Çocukluk zamanları
"İlkokul öğretmenim Mihriban Aktarı'ya"
Bir köy çocuğu
olarak doğdum. İlkokul ikiye kadar da köyde yaşadım. Bebekken
dedemler, annemler elbirlik tarlada çalışırken, bana da ağaç altında bir cingen
salıncağı kurulurmuş. Orada gölgede uyurmuşum. Biraz büyüdüğümde eşek sırtında
tarlaya gittiğimi hatırlıyorum. Hatta hasat vakti geceleri tarlada kaldığımızı
da.
O zamanlar öyle
traktör, biçerdöğer, otomobil filan yok. Tarlada iş günler sürüyor. Mahsul
toplanıp öküz arabalarıyla harman yerine taşınıyor. Bu kez de harmanda
kalınıyor ailece. Çünkü önce arpa, sonra buğday, ardından mısır ve ayçiçeği.
Hepsi birkaç ay içinde peşpeşe harmanda işlenip, çuvallanıyor.
Satılacaklar
kasabaya götürülüyor. Kışlıklarsa evin erzak ambarı bölümüne istif ediliyor.
Ürünün sapları da ziyan edilmiyor tabi. Onlar da hayvanlar için
samanlıklara tıka basa iyice depiliyor.
Doğduğumda harman
vaktiymiş. Bir sene sonra emekleyip tay tay dururken yine çardak altındaymışım.
Sonraki yazlar o harman senin bu harman benim oynadığım, koşuşturduğum
yıllardı. Harman yeri zaten köyün hemen altında bir düzlükteydi. Baharda herkes
kendi yerini düzeltir, otlarını temizler, sular, çardağını kurar ve hasata
hazırlardı. O zamanlardan hatırladıklarım; neşe içinde dövene binmek,
sap saman üstünde yuvarlanıp oynamak ve geceleri çardakta uyumaktı. Biraz
büyüyünce görevim harman dönen hayvanların buğday üstüne şey ettiklerini
toplayıp gübre yığınına atmaktı.
Şimdi düşünüyorum
da, o zamanlardan aklımda kalan bazı sahnelerin anısı hala yüreğimde. Mesela
delikanlı bir büyüğümle sık sık değirmene giderdik. Buğday çuvalı enlemesine
eşeğin çıplak sırtına yüklenir. Beni de üzerine oturturlardı. Benim ele avuca
gelmez yaramazlıklarımdan mı , yoksa ısrarlı ağlamalarımdan mı bilinmez
değirmene gidilecekse ben de olurdum aralarında. Büyüğüm dediysem halamoğlu da
ya onbeş yaşında ya onyedi. Önümüzde arkamızda bizim gibi eşekleriyle değirmene
giden, ya da dönen insanlar. Keçi yolu gibi bir patikadan, orman içinden döne
kıvrıla sonunda sancakderesine ulaşırdık.
Değirmen suyun
daraldığı loş, serin, yüksek ağaçlı, kayalık bir yerdeydi. O kendine has
gürültüsünü hatırlıyorum; fışkıran suyun ve deli gibi dönen değirmen taşlarının.
Yükümüzü indirir diğer gelenlerle birlikte sıramızı beklerdik. Bu arada azık
torbası çıkar; ekmek, peynir, domates artık Allah ne verdiyse yenirdi hep
beraber. Sanırım deredeki balıklar da ilgimi çekerdi ama en çok değirmencinin
una bulanmış kaşları, değirmenin kokusu ve o koca taşların nasıl olup ta öyle fır
fır döndüğünü merak ederdim.
Benim hayal meyal hatırladığım,
ama rahmetli halamoğlunun anlatırken her seferinde kendisini gülmekten
alamadığı bir anım daha var bu yolculuklardan. Unu yükleyip, yine ben üstünde o yaya giderken nasıl olduysa eşek ürkmüş çuval bir tarafa ben bir tarafa düşmüşüm. Neyse ki bir şey olmamış. Patika kenarında bir taşın üstüne oturmuşum. Bu arada o eşeği
zapt etmeye çalışıyor. Bense başım ellerimin arasında, düşen un çuvalını
yeniden yüklemeye uğraşan Mesut abime şöyle diyormuşum: "Olmadı ki, hiç
bişey olmadı ki, bak başım burda." Çocuğun halini bir düşünün. Bir
taraftan kan ter içinde kalmış uğraşıyor, öbür yanda başına gelene mi kızsın,
bana mı gülsün.
Yaz sonuna doğru
harmanlıklarda mısır kırılır, ayçiçek dövülür. Bizim köyde birlikte yapılan bu
çeşit işlere "meci" denirdi. İmecenin bir başka söyleniş biçimi yani.
Bilhassa akşam vakitleri ayışığı, lamba ya da löküs (gazyağı ile çalışan, pompalı
bir çeşit aydınlatıcı) şavkında olanları hatırlıyorum. Çünkü çok eğlenceli ve
renkliydiler. Bu ortamlar bilhassa köyün gençleri için arayıp da bulamadıkları
şarkılı, manili birer eğlence vesilesiydiler. Oturdukları yerde hem konuşur,
hem eğlenir, hem de çalışırlardı. Mısırsa birbirine sürterek, ayçiçekse
kafaları sopayla dövülerek taneleri çıkartılırdı hep birlikte. Biz çocuklar da
etraflarında koşturur, öbek öbek harman yerleri
arasında saklambaç oynardık. Bu arada akraba kadınlar birbirleriyle çene
çalma fırsatı bulur, neneler çocuklara uydurup uydurup masal anlatırlardı. Çok
zaman da masalın sonunu dinleyemeden dizlerinde uyumuş olurduk zaten.
Köyün iki tarafında
yaz kış gürül gürül akan iki çeşme vardı. Eskiden evlerde şimdiki gibi su
olmadığı için bu çeşmelerden genç kızlar bakraçlarla su taşırlardı. Genellikle
iki ucu çentikli orta büyüklükte yaklaşık birbuçuk metre uzunluğunda bir
sopayla taşınırdı bakırlar. Ama aslında bu işin görünen tarafıydı. Çünkü benim
çocukluğumda köy çeşmeleri genç oğlanlarla kızların gözde mekanlarıydılar.
Kızlar aralarında fısıldaşır, gülüşür, oğlanlar biraz uzaktan onları
keserlerdi. Çocuklar içinse sadece farklı bir oyun yeriydi oralar. Akan suya
başlarını sokar, ahırlarında yıkanır, birbirlerini ıslatırlardı.
Harman sonrası yeni
konukları olurdu buraların. Çeşmenin serin sularında bu defa kış için buğday
yıkanır, kazanlarla bulgurluk, keşkeklik buğday kaynatılırdı. Haşlanmış hafif
şişmiş yumuşak buğdayı avuç avuç yemeyi çok severdim. Kadınlar bizi kovalar, biz
yine göz ile kaş arasında aşırmayı bilirdik. Çocukluk işte.
Bazen ayağımızda
lastik ayakkabı, çok zaman da yalınayaktık. Şırıl şırıl akan serin sular,
tepsiler kalburlar, bir tarafta kaynayan kazanlar, kış hazırlığı yapan kadınlar
ve etrafında cıvıl cıvıl bizler. Hiç derdimiz, tasamız yok. Etrafımızda
yaşanan hayat kavgasının, acıların farkında değiliz. Mevsimler değişiyor,
mekanlar farklılaşıyor ama biz çocuklar daima orada olmaya devam ediyorduk.
Yani sahne ne olursa olsun biz kendi renklerimizle oralardaydık.
Bugün kentlerde,
apartmanlarda doğup büyüyen çocukların böyle anıları yok. Belki biz de onların
yaşadıklarını görmedik, yaşamadık. Ama ben şahsen, fakir ama renkli geçen
çocukluğumu kalbimin en ücra derinliklerinde özenle taşıyorum. Elbet her nesil
kendisiyle birlikte götürüyor çocukluğunu. Bir kez daha yaşanması mümkün
olmayan anılarını. Bu işin kaçınılmaz ve hüzünlü tarafı. Tabi ki yeni nesiller de
yeni anılar yaşıyorlar kendi
zamanlarında. Karşılaştırmak gereksiz ve bir o kadar da anlamsız. Ama anlatmak
gerek yeni zamanlara eskileri. Tarlaları, harman yerlerini, köy çeşmelerini.