Köyümün tozu
Köyden Susurluğa
göçtüğümüzde dört yaşında filan olmalıyım. Kanatları olmayan çıplak bir öküz
arabasında, içinde buğday mı, yoksa mısır mı olduğunu bilemediğim bir çuvalla
birlikte yolculuk ettiğimi hatırlıyorum.
Ahşap portalı evimizin önünden köyün
aşağısına doğru inen taş yolda doğrusu bu yolculuğumuzun ne anlama geldiğini
henüz bilmiyordum. Büyüklerimin üzülüp üzülmediğini, ağlayan olup olmadığını da.
Sadece taşların üstünde gıcırdayan, sarsılarak giden araba ve hergün altında oynadığımız, dallarıyla bana eğilmiş "gitme !" der gibi bakan koca ağaç aklımda.
Köyümüz 93 harbi
denilen Osmanlı Rus savaşı sırasında Artvin tarafından göçen yedi ailenin
yerleştirildiği yamaç, taşlık bir yer. O zaman göçer halde bulunan yörüklerle
birlikte kurulup gelişmiş.
Bizimkilerin ahşap üzerine, yapı ve çiftçilik
üzerine ustalıkları varmış. Bir de okumuş insanları, dini bilgileri. Yörükler de hayvancılık ve
el sanatlarında tecrübeliymişler. Çalışmış, çabalamış birlikte köyü imar etmişler.
Aralarında kız alıp kız vermişler. Akraba olmuşlar zamanla. Evleri, camisi, okulu, kahvesi,
çeşmeleri, bahçe, bağ ve harman yerleriyle köy 70 yıl içinde canlı bir yerleşim
yerine dönüşmüş.
Çocukluğumun
düğünleri işte böyle renkli ve zengin bir ortamda oluyordu. Gürcü insanı zaten
neşeli, sıcak, konuşkan ve canlıdır. Kendine özgü kültürü ve folkloruyla etrafına renk katar. Dili, yemekleri, akrabalık ilişkileri, müziği ve oyunlarıyla bambaşkadır. Hele de düğünleri. Gürcüler düğünlerinde gelenek ve görenekleriyle bütün
hünerlerini gösterirler konuklarına. En azından benim çocukluğumda, özellikle kendisi gibi bir gürcü köyü olan
Cumhuriye'den, diğer çevre köylerden gelen akrabalarla bir şölen havasında
geçerdi düğünler.
Mızıka ya da
akordion eşliğinde gençler, ellerindeki sopalarla tahtaya vurarak tempo
tutarlar, karşılıklı sıralanan kızlar ve erkekler de "tinikana"
oynarlardı. Hepsi kafkas kökenli olduğu için bu oyun biraz çerkez oyunu gibiydi.
Elinde değnek olan bir adam birlikte oynaması istenen kızla oğlanın arasına
çizgi çeker, onlar da çıkıp oynarlardı.
Kız selam verip ayrılmadan erkek asla oyundan çıkamazdı. Bu yüzden birbirini
seven gençler, hele de kız inatçıysa, ayakkabılarını da çıkarıp dakikalar boyu döner dururlardı alanda.
Bu arada köyün adamları, boğazına güvenen delikanlıları da kendine özgü bir
nara atarlardı. Tiz sesten, nameli, uzun
bir haykırıştı bu. Hem çalanı, hem oynayanları daha da coştururdu.
Oyunlar sadece
bundan ibaret değildi tabi. Mesela kızlı erkekli, ayakta, serçe parmaklarıyla
tutuşup daire halinde "cilveno nanayda" oynamak vazgeçilmezdi. Bu oyun, nakarat dışında bilenlerin karşılıklı maniler söylediği, ne
zaman biteceği belli olmayan uzun bir beraberlik fırsatıydı gençler için. Orta
yaşlılar, daha çok topal havası gibi horona benzeyen oyunlar oynarlardı.
Çocuklar fır dönerdi ortalıkta, anneler bir çocuklarına, bir oynayanlara bakar,
bu arada yanlarındakilerle de bol bol konuşurlardı.
Bir tarafta mutlaka
yemek kazanları kaynardı. Öbür yanda kurulu sofralarda gelen misafirler
yedirilir içirilir, bu arada bol bol hoş beş yapılır, hal hatır sorulurdu.
Akraba gençler pervane gibiydiler. Sofraların, biri biter öbürü donatılırdı.
Öyle parayla aşçı, garson tutmak diye bir şey yoktu o zaman. İmece gibi bir
şeydi bu hizmet. Ne de olsa bugünün yarını vardı ve onların da bir gün düğün
dernek vakitleri gelecekti.
Nihayet düğün dağılmaya yüz tutup, saat bir hayli
geç olunca misafirlerin paylaşılma
zamanı gelirdi. Düğün evinin akrabaları, komşuları, uzaktan gelen misafirleri
evlerine götürmek için adeta birbirleriyle yarışırlardı. Bu saatlerde biz
çoktan uyumuş olurduk. Sonuçta geç te olsa herkes uyuyacaktı elbet. Çünkü, ertesi gün
davul zurnalı, dualı gelin alayı vardı ve oynanacak, zıplanacak, şeker leblebi
toplayacak çok zamanımız olacaktı.
İşte böyle. Çocuk
gözüyle masal gibi renkliydi köyümün düğünleri. Bir başka güzellikti benim için o
zamanlar. Seneler sonra çocuklarımla gittiğim köyümde doğduğum evi, altında
oynadığım ulu ağacı ve çeşmeleri doya doya seyrettim.
Köy küçülmüş,
seyrekleşmiş gibiydi. Evimizin portalarını okşadım, elif okuduğum caminin
tanıdık kokusunu çektim ciğerlerime. Ne çavuş ağaların üç katlı ahşap evi, ne
de bize küçükken koskocaman gelen bahçesi artık o kadar büyük değildi. Siyah
sert taş döşeli yol parke olmuştu ve çok dar geldi bana. Bisküvi, lokum, şeker
aldığımız bakkal dükkanı körelmiş, taş evler viraneleşmişti. Çeşmeleri hala
akıyordu bereket, ama sanki o zamanki gibi gürül gürül değildi. Köydeki şen şakrak
sesler gitmiş, yerine bir sessizlik, bir ıssızlık çökmüştü.
Ailemin Susurluğa göçmesi neden
bilmiyorum, ama belli ki köyden şehre kaçış benimkilerle sınırlı kalmamıştı. İnsanlar,
önden giden akrabalarının yakınına, yanıbaşına derken orda bir mahalle
oluşturmuşlardı. Arkalarında bıraktıkları ise kökleyip açtıkları yalnız kalmış
tarlalar, bakımsız kalmış bahçeler ve artık meyve bile vermeyen boynu bükük
bağlardı.
Bunlar başkaları için belki küçük şeyler. Herkesin çocukluğu kendisine özeldir. Büyütecek ne var bunda ? Belki, doğrudur. İnsanın ne çocukluğu, ne de anıları geri geliyor. Fakat anladım ki, taş toprak ağaç su hepsi insanla şenleniyor. Onları canlandıran, renklendiren insandır, gençtir. Çocuk sesidir hayatı güzel yapan, çocuk gözüdür o geçmişi unutturmayan.
Harman yeri olarak kullanılan "alfattarla"dan geçerken
gözlerim buğulandı, kulağıma sesler doldu, aklımdan çocukca anılarım geçti bir
bir. Bir türkünün nağmeleri dadandı dilime,
"Yarim senden
ayrılalı, hayli zaman oldu gel gel / bak gözümden akan yaşa, ahu revan oldu gel
gel"
ellerinize ,gönlünüze sağlık.kalbimden geçip,hep hayalleriyle yaşadığım çocukluk anılarmı benim gönlümü okurcasına döküvermişsiniz satırlara.ben Yıldız Köylüyüm yazmak gibi bir kabilyetim olmadığından hep içimde sakladım köyüme dolayısıyla çocukluğuma ait tüüümm dugularımı.Satırlarınızı okumaya başlayınca sanki bir rüzgar esti çocukluk,gençlik günlerime,köyüme savuruverdi beni....o günlerden hiç geri dönmemecesine.sonsuz sevgi ve saygılar dilerim bu güzel satıları okuma fırsatı verdiğiniz için.Ömer Gürler.
YanıtlaSil