarında İtburnu denilen köyde yaşar, yaptırmış olduğu zaviyede öğrenci yetiştirir ve halkı irşat ederdi.
Alim, faal, varlıklı, çevresi için örnek teşkil eden bir kişi olan Şeyh Edebali, Eskişehir yakınlarında o zamanki adıyla İtburnu denilen köyde yaşar, yaptırmış olduğu zaviyede öğrenci yetiştirir ve halkı aydınlatırdı. Aşıkpaşazade zaviyesinin hiç boş kalmadığını, Edebalı’nın gelip geçen fukaranın hertürlü ihtiyacını gidermeye çalıştığını, hatta bu maksatla koyun sürüsü bulundurduğunu kaydederler.
[2] Ertuğrul Gazi ve Osman Gazi, kuruluş döneminde ahilerden büyük yardım görmüşlerdi. Özellikle de Anadolu fütüvvet ehli Ahilerle yakın münasebeti olan ve bir Ahi Şeyhi olan Edebalı’dan. Söğüt ve Domaniç yaylaları, Selçuklu Devleti tarafından aşiretine yaylak ve kışlak olarak verilen Osman Bey sık sık Edebalı’yı ziyaret eder, zaviyesinde misafir olarak kalır ve sohbetinde bulunurdu.
[3] Vefatından bir ay sonra kızı, dört ay sonra da damadı Osman Gazi vefat etmiştir.
[4] Türbe, Orhan Gazi tarafından, Eski Bilecik şehrinin kurulduğu vadinin sırtında küçük bir tepe üstüne yaptırılmıştır. Bilecik Edebalı zaviyesine kendisiyle birlikte hanımı,kızı,zamanın büyüklerinden Molla Hattab-ı Karahisar, Şeyh Muhlis Baba ve isimleri bilinmeyen bazı yakınları defnedilmiştir.  Eskiden kubbeli olan fakat Yunanlıların yaptıkları saldırılarla tahrip edilen türbenin üzerine kiremit çatı örtülmüştür. Bir salon ve iki ayrı odadan ibaret olan türbede, büyük oda mihraplı bir mescit, diğer yandaki oda ise sohbet hane ve misafirhane olarak kullanılmaktaydı.
Şeyh Edebalı ve yakınlarının bulunduğu kısımda, tavanı kubbeli bölüm dikdörtgen biçiminde olup burada yedi büyük, dört küçük sanduka bulunmaktadır.
[5] Ahi reisi Şeyh Edebalı kendisini dinleyenlere; “Toprağa bağlanın. Suyu israf etmeyin. Mirasınızın sağlam kalmasına dikkat edin. Veriniz, cömert olunuz elleriniz yumuk kalmasın. İlim sahiplerini koruyunuz. Ağaç dikiniz. Ödünç aldığınızı fazlasıyla iade ediniz. Kuran-ı Kerimi güçlü olmak için okuyunuz. Bağınızı bahçenizi viran bırakmayınız. Hadis ezberleyiniz. Bildiklerini öğretenler unutmazlar. Asıl ölüm ilimden payını almayanlaradır. Faydalı ile faydasızı bilenler bilgi sahipleridir….” der ve tavsiyelerde bulunurdu.
[6] ŞEYH EDEBALİNİN OSMANLI DEVLETİNİN KURUCUSU ve DAMADI OSMAN GAZİYE VASİYETİ; Ey oğul, artık Beysin! Bundan sonra öfke bize, uysallık sana. Güceniklik bize, gönül almak sana.Suçlamak bize, katlanmak sana. Acizlik bize, hoş görmek sana. Anlaşmazlıklar bize, adalet sana. Haksızlık bize, bağışlamak sana...Ey oğul, sabretmesini bil, vaktinden önce çiçek açmaz. Şunu da unutma; insanı yaşat ki devlet yaşasın. Ey oğul, işin ağır,
işin çetin, gücün kula bağlı. Allah yardımcın olsun... Güçlüsün, kuvvetlisin, akıllısın, kelamlısın! Ama; bunları nerede, nasıl kullanacağını bilmezsen sabah rüzgarında savrulur gidersin. Öfken ve nefsin bir olup aklını yener. Daima sabırlı, sebatlı ve iradene sahip olasın! Dünya, senin gözlerinin gördüğü gibi değildir. Bütün  ilinmeyenler, feth edilmeyenler, görünmeyenler, ancak sen faziletli ve ahlaklı olursan gün ışığına çıkacaktır. Ey oğul ! Ananı , atanı say ! Bereket büyüklerle beraberdir.  İnancını kaybedersen , yeşilken çöllere dönersin. Açık sözlü ol ! Her sözü üstüne alma ! Gördüğünü görme ! Bildiğini bilme ! Sevildiğin yere sık gidip gelme ! Ey oğul ! Üç kişiye acı : Cahil arasındaki alime , zenginken fakir düşene ve hatırlı iken itibarını kaybedene. Ey oğul! unutma ki, yüksekte yer tutanlar, aşağıdakiler kadar emniyette değildir. Haklıysan mücadeleden korkma !...

160 12 Haziran 2014 Perşembe 07:01 ZAMAN DURAKLARI ...............Ramazan ayının habercisi; Berat Kandili

Ramazan ayının habercisi; Berat Kandili


Kutlu zaman yolculuğumuzda ışıklı bir durağa daha geldik. 12 Haziran Perşembe günü aynı zamanda beş kıymetli geceden biri olan Berat Kandili. Şaban ayının onbeşinci gecesindeyiz. Bu menzil aynı zamanda onbir ayın sultanı Ramazan ayının da habercisi. Çünkü onbeş gün sonra bir sonraki durağımız oruç ayına, yani kutlu Ramazan ayına girmiş olacağız.

Berat gecesinin, Kur'an-ı Kerim'in Levh-i Mahfûz'dan dünya semasına toptan indirildiği (inzâl) gece olduğuna inanılır. Daha sonra Kur’an, Kadir Gecesi'nde ilk kez ve parça parça Allah Resulüne indirilmeye (tenzîl) başlanmış.

Berat kelimesinin aslı “Berâet` oluyor.  Beraat, sözlüğe göre "aklanmak" demek. Temizlenmek, bir zorluktan çıkmak ve beri olmak anlamında. Kulların günahlarının affı ve temize çıkarılması sebebiyle bu geceye Berat Gecesi denilmiş. İşte mü’minlere bir beraat, bir temize çıkma ve bir aklanma fırsatı daha. Zira Berat kandili, yaratıcının olanca rahmet, lütuf ve mağfiretiyle tecelli ettiği bir gece. Bu gecede bağışlanma kapıları ardına kadar aralık. Müminlerin dualarına icabet edilen, günahların affedildiği, yapılan ibadetlerin kat kat fazlasıyla mükâfatlandırdığı bir zaman durağı. Kullar borçtan kurtuluyor, temize çıkıp ceza veya sorumluluktan beri oluyorlar. Ne güzel...

Peygamber efendimizin (s.a.v) söylediklerinden bu gecede ilâhi rahmetin coştuğunu anlıyoruz. Berat gecesinde bir taraftan kader yazılıyor, adeta ilahi kalem cızırtıları duyulabiliyor. Öbür yanda da kullara günahlarını affettirme, gönüllerinden geçenleri içtenlikle iletebilme fırsatı veriliyor. Bu fırsatı değerlendirip, ondan iyi şeyleri isteyen, kötü şeylerden de ona sığınan insana ne mutlu. Buna karşılık, her tarafına rahmet yağarken bir türlü bu tecelliden istifade edemeyene de ne kadar yazık.

Hiç kuşkusuz insan için her gün, hatta her an önemli. Ancak, işte yıl içinde öyle mübarek gün ve geceler var ki, bunların bizim için sunduğu fırsatları da görebilmek gerek. Bu mübarek gecelerden biri de Berat Kandili. İnanç ve kültür dünyamızda II. Selim'den bu yana minarelerde kandil yakılmasıyla kandil olarak anılagelmiş.

Kaynaklarda bize bu gecenin beş temel özelliği olduğu aktarılıyor. İlki, önemli işlerin seçim ve ayırımının yapıldığı bir gece bu.  İkincisi, bu geceyi ibadetle geçirenlere yardımcı olsun diye Allah meleklerini gönderiyor. Üçüncüsü, önemli bir bağışlanma ve af gecesi. Dördüncüsü, bu gecede yapılan ibadetlerin faziletleri çok büyük. Beşincisi de, bu gecede Peygamberimize ümmetine şefaat edebilme imkanı verilmiş.

Berât gecesinde ibâdet eden Peygamber efendimize sevgili eşi soruyor: “Yâ Resûlallah, Allahü teâlânın en sevgili kulusun! Buna rağmen niçin bu kadar kendini yoruyorsun?” Cevap kısa ama çok anlamlı: “Ey Âişe, ben şükredici bir kul olmıyayım mı?”

28 Haziran Cumartesi günü mübarek Ramazan ayına girmiş olacağız. Ayların sultanı, her günü, her gecesi, her saati ışıklar içinde. Öylesine dolu ve kutlu bir zaman durağında daha buluşmak üzere selam ve sevgi ile..

159 05 Haziran 2014 Perşembe 22:29 IŞIK DURAKLARI.....................Mihmandâr-ı Nebî Eyüp Sultan

Işık durakları
Mihmandâr-ı Nebî Eyüp Sultan (*)

Evliya Çelebi Eyüp semtini "İstanbul'a bitişik olup baştanbaşa mamurdur” diye anlatıyor. Semte adını veren Ebu Eyyûb El-ensarî (veya Ebu Eyyûb Halid bin Zeyd) adlı sahabi ise ülkemizde daha çok Eyüp Sultan Hazretleri olarak anılıyor.
Eyüp-el Ensarî islam peygamberi Hz.Muhammed'i Mekke'den Medine'ye hicret ettiği zaman evinde ilk misafir eden kişi. Peygamber efendimiz onun evinde yedi ay misafir olarak kalmış. Ancak, Eyüp Sultan hazretleri aynı zamanda Bedir, Uhud, Hendek ve diğer bütün savaşlarda peygamber efendimizin yanında yer almış ve onun bayraktarlığını da yapmış bir sahabi. Bu sebeple kendisine mihmandar-ı nebî ünvanı verilmiş.

Kendisi hayattayken Rasûlullahın (s.a.s.) "İstanbul elbette fetholunacaktır; onu fetheden kumandan ne güzel kumandan, onu fetheden asker ne güzel askerdir" şeklindeki müjdesini duymuş. Bu yüzden de o,  son nefesine kadar bu müjdenin gerçekleşmesi için gayret göstermiş bir mücahid.

Kayıtlara göre hicretin 52. yılında onun da yer aldığı islam ordusu İstanbul'u kuşatıyor. Ancak, uzun bir yolculuk yapan Eyüp Sultan hazretleri yaşının çok ilerlemesinden dolayı İstanbul'a yaklaştıkları sırada hastalanıyor. Buna rağmen, öldüğü takdirde cenazesinin hemen gömülmeyerek, ordunun varacağı en ileri noktaya kadar götürülmesini vasiyet [1] ediyor.

Fatih, 1453 yılında ordusuyla İstanbul önüne geldiği zaman, Eyüp Sultan hazretlerinin kabrini bulmak istiyor. Fetihten sonra hocası Ak Şemsettin tarafından manevi keşif yoluyla o mezar bulunuyor. O günden bu yana Eyüp Sultan hazretleri adeta müslüman İstanbul'un ve fethin bir sembolü haline gelmiş durumda. Artık Eyüp Sultan'sız bir İstanbul düşünülemiyor. Çünkü o İstanbul'un medâr-ı iftiharı, aynı zamanda fethi müjdelenmiş kutlu bir şehrin de bayraktarıdır. 

Kabrin bulunmasından sonra Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul'da temelini attığı ilk binalar, Eyüp Sultan türbesi ve camisi [2] oluyor. Burası aynı zamanda şehrin de ilk camii ve külliyesi. Yine Evliya Çelebi’nin anlatımıyla “Eyüb Sultan Camii Fatih Sultan Mehmed Han'ın yapısıdır [3] ki sevabını Eba Eyüb'e hediye eylemiştir..”  Ardından, İstanbul’un iskanı için uygulanan politikalar çerçevesinde bu külliye etrafına Bursa’dan gelenler yerleştiriliyor.
Hz. Eyyub El-Ensari'nin mezarı İstanbul’un fethinden sonra bulunmuş ve üzerindeki türbe [4] Fatih Sultan Mehmet tarafından 1459 yılında cami ile birlikte inşa ettirilmiştir. Türklerin İstanbul’da yaptığı ilk eserdir. Eyüp Sultan Camiinin kuzey tarafında ve iç avlusunun hemen önünde yer alır. Serviler ve mezarlıklar [5] cami çevresini adeta uhrevi bir mekân  haline getirir. Gerçekten de bu kadar çok kabir, türbe, lahit bir başka cami etrafında görülmez.

İstanbul’da yaşayan veya İstanbul’a bir müddet için gelen herkes [6] mutlaka Eyüp Sultana gelir. Onun çocukları çok sevdiğine inanıldığı için de anne ve babalar senede birkaç defa çocuklarıyla beraber Eyüp Sultan’ı ziyaret ederler. Sünnet ettirilecek, okula başlatılacak çocuklar hattâ yeni işe girecek delikanlılar da öyle.

Yaşlı ağaçlar, uçuşan güvercinler, namaz kılanlar, dua ve ziyaret edenler, türbe ve camii civarını mistik, renkli bir atmosfere büründürür. Tarihi kaynaklar bu semtin Bizans devrinde de kutsal bir mahal olduğunu, aziz bir kimsenin yatırının ziyaret edilerek yağmur duaları yapıldığını kaydediyor. Camii etrafı ve civar yamaçlar mezarlıklarla çevrili olup, meşhur Pier Loti kahvesi de buradadır.

Yahya Kemal, bir yazısında Eyüp Sultan için “Türklerin ölüm şehri” demektedir. Ona göre Hz.Eyyub El-Ensari Türk orduları için surlara karşı görülen bir rüyayı [7] temsil ediyordu. Bugün binüçyüzelli yıl sonra bile o Mihmandâr-ı Nebînin, İstanbul surları önünde gördüğü rüyanın ışığı gönüllerimizi ısıtmaya devam ediyor.

Gelecek yazıda Anadolu’ya ışık saçan bir başka durakta buluşmak üzere selam ve sevgi ile…

(*) bilgipesinde.com da yayınlanmıştır 
---------------------------------- 
[1] Vasiyetinde “Maksadım odur ki; İstanbul'u fethe gelen İslâm orduları gayrete gelsin ve benim kabrimin, surların dibinde olduğunu bilsin. Bu onlara şevk ve cesaret verecektir...” diyor. Çünkü o, sekiz asır öncesinden surlara karşı İstanbul rüyası görmüş bir adam. Halbuki, Medine'de dünyaya gelen Peygamber sancaktarı o yıl 90 yaşında ve onu o surların önüne kadar getiren şey sadece Allah Resûlü'nden duyduğu bir söz.
[2] Eyüp Sultan Camii, dikdörtgen planda, mihrabı çıkıntılıdır. Merkez kubbe altı sütun ve iki filayağına müstenit kemerlere yaslanır, etrafında yarım kubbe, ortasında Eyüp Sultan türbesi, sandukasının ayak ucunda bir pınar, avlu ortasında asırlık bir çınar bulunmaktadır. 1458'den sonra çeşitli defalarca tamir gören camiinin minarelerinin boyu önceleri kısaydı, 1733'de yeni uzun minareler yapıldı. İlk camii zelzeleden ötürü yıkılınca 1800 de bu günkü haliyle yeniden inşa edilmiştir. 1823'de deniz tarafındaki minare, yıldırımla hasar gördügü için yeniden inşa edildi. Cümle kapısı önündeki ulu bir çınar ağacı gölgesinde etrafı parmaklıklı bir set ve çimen sofa vardır. Parmaklığın dört köşesinde dört çeşmecik bulunur. Bunlara hacat çeşmeleri, kısmet çeşmeleri denir. Tamir edildikten sonra camiyi açıp namaz kılan Sultan III. Selim Mevlevi olduğu için parmaklıkların üzerinde mevlevi sikkeleri vardır. Dış avlunun caddeye açılan iki kapısı vardır. İç avlu 12 sütuna müstenit 13 kubbelidir.Avlunun ortası şadırvandır. Türbe tek kubbeli, 8 köşelidir. Türbenin  sağında sebil bulunmaktadır. Üç pencerelidir. Bayramlarda ve özel günlerde şerbet dağıtıldığı için şerbethane denilmiştir. Eyüp Camii civarında Fatih Sultan Mehmed'in yaptırdığı imarette günde iki kere yemek pişirilirdi. Normal günlerde pirinçli, buğdaylı yemek çıkarken Ramazan ayında etli yemek dağıtılırdı. Özel günlerde, cuma ve kandillerde, zerde ve zerbaç, pilav çıkarılıp yoksullara verilirdi.
[3] Deniz kıyısına yakın ensari yerinde düz bir yerde yapılmıştır. Bir kubbelidir. Mihrab tarafında yarım kubbesi daha vardır. Lakin o kadar yüksek değildir. Caminin içinde sütun yoktur. Orta kubbe etrafında sağlam kemerler vardır. Mihrabı ve minberi sanatlı değildir. Hünkar mahfili sağ taraftadır. İki kapılıdır. Biri sağ tarafta yan kapısı, diğeri kıble kapısıdır. Kıble kapısı üzerinde bir mermer üzerinde celi yazı ile şu tarih yazılmıştır: hamden lillah beyti mamur oldu bu. Sağ ve solda iki minaresi vardır. Avlusunun üç tarafı odalarla süslüdür. Ortasında cemaat maksuresi vardır. Bu maksure ile Eba Eyüp mezarı arasında göklere baş uzatmış iki çınar vardır ki, cemaat gölgesinde ibadet eder. Bu avlunun da iki kapısı vardır. Batı kapısının dışında büyük bir avlu daha vardır. İçinde dut ve diğer ağaçlarla yedi tane büyük çınar vardır. Bu avlunun iki tarafında abdest muslukları vardır."
[4] Avludaki türbenin duvarları değişik çağların çinileriyle kaplı, sekiz köşeli ve tek kubbelidir. Kesme taştan yapılmıştır. Cephe köşelerine kabartma sütunlar yapılmıştır. Pencere söveleri mermerdir. Kapısını bulunduğu cephe hariç, diğerlerinde alt üst iki pencere bulunmaktadır. Alt pencerelerin pirinçten dökme kapakları mevcuttur. Kemerli yapısı alternatifli olup mermerdir.
[5] İstanbul’da ölen devlet adamlarından, saray mensuplarından, hatta zengin şehirlilerden çoğu cenazelerinin Eyüp Sultan Türbesi civarına gömülmesini istemişlerdir. Çünkü Eyüp Sultan Camii minarelerinde okunan ezan sesinin işitildiği yerlerde   gömülü olan müslümanların kabir azabından kurtulacakları düşüncesi halk arasında yerleşmiş bir inançtır. İşte bu yüzdendir ki külliye birçok kabir ve türbeyle çevrilmiş, bu durum giderek bütün Eyüb’e sirayet etmiştir.
[6] Fatih döneminde başlayan imar hareketleri, Sultan II.Bayezıt ve özellikle Kanuni Sultan Süleyman zamanında inşa ettirilen cami, medrese, imaret v.s. ve kırk çeşme su yollarının yapılması gibi büyük imar faaliyetleri ile devam ettirilmiştir. Böylece burada gelişen sosyal ve kültürel ortam, kara surları ile Haliç surlarının birleştiği yerin dışında kalan Eyüp Camii ve Türbesine giderek daha fazla bir kutsiyet kazandırdı. Örneğin, Fatih'ten sonra asırlar boyunca Osmanlı padişahları Eyüp Sultan Camii'nde kılıç kuşanmışlardır. Bunu Fatih başlatmış, ilk kılıcı da Fatih'e Akşemseddin kuşatmıştır. Padişahlar Sinan Paşa Köşkü'nden kayıkla Bostan iskelesine gelir, camide iki rekat namaz kılar, şeyhülislam da kılıcı kuşatırdı.
[7] Avrupa toprağının bittiği sahilde İslam cennetinin bir bahçesi gibi yeşil duruyor. Bu ölüm bahçesine bir defa girenler, kendilerini bir servi ve çini rüyası içinde kaybolmuş gibi hissettikleri zaman biliyorlar mı ki hakikaten bir rüyada bulunuyorlar?. Çünkü İstanbul’u fethetmeye gelen Türk ordularının hicretin 857’inci senesi baharında, surlara karşı gördükleri bir rüya idi. İşte o rüya, Haliç’in kenarında gördüğümüz yeşil şehir oldu.”.




158 25 Mayıs 2014 Pazar 20:30 ZAMAN DURAKLARI..........................Miraç; kutlu bir gece yolculuğu ve huzura yükseliş

Miraç; kutlu bir gece yolculuğu ve huzura yükseliş (*)


Miraç Arapçada uruc sözcüğünden türetilmiş merdiven anlamında, yükseğe çıkma manasında bir söz. İnancımızda özel olarak miraç, Cenab-ı Hakkın daveti üzerine peygamberimiz Hz.Muhammed'in Cebrail Aleyhisselâmın rehberliğinde ilâhî huzura yükselişini  [1] anlatan bir terim olarak kullanılıyor.

Bu meyanda "yolculuk yapmak" manasındaki fiilin türevi olan ve "gece yolculuğu" anlamında kullanılan İsra ise miraç olayının  sadece bir kısmı oluyor. Yani peygamberimizin hicret'ten bir yıl kadar önce recep ayının 27. gecesinde Mekke’deki Mescid-i Haram’dan Burak adı verilen binit üzerinde Kudüs’teki Mescid-i Aksa’ya götürülmesini ifade ediyor. Miraçın ikinci merhalesi [2] de Mescid-i Aksâdan başlayarak semânın bütün tabakalarından [3] geçip tâ İlâhi huzura varması ile gerçekleşiyor. [4] Artık yanında Cebrail yoktur, zira erişilen son durak Sidretül Müntehadır [5] ve bundan sonraki âleme geçebilmek yaratılmış varlıklar için mümkün değildir.

Peygamberimiz (a.v.s) sabah olunca Kabe'nin yanında gece olanları anlatıyor. Onun bir gecede Kudüs'e, gittiğini duyan Mekkeliler, “Muhammed bir aylık yolu nasıl bir gecede gidip gelebilir?” diye itiraz ediyorlar. Ardından da daha önce oraları görmüş olanlar, “Mescid-i Aksâ'yı bize anlatır mısın?” diye bir soru yöneltiyorlar. O da gördüklerini anlatıyor. [6] Bunun üzerine müşrikler “Vallahi dosdoğru tarif ettin” diyorlar. Ama yine de delil istiyorlar. Bunun üzerine Peygamberimiz onlara yolda gördüğü bir kervanı haber veriyor. Kureyşliler hemen o kafileyi karşılamak için Mekke dışına çıkıyor. Gelenler de aynen onun haber verdiği gibi çıkıyor, ama yine de inanamıyorlar.

Bu sefer de koşup durumu peygamberimizin arkadaşı Hz. Ebû Bekir’e anlatıyorlar. Hz. Ebû Bekir, “Eğer bu sözleri o söylemişse kesinlikle doğrudur” diyerek tasdik ediyor. Bundan dolayıdır ki Hz. Ebû Bekir o günden bu yana “Sıddîk” yani “tereddütsüz inanan” ünvanıyla anılmaktadır.

İşte bu olayın gerçekleştiği gece asırlardır "miraç kandili" olarak kutlanıyor. Kandil ışığında bütün süfli duygulardan arınarak ter temiz bir kulluğa yükseliş olarak değerlendiriliyor. Bu gece, feyiz ve bereketin coştuğu mübarek gecelerimizden [7] biri. Bu gecede Cenab-ı Hakkın herşeye ne kadar yakın, [8] ama herşeyin ona ne kadar sonsuz derece uzak [9] olduğu bir kez daha hatırlanıyor. Çünkü Kur'an-ı Kerim'de Mirac'ın ruhî hallerinden söz edilirken "Allah kuluna vahyedeceğini [10] etti" buyuruluyor. [11]

Allah Resulü, miraç sırasında namaz vakitlerinin beş vakit olarak düzenlenmesi gerektiğini öğrenmiş ve bu buyruğu [12] müslümanlara bildirmiş. Onun içindir ki, namaz mü'minin miracı [13] deniyor bu olaya nazire olarak. Ayrıca, şirk koşmayan herkesin cennete gireceği müjdesi de bu gecede verilmiş.

İnancımıza göre peygamberimiz miraç’ta kendisine sunulan şarap, bal ve süt dolu üç bardaktan süt bardağını tercih etmiş. Bu sebeple Anadolu'da bir çok yerde bu gecede süt içme ve dağıtma geleneği bulunuyor. Örneğin Konya'da bu geceye “süt gecesi” de deniliyor.

Diğer kandillerde olduğu gibi bu gecenin öncesinde de çevredeki yoksullara ve kimsesiz çocuklara yardım elleri uzandığını görebiliriz. Anne, baba, büyüklerin ziyaret edilip, hiç değilse telefon edilip  dualarının alınması da yine bu gece vesilesiyle oluyor. Bu arada kaybedilenler de unutulmuyor tabi. Onlar da rahmetle anılıyorlar. Bu gece dolayısıyla komşular, yakın, arkadaş ve dostlarla tebrikleşiliyor. Var olan sevgi ve saygı duyguları daha da güçlendirilmiş oluyor böylece. Gece de kur’an okuyarak, dini içerikli konuşma ve mevlüt dinlenilerek, namaz, dua ve tesbihatla değerlendiriliyor.

Yani inananlar gönül dünyalarını aydınlatan bu gibi ışıltılı kandilleri fırsat biliyor ve bu müstesna zaman duraklarında Allah'a daha da yakın olmaya çalışıyorlar. Şabân ayının 15. gecesi (12 Haziran Perşembe) günü yine böyle bir zaman durağında, mübarek Berat kandilinde buluşmak üzere selam ve sevgi ile..

(*) bilgipesinde.com da yayınlanmıştır

-------------------------
[1] Kuran'da miracı anlatan ayetler necm suresinde geçer; "Muhakkak ki o, O'nu bir başka inişte daha gördü. Sidretü’l Müntehâ’nın yanında. O'nun yanında da Me’va cenneti. O zaman Sidre’yi kaplayan kaplamıştı. Göz şaşmadı ve aşmadı. Andolsun, o, Rabbinin en büyük alametlerinden bir kısmını gördü.(Necm suresi: 13-18)
[2] Bu safha da Necm Sûresinde şöyle anlatılır: O ufkun en yukarısında idi. Sonra indi ve yaklaştı. Nihayet kendisine iki yay kadar, hatta daha da yakın oldu. Sonra da vahyolunacak şeyi Allah kuluna vahyetti. O’nun gördüğünü kalbi yalanlamadı. Şimdi O’nun gördüğü hakkında onunla mücadele mi edeceksiniz? And olsun ki onu bir kere daha hakiki suretinde gördü. Sidre-i Müntehâda gördü. Ki, onun yanında Me'vâ Cenneti vardır. O zaman Sidre'yi Allah'ın nuru kaplamıştı. Gözü ne şaştı, ne de başka bir şeye baktı. And olsun ki Rabbinin âyetlerinden en büyüklerini gördü.” (Necm Suresi, 7-18.)
[3] Hadislere göre Hz. Muhammed bu yükselmede gök katlarını Cebrail ile birlikte aşarken sırayla Âdem, Yusuf, Yahya ve İsa, İdris, Harun, Musa ve İbrahim peygamberleri görmüş, yedinci kat gökten sonra Sidret'ül Münteha’ya çıkmıştır. Cebrail’in Sidretü’l-Münteha’dan ileriye geçememesi üzerine yolculuğunu tek olarak sürdürmüş, zaman, mekân ve cihetin olmadığı ifade edilen katta Allah ile aracısız görüşmüştür.
[4] Bu îlâhî yolculuğun ilk merhalesi olan Mescid-i Aksâya kadarki safha Kur'ân'da şöyle anlatılır: Âyetlerimizden bir kısmını ona göstermek için kulunu bir gece Mescid-i Haram'dan alıp çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya seyahat ettiren Allah, her türlü noksandan münezzehtir. Şüphesiz ki O her şeyi hakkıyla işiten, herşeyi hakkıyla görendir.” (İsra Suresi, 1) Nitekim Cenab-ı Hak, Kur'an-ı Kerim'de; "Kulu Muhammed'i bir gece Mescid-i Haram'dan kendisine bir kısım âyetlerimizi göstermek için, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya götüren Allah'ın şânı yücedir. Doğrusu O, işitir ve görür." (İsra Suresi:1) buyurmuştur.
[5] Sidretül münteha 7. kat gökte olduğuna inanılan, Arapça bir izafet terkibi olup “son sedir” veya "tenhadaki sedir" anlamına gelir. (Necm Suresi:14-16)
[6] Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam şöyle anlattı: “Onların yalanlamalarından ve sorularından çok sıkıldım. Hatta o ana kadar öyle bir sıkıntı hiç çekmemiştim. Derken Cenab-ı Hak birden Beytü'l-Makdis'i bana gösterdi. Ben de ona bakarak her şeyi birer birer tarif ettim. Hatta bana, ‘Beytü'l-Makdis'in kaç kapısı var?’ diye sordular. Halbuki ben onun kapılarını saymamıştım. Beytü'l-Makdis karşımda görününce ona bakmaya ve kapılarını teker teker saymaya ve anlatmaya başladım.”
[7] Mirac gecesi, ulvî bir gecedir. O halde bu mübarek geceyi gaflet içerisinde geçirmemeli, ibadetle Allah'a karşı şükran borçlarımızı ödemeliyiz; namaz kılmalı,  Kur'an okumalı ve Allah'tan af ve bağış dilemeliyiz, çoluk çocuğumuza bu gecenin anlam ve önemini öğretmeliyiz.
[8] Bilelim ki, Allah'a yakınlık, O'nun emirlerini yerine getirmek, yasak ettiği şeylerden kaçınmakla mümkündür.
[9] Peygamber Aleyhissalâtü Vesselam Mescid-i Haramdan (Mekke'den), Mescid-i Aksâ'ya (Kudüs'e) ata benzer beyaz bir Cennet bineği olan Burak ile geldi. Kudüs'e gelmeden yol üzerinde Hz. Musa'nın makamına uğradı, orada iki rekât namaz kıldı, daha sonra Mescid-i Aksâ'ya geldi. Orada bütün peygamberler kendisini karşıladı. Miraçını kutladılar. Peygamber Aleyhissalâtü Vesselam burada peygamberlere iki rekat namaz kıldırdı, bir hutbe okudu. Bir rivayette Hz. İsa'nın doğduğu yer olan Betlaham'a uğradı, orada da iki rekât namaz kıldı. Ve bugün Kubbetü's-Sahra'nın bulunduğu yerden Muallak Taşının üzerinden Miraça yükseldi. Semanın bütün tabakalarına uğradı. Sırasıyla yedi sema tabakalarında bulunan Hz. Adem, Hz. Yahya ve Hz. Îsa, Hz. Yusuf, Hz. İdris, Hz. Harun, Hz. Musa ve Hz. İbrahim gibi peygamberlerle görüştü, Onlar kendisine “Hoş geldin” dediler, tebrik ettiler. Bundan Sonra Hz. Cebrail ile birlikte imkân ile vü-cub ortası (kâinatın bittiği yer) Sidretü'l-müntehâ'ya geldiler. Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam orada ikisi gizli, ikisi açıktan akan (Nil, Fırat) dört nehir gördü. Sonra hergün yetmiş meleğin ziyaret ettiği Beytü'l-Ma'mur'u ziyaret etti. Hz. Cebrail'in buradan öteye gitmesi mümkün değildi. Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam bundan sonra Refref adında bir vasıta ile zaman ve mekândan münezzeh (uzak) olan Cenab-ı Hakkın cemaliyle müşerref oldu.
[10] Bu vahyedilen hakikatleri şöylece özetleyebiliriz: "Allah'a ortak koşulmayacak, yalnız O'na kulluk edilecek ve yalnız O'ndan yardım istenecektir. Anne ve babaya hürmet edilecek, onların duaları alınacaktır. Zinaya yaklaşılmayacaktır. Haksız olarak kimsenin canına kıyılmayacaktır. Yetimlere iyi muamele edilecektir. Ölçü ve tartıda doğruluk üzere olunacaktır. Bilmediğimiz bir şeyin ardından körü körüne gidilmeyecek, şuurlu hareket edilecektir. Yeryüzünde kibir ve gurur taslayarak yürünmeyecektir."
[11] Böyle müstesna bir gece vesilesiyle sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s)'e vahyedilen, insanlığı mutluluğa götürecek prensipleri de hatırlamak lazımdır. Bu prensipler de hiç şüphe yok ki bir toplum için gerekli bütün ahlâk ve fazilet kurallarını ihtiva etmektedir. Bu gecede vahyedilen üstün gerçeklere kulak vermeli, yalnız Yüce Mevla'ya kulluk etmeli, O'na hiçbir şeyi ortak koşmamalıdır.
[12] Hadis kaynaklarına göre Miraç'ta önce 50 vakit olarak bildirilen namaz, Musa peygamberin bunun insanlara ağır geleceği şeklinde ikazları üzerine Muhammed'in birkaç kere geri dönüp Allah'tan namazı hafifletme dileği üzerine beş vakte indirilmiştir.

[13] Mirac olayının biz müslümanlar için en önemli sonuçlarından birisi, hiç şüphe yok ki, dinin direği olan namazdır. Namaz, bize bir Mirac hediyesidir. Onun içindir ki, namaz mü'minin miracı olmuştur. Nasıl ki, yüce Peygamberimiz Mirac'ta vasıtalardan arınmış olarak Mevlası ile karşı karşıya geldi ise, mü'min de namazda vasıtasız olarak doğrudan doğruya Rabbinin huzuruna çıkar; sadece O'na kulluk etme ve sadece O'ndan yardım isteme  fırsatı bulur. Eğer mü'min, günde beş vakit namazını dikkatle ve huşu içerisinde kılacak olursa, o namaz onun için bir Mirac olur, kul onunla Hakk'a yol bulur.

157 04 Mayıs 2014 Pazar 19:09 IŞIK DURAKLARI.............................Bursa ’nın Ayasofyası 20 kubbeli Ulu cami

Işık durakları

Bursa ’nın Ayasofyası 20 kubbeli Ulu cami (*)


Türk İslam dünyasının en eski camilerinden birisi olan Ulu Camiyi Evliya Çelebi Bursa’nın Ayasofya’sı olarak nitelendirmiş. 

Bursa’nın en önemli tarihi yapısı olan bu görkemli cami şehir merkezinde, Atatürk Caddesi üzerinde bulunuyor. 20 kubbesiyle çok ayaklı cami şemasının en klasik ve anıtsal örneği.

Rivayete göre Osmanlı Devleti ’nin dördüncü hükümdarı Yıldırım Bayezid, Niğbolu Zaferi öncesinde savaşı kazanmak için Allah’a yalvarmış ve 20 cami yaptırmayı adamıştı. Cami, zaferden elde edilen ganimet ile yapılacaktı. Ancak, zaferden sonra damadı Emir Sultan’ın önerisi ile 20 cami yerine 20 kubbeli tek bir zaviye yaptırmaya karar verdi. Böylece bu ulu yapı, mimar Ali Neccar tarafından 1396-1399 yılları arasında yapıldı. Minberin giriş kapısının üzerindeki kitabede altın yaldızla Osmanlıca olarak, “Yıldırım Beyazıt Han tarafından hicri 804 (miladı 1399) yılında yaptırılmıştır” ibaresi yer alıyor.

Ulu Cami, her biri dörder kubbeli 5 bölümden oluşuyor. Sekizgen kasnaklara oturan kubbeler mihrap duvarına dik beş sıra halinde dizilmiş. Hemen hemen eşit büyüklükteki 20 kubbesinin ortasındaki kubbe ise önceleri açık olarak yapılmış. Telle örtülü bu orta kubbeden giren yağmur damlaları 18 köşeli bir şadırvan havuzda toplanır, ışık ise camiyi aydınlatırmış. Günümüzde havuzlu şadırvan yine bu ulu mabede özellik katıyor. Kubbe de camekanla kaplı ve aydınlatma işlevi devam ediyor.

Bursa Ulu camii denilince halk arasında Somuncu Baba diye bilinen Şeyh Hamid-i Veliyi ve Emir Sultan Hazretlerini anmamak olmaz. Somuncu Baba devrinin en önemli velilerinden biri. Çeşitli medreselerde ilim tahsil etmiş, Kayseri, Darende, Aksaray ve Bursa'da irşat vazifelerinde bulunmuş bir hak dostu. Müderrislik vazifesinden ayrılarak 14. yüzyılda Bursa'da yaşadığı mahalledeki fırınında ekmek pişirir “Somun ! müminler somun !” diye seslenerek halka dağıtırmış.

Türkistan’daki Buhara şehrinden yola çıkarak Mekke  Medineyi dolaştıktan sonra 1389 yılında Bursa’ya yerleşen Muhammed Şemseddin de gösterdiği kerametlerle halkın sevgisini ve saygısını toplamış büyük bir veli. Yıldırım Bayezid’in kızı Hundi Hatun‘la evlenen Muhammed Şemseddin zamanla halk arasında Emir Sultan diye anılır olmuş. O, halkı din yoluna çağırırken Padişah’ı da bazı konularda uyarıyor, o’na yardımcı oluyormuş.

Bursa Ulucami'nin açılışında ilk hutbeyi okuma görevi Emir Sultan Hazretlerine teklif edilince, Emir Sultan “Zamanımızın kutbu aramızdayken bu vazifeyi kabul etmemiz münasip olmaz” demiş. Bursa halkının ve idarecilerin şaşkın bakışları arasında o zamana kadar küçük fırınında yaptığı lezzetli ekmekleriyle tanınan Somuncu Baba yerinden kalkmış, Ulucami'nin ceviz minberine yönelmiş. Emir Sultan Hazretlerinin önünden geçerken de kendi ifadesiyle “Hay Emir, bizi fâş (ifşa) ettin” demiş.

Hutbede Fatiha Sûresini yedi kez tefsir eden Somuncu Baba namaz çıkışında insanların yoğun ilgisine uğramış. Hatta aynı anda camiin üç kapısından da çıktığı, cemaatin hepsinin bizler de elini öptük diyerek bu yüce velînin kerametini dile getirdikleri söylenir. Ancak, manevi mertebesini ve ilmî derinliğini halkın o ana kadar bilmediği Somuncu Baba sırrı açığa çıkınca şöhret tehlikesi sebebiyle müridlerinden Hacı Bayram'ı ve Ak Bedrettin'i alarak şehirden ayrılmış.

İşte ilmi yetkinlikleri, hâl ve hareketleriyle dönemlerinde halkın sevgi ve saygısını kazanan Emir Sultan Hazretleri ve Somuncu Baba'nın Ulu camide parlayan ışığı asırlar sonra bile gönüllerimizi aydınlatıyor. Gelecek yazıda Anadolu’ya ışık saçan bir başka durakta buluşmak üzere selam ve sevgi ile…

(*) bilgipesinde.com da yayınlanmıştır.

156 01 Mayıs 2014 Perşembe 20:00 ZAMAN DURAKLARI...................Regâip kandili

Regâip kandili


"Mübarek" sıfatı bereketli, hayırlı, faydası bol, feyizli demek. İslam dünyasında bu sıfatla anılan kıymet ve hürmet gösterilen on gece var. Bunlar, hicrî-kamerî takvim sırasına göre; 1 Muharrem, 10 Muharrem, Mevlid, Regâib, Mi'râc, Berât, Kadir, Ramazân Bayramı, Arefe ve Kurbân Bayramı geceleri. Bunların beş tanesine de özel bir tanımlama ile “kandil” deniyor.

Kuşkusuz böyle geceler, manevi dünyamızda oldukça önemli yer tutuyorlar. Bu mübarek zaman durakları vesilesiyle birbirimizi tebrîk ediyor, aile büyüklerimizi, eşimizi dostumuzu, akraba ve komşularımızı arayıp soruyor, dualarını alıyoruz. Şimdilerde herkesin elinde envaî çeşit cep telefonu ve mesaj imkânı var. Hatta e-posta, facebook, twitter ve benzeri sanal alemde bile en fazla iletişim yoğunluğu yine böyle gün ve gecelerde yaşanıyor.

Kandil olduğunu ilkin o mesajlardan öğreniyoruz, yoğun koşturmaca arasında. Sonra da her köşe başında satılan paket paket tereyağlı kandil simitlerinden. Hepimiz o geceler için hiç değilse bir kandil simidi alıp evimize götürmüşüzdür. İmkânımız varsa işyerlerimizdeki arkadaşlarımıza, komşulara da dağıtırız. Evlerde de pişiler, aşureler yapılır, çocuklar tabak tabak taşır konu komşuya bu hayırları. Hiçbir etnik köken, zengin fakir, hatta Hristiyan, Yahudi, ateist ayrımı asla yapılmaz bu dağıtımda.

Yetîmler, fakîrler, garîpler hatırlanır, çocuklar sevindirilir akşam karanlığında. Minarelerin, şerefelerindeki lambalar hiç sönmez sabaha kadar. Güzel sesli salâlar okunur, bu çağrıyla hep birlikte camilere gidilir. Çoluk çocuk, genç, yaşlı o gece camilerde kılınan namazların, getirilen selat-ü selâmların, duâların huşûsu gerçekten bir başkadır. Bir başkadır kandiller, aşurâ günleri, arefe ve bayram geceleri.

İşte bu ışıklı zaman duraklarından birine daha geldik. Recep ayının ilk cuma gecesi, yani 1 Mayıs Perşembe gününü 2 Mayıs Cuma gününe bağlayan gece mübarek Regâip kandili.

Regâib, arapça bir kelime. “Reğa-be” kökünden geliyormuş. “Reğa-be”, kelimesi de, anlam olarak herhangi bir şeyi istemek, arzulamak, ona karşı meyletmek ve onu elde etmek için çaba sarf etmek demekmiş. İşte Regâib, çok bağış ve bol ihsân anlamına gelen "rağîbe" kelimesinin de çoğulu oluyor. O yüzden inanılır ki, bu gecede Allah müminlere rahmet ve mağfiretini bolca verir. Beklenir ki bu gece mü’minlere, ragibetlerde (ihsanlar, ikramlarda) bulunulur, bu geceye hürmet edenler affedilir. İnşallah bu gece yapılan dualar kabul olur. Namaz, oruç, sadaka gibi ibadetlere sayısız sevap verilir.

Bu geceye özel bir ibadet türü nakledilmemiş. Ancak, diğerleri gibi bu mübarek gecenin de; tevbe, dua, namaz Kur'ân okuma, zikir, salavat vb. ibadetlerle değerlendirilmesi tavsiye ediliyor. Örneğin; Perşembe günü oruç tutup, gecesini ibadetle geçirmek; hiç değilse bir günlük kaza namazı kılmak, Kur’ân-ı Kerîm okumak, zikir ve tövbe istiğfar etmek gibi bilinen şeyler bunlar.

Regâip kandili, mübarek üç ayların başlangıcını işaretleyen kutlu bir zaman durağı. Bizi onbir ayın sultanı Ramazana ulaştıracak ışıklı bir iklime girdik. Geceniz hayırlı, kandiliniz mübarek olsun !

25 Mayıs Pazar günü yine böyle bir zaman durağında, mübarek Miraç kandilinde buluşmak üzere selam ve sevgi ile..

(*) bilgipesinde.com da yayınlanmıştır

155 30 Nisan 2014 Çarşamba 07:30 ZAMAN DURAKLARI..................Mübarek üç aylar

Mübarek üç aylar (*)

Bu yıl 30 Nisan Çarşamba günü üç ayların ilki olan Receb-i şerîfin ilk günü. Kamerî ayların yedincisi Recep ayı ile başlayan, Şaban ayı ile devam eden ve onbir ayın Sultanı Ramazan ile tamamlanan bu mübarek iklim sadece biz müslümanlara değil tüm insanlığa şimdiden hayırlı olsun.

Recep ayı aynı zamanda haram aylar denilen dört kamerî ayın da sonuncusu. Zi'l-Ka'de, Zi'l-Hicce, Muharrem ve Recep ayları Hz. İbrahim’den beri muhterem kabul edilmiş ve savaşmak haram sayılmış. Zira, bunların ilk üçü hac ayı, dördüncüsü umre ayı.

Bu aylar, haram ay ilan edilerek insanlar, barış içerisinde yaşamaya alıştırılmış, hac ve umre için Mekke`ye gelen insanların güvenle gelip dönmeleri sağlanmıştı. Bu güven ortamı insanların hac ibadetini rahatça yapabilmelerini sağladığı gibi aynı zamanda Mekke ve çevresinde oturanların geçimlerinin de sigortasıydı.

Araplar haram aylar girdiği zaman bir saygı işareti olarak savaştan ve her türlü saldırıdan kaçınırlarmış. İslam dini de tevhidî gelenekte var olan bu iyi ve güzel uygulamaya [1]dokunmamış. Nitekim Kur`ân ancak, düşman tarafından taarruz edilmesi halinde, savaşa müsaade [2] etmiş.

İnsanımızın "Üç Aylar" diye andığı "Recebü'l-ferd", "Şa'bânü'l-muazzam" ve "Ramazânü'l-mübârek" aylarının, islam inancında çok özel bir yeri var. Çünkü, bunlardan birincisi olan Receb, Alahü teâlânın ayı; ikincisi olan Şa'ban, Peygamber Efendimizin (S.A.V) ayı; Ramazân-ı şerîf de ümmet-i Muhammed'in ayı olarak biliniyor.

Yani bugünden itibâren, manevi yoğunluğu olan bir iklime girmiş durumdayız. Üç aylar bu anlamda, arınma, bağışlanma ve ibâdette yoğunlaşma ayları olarak değerlendiriliyor.

Bu dönemin içinde, çok sayıda mübârek sayılan gün ve gece var. Örneğin kandil gecelerinden dördü bu aylarda. Recep ayının ilk Cuma gecesi (1 Mayıs Perşembe) Regâib, 27. gecesi (25 Mayıs Pazar) Miraç, Şabân ayının 15. gecesi (12 Haziran Perşembe) Berat, Ramazan ayının 27. gecesi (23 Temmuz Çarşamba) ise Kadir gecesi.

Ramazan ayı zaten başlı başına manevi bir atmosfer. Bilindiği gibi İslâm'ın beş temel esasından biri olan oruç Ramazan ayında tutuluyor. Bu yüzden, Ramazan ayına onbir ayın sultânı deniliyor. Sonunda da mü’minlere bayram etme imkanı verilmiş.

Bazı mekânlar diğerlerinden nasıl daha kutsalsa, bazı insanlar emsâlinden nasıl daha değerliyse, bazı zamanlar da benzerlerine nazaran çok daha mübârek görülmüş. İşte üç aylar da böylesine ışıklı bir zaman dilimi. Kutlu olsun !

Haftaya böyle bir zaman durağında, mübarek Regaip kandilinde buluşmak üzere selam ve sevgi ile..

-------------------------------
(*) bilgipesinde.com da yayınlanmıştır

[1] Aslı Hz. İbrahim(a. s. )`e dayanan temel amacından uzaklaştırılmış olsa da bu aylarda savaşmamak gibi güzel uygulamaları İslam dini sürdürmüş, bu aylarda kendilerine savaş açılmadığı sürece Müslümanlar müşriklerle savaşa girmemişlerdir. Kur`an-ı Kerim`de “Haram Aylara saygı gösterilmesi emredilmektedir. (Maide, 5: 2; 97)

[2] Kur'ân-ı Kerim'de haram ayları ile ilgili âyette şöyle buyurulmaktadır: "Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı günkü yazısına göre, Allah katında ayların sayısı on ikidir. Bunlardan dördü (hürmetli) haram aylardır. İşte bu dosdoğru nizamdır. Öyleyse o aylar içinde (Allah'ın koyduğu yasağı çiğneyerek) kendinize zulmetmeyin; sizinle topyekun savaşan müşriklerle siz de topyekün savaşın. Ve bilin ki Allâh, sakınanlarla beraberdir." (Tevbe, 9/36) (İ.P.)

154 04 Nisan 2014 Cuma 19:08 IŞIK DURAKLARI.............................Bir Ankara meş’alesi; Hacıbayram

Işık durakları (*)

Bir Ankara meş’alesi; Hacıbayram

Ulus semti Ankara’nın en eski merkezidir. Başta I.ve II.Büyük Millet Meclisleri ile Anadolu Medeniyetleri Müzesi ve  tarihi Ankara Kalesi de bu semtin sınırları içinde kalır. 

Ayrıca, heykelden kaleye doğru ilk ışıklardan sola dönüldüğünde insan yoğunluğunu takip ederseniz Hacı Bayram Câmiine ulaşırsınız. Cami, bu semtin kalbi sayılabilecek bir konumda ve etrafa hakim bir tepede bulunuyor. 

Fakat bu mekana farklılık katan sadece hicri 831 yılında (1427/1428) bir zaviye olarak yapılmış olması değil elbette. Bu tarihi cami, adını bahçesindeki Hacı Bayram Veli’ye ait bir türbeden almakta. Ayrıca oldukça iyi korunmuş ikibin yıllık Augustus tapınağı ile sırt sırta duruyorlar.

Kayıtlardan anlaşıldığına göre aslında bu tepe, hemen hemen her dönemde kutsal bir yer olmuş. Frigya tanrısı Men adına yapılmış olan tapınak zamanla yıkılmış. Bugün kalıntıları bulunan Augustus tapınağı ise M.Ö. 25 - M.Ö. 20 yılları arasında son Galat hükümdarı Amintos'un oğlu kral Pilamenes tarafından yaptırılmış. Tapınak Bizanslılar zamanında çeşitli eklemeler yapılıp kilise haline getirilmiş. Daha sonraları Kuzey-batı duvarının bir bölümü de yıkılmış. Buna rağmen bugün hala ayakta. Hacı Bayram türbesi ve cami ile birlikte bu mekan ziyaretçilerine, Anadolu insanının yüce gönüllüğünü ve engin hoşgörüsünü yansıtıyor.

15.yüzyıl başlarında türklerin Ankara'yı almasıyla tapınağın bir köşesine bugün Hacıbayram camii adını alan bir zaviye eklenmiş. Mihrap duvarına bitişik olan Hacı Bayram Veli Hz’nin türbesi de 1429 yılında yapılmış. Camiinin günümüzdeki mimari yapısı 17. ve 18. yüzyıl camilerinin karakterlerini taşımakta. Uzunlamasına dikdörtgen bir plana sahip yapı, taş kaideli, tuğla duvarlı ve kiremit çatılı. Camii ahşap ve ahşap üzerine kalem-işi süslemeleri, çini süslemeleri bakımından da oldukça zengin bir yapıda. Cami daha önce de Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından onarılmıştı, ancak en son Ankara Büyükşehir Belediyesi liderliğinde orijinaline uygun olarak tamamen yenilendi ve 14 Şubat 2011 tarihi itibariyle tümüyle ibadete açıldı.

Camiye adını veren Hacı Bayramı Veli, Ankara'nın Çubuk Çayı kenarında bulunan Solfasol Köyünde 1352 tarihinde bir köylü çocuğu olarak dünyaya gelmiş. Çok zeki ve çalışkan bir öğrenci olan küçük Numan, Ankara medreselerinde tahsilini tamamlamış. Bursa’da ve Ankara’da müderris olarak yıllarca ders vermiş. Kısa bir zaman içinde binlerce talebe onun tuttuğu ilim meş'alesinin etrafında toplanmış.  Devrin büyük mutasavvuflarından Şeyh Hamidüddin ile ilk buluşmaları Kurban Bayramı'na rastladığı için büyük Şeyh Numan’a Bayram adını vermiş. Hicaz'a gittiği için hacı, tasavvufta büyük mertebeye eriştiği için de “Veli” payesini almış. Böylece haklı şöhreti “Hacı Bayram Veli”namıyla bugüne kadar ulaşmış.

Hacı Bayram-ı Veli evliyalık mertebesine erişmiş, dini ilimlerde derin bir alimmiş. Fatih daha çocukken kendisini Edirne’ye getirten ikinci Murat’a “İstanbul'u almak bu yavruya nasip olacak!..” deyip “Fethi Mübin Fatih Mehmet’e müyesser ola!..”diye dua ettiği rivayet edilir. İnsanlara daima güzel öğütler verir, çevresindekilere şefkat ve merhametle davranırmış. Fakir ve düşkünleri desteklermiş.

Pek çok büyük insan gibi Hacı Bayram Veli de aynı zamanda kalbi sevgi dolu bir şairmiş. Sevgi üzerinde çok durmuş. Mesela “Bilmek İstersen Seni” adlı şiirinde Yunus gibi “Bilmek istersen seni / Can içre ara canı / Geç canından bul anı / Sen seni bil sen seni” demiş anlayana. “N'oldu Bu Gönlüm” adlı şiirinde ise “Yandı bu gönlüm yandı bu gönlüm / Yanmada derman buldu bu gönlüm diyerek olmanın ilacını anlatmış dinleyenlerine. Tasavvuf faaliyeti kendisinden sonra “Bayramiye” tarikatı adıyla anılmış ve 1429 (H. 833) tarihinde Ankara'da vefat ettiğinde kendi ismiyle anılan cami bitişiğindeki türbesinde toprağa verilmiş.

Cami ve türbe halen ülkemizin en yoğun ziyaret edilen ışık duraklarından birisidir. Mustafa Kemal Atatürk’ün bile 27 Aralık 1919 da Ankara'ya ilk gelişlerinde Kızıl yokuş'tan doğruca Hacı Bayram Veli türbesine gittiği biliniyor. Hatta Ankara Vali Vekili Yahya Galip Gargı’nın naklettiğine göre,  orada bir fatiha okumuşlar ve daha sonra da Hacı Bayramın manevi huzurundan ayrılıp Hükümet Konağına gitmişler.

Gelecek yazıda Anadolu’ya ışık saçan bir başka durakta buluşmak üzere selam ve sevgi ile…


---------------------------------  
[1] Hazreti pirin tarikatına binlerce insanın girmesi üzerine, Sultan Murat bir çavuşunu vazifelendirip Ankara'ya gönderdi ve “ol şeyhi Edirne'ye getiriniz!..”emrini verdi. Hacı Bayramı Veliyi İkinci Murad'ın huzuruna çıkardılar. Sultan Murat Hacı Bayram'a: “Saltanat davasında imişsiniz?” dedi. Hacı Bayram:”Bizim gözümüz dünya saltanatında değil, gönül sultanlığında...”diye çevap verdi. İkinci Murat “Ey pir, seni Ankara' dan ta Edirne'ye kadar getirdiğimden dolayı affını dilerim“ diye Hacı Bayramı Veli'nin gönlünü aldı. Sonra da sordu: “Ey pir; bana İstanbul'u almak müyesser olacak mı?!.. “diye sordu. Hacı Bayram: “Hayır!..” dedi. Sonra “Ya, kime nasip olacak?” diye sorduğu zaman, sarayın salonunda oynayan küçük bir çocuğu göstererek:” İşte, İstanbul'u almak bu yavruya nasip olacaktır!..” deyince, Murat Gazi: “O benim oğlum Mehmet'tir” dedi. Hacı Bayram Veli : “Fethi Mübin Fatih Mehmet’e müyesser ola!..”diye dua etti, ikinci Murat da Hacı Bayramı Veli'yi, yanına saray ağalarını katarak yeniden Ankara'ya gönderdi.
[2] Zira o, hem kudretli bir şeyh hem de evliyalık mertebesine erişmiş büyük bir alimmiş. İnsanlara daima güzel öğütler verirmiş. Mesela “Adalet güzeldir, ama Emir (yönetici)’de olursa daha güzeldir; cömertlik güzeldir, ama zenginde olursa daha güzeldir;  sabır güzeldir, ama fakirde olursa daha güzeldir;  tövbe güzeldir, ama gençlerde olursa daha güzeldir; utanmak güzeldir, ama hanımlarda olursa daha güzeldir” sözü ona ait. Yine “Ayıp ve kusurlarını gördüğünüz arkadaşlarınızın, komşularınızın, sırlarını ifşâ etmeyiniz. Çünkü gördüğünüz bu sırlar, size emânettir. Emânete hiyânet ise, çirkin bir harekettir” nasihatı ilginç. “Küçük çocukları seviniz ve başlarını okşayıp sevindiriniz. Bu Peygamberimizin emridir” şeklindeki öğüdü ise içindeki sevginin büyüklüğünü gösteriyor.
[3] Pek çok büyük insan gibi Hacı Bayram Veli de aynı zamanda bir şair. Mesela “Bilmek İstersen Seni” adlı şiirinde Yunus gibi “Bilmek istersen seni / Can içre ara canı / Geç canından bul anı / Sen seni bil sen seni” demiş anlayana. “N'oldu Bu Gönlüm” adlı şiirinde ise “Yandı bu gönlüm yandı bu gönlüm / Yanmada derman buldu bu gönlüm” diyerek olmanın ilacını anlatmış dinleyenlerine.

153 16 Şubat 2014 Pazar 13:14 ZAMAN DURAKLARI.............................. Zamanın takvimi, takvimlerin evrimi

Zamanın takvimi, takvimlerin evrimi

İslam dünyasında yıl içinde kutsal bilinen bazı ay, gün ve geceler vardır. İki büyük dini bayram, dört kandil ve üç aylar bunların en önemlilerindendir. 

Bu mübarek gün ve geceler hicrî takvime göre her yıl onbir gün önceye gelerek 33 yıl içinde yılın her mevsim ve ayını dolaşmış olurlar.

Hicrî takvim İslam Peygamberi Hz.Muhammed'in Mekke'den Medine'ye hicretini başlangıç yılı kabul etmiştir. Ayın dünya çevresinde dolanımını esas alan ve içinde 12 Kamerî ay, 354-355 gün olan bir takvim sistemidir. Kamerî aylar Muharrem, Safer, Rebiülevvel, Rebiülahir, Cemaziyelevvel, Cemaziyelahir, Recep, Şaban, Ramazan, Şevval, Zilkade, Zilhicce olarak anılırlar. Bunların içlerinde en saygın ve değerli kabul edileni Ramazan ayıdır.

Hicrî  takvim, Hicrî Kamerî takvim ve Hicrî Şemsî takvim olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Hicrî Kamerî takvim, ayın dünya etrafındaki dolanımını esas almakta ve hicret olayının gerçekleştiği 16 Temmuz 622 tarihiyle başlamaktadır. İslam dünyasında Hicrî takvim denildiğinde daha çok bu takvim anlaşılır. Bu takvim sisteminin Milâdî takvimle arasındaki fark yaklaşık olarak 33 yılda 1 yıldır.

Hicrî Şemsi takvimin başlangıcı ise 20 Eylül 622 dir. Kamerî takvimin aksine dünyanın güneş etrafındaki dolanımını esas almıştır. Temelde Milâdî takvimle aynı olmakla birlikte başlangıç tarihleri farklıdır. Bu yüzden Osmanlı ülkesinde bu takvime rumî takvim adı verilmiştir. Ayrıca, bu takvimde Milâdî takvimle arasındaki 584 yıl 13 günlük fark sabittir.

Milâdî takvim ya da Gregoryen takvim, Hz. İsa'nın doğum tarihini Milat (tarih başlangıcı) alan ve Dünya'nın Güneş etrafındaki dönüş süresini (365 gün 6 saat) 1 yıl kabul eden takvim sistemidir. 4 Ekim 1582'de kabul edilmiş ve zamanla önce Avrupa'da daha sonra diğer ülkelerde yaygınlaşmıştır. Bu takvime göre yılbaşı 1 Ocak olarak kabul edilmiştir. Ayrıca günü 12 saatlik gündüz ve 12 saat gece dilimlerine ayıran saat sistemi yerine 24 saatlik bir tam gün esası gelmiştir.

Hicrî Takvim “Ay” yılını, Milâdî Takvim “Güneş” yılını esas alır. Bu yüzden ikisi arasında 11 gün fark doğmaktadır. Ayrıca başlangıç tarihleri de farklıdır.  Hicrî Takvimde başlangıç tarihi Hazreti Muhammed'in Mekke'den Medine'ye hicret ettiği tarih olan 622 yılıdır. Milâdî Takvimde ise başlangıç, yani milat Hz. İsa'nın doğum tarihi ile başlar. Bu tarih “0” olarak kabul edilmiş, önceki zamanlar M.Ö, sonrası ise M.S olarak adlandırılmıştır.

Osmanlı Devleti’nde Tanzimata kadar resmî olarak yılbaşısı 1 Muharrem olan Hicrî takvim uygulanmaktaydı. Tanzimattan sonra hicrî ve Rumî takvimler birlikte kullanılmaya başlanmış, sonra da 1 Mart'ı yılbaşı kabul eden Mali takvimle sadece Rumi takvim geçerli olmuştur. 

Ancak, 8 Şubat 1332 tarih ve 125 sayılı kanunla Jülyen esaslı Rumî takvim yürürlükten kaldırılarak Gregoryen esaslı Rumî takvime geçilmiştir. Böylece, 1917 yılında 15 Şubat 1332 tarihinin ertesi günü 1 Mart 1333 kabul edilerek tarihten 13 gün silinmiş ve gün sayısındaki fark giderilmiştir.

26 Aralık 1925’te çıkarılan 698 sayılı kanunla da Türkiye Cumhuriyeti’ndeki resmi devlet takvimi Milâdî Takvim oldu. Böylece, 1 Ocak 1926’dan itibaren mevsimlerin hep aynı aylara denk gelmesi temin edilmiş, yıl farkı da 584 yıla sabitlenmiş oldu. 1 Mart malî yılbaşı uygulaması ise 1983'e kadar devam etmiş, bu tarihte yapılan yasal bir düzenlemeyle de bu konudaki farklılık sona ermiştir.

İşte zamanın özeti ve insanlığın takvim serencamı böyledir. Görüyorsunuz ki zaman ve takvim soyut ve göreceli kavramlar. Ancak, kabul edilmiş ölçülerle somutlaşıp sayılabiliyor, algılanıp ifade edilebiliyorlar.

Nasıl adlandırılmış olurlarsa olsun, insan için zamanı anlamlandıran şey içinde yaşananlardır. Öyle zaman durakları vardır ki, insanı, yaşamı, acılarımızı, mutluluklarımızı hatta varoluşumuzu açıklarlar. Onun için doğum günlerimiz, yılbaşlarımız, bu yüzden bayramlarımız, kandil gecelerimiz var.

İşte böyle bir kutlu zaman durağında, mübarek üç ayların başlangıcında buluşmak üzere selam ve sevgi ile..