İş hayatında
sevmediğim, rahatsız olduğum davranışlardan birisi de isteneni yapıyormuş gibi
görünüp, vaziyeti idare etmekti.
Hiç böyle yapmadım, yapamadım. Ama böyleleriyle çok karşılaştım. Sadece yönetici düzeyinde değil çalışanlar arasında da oldukça yaygın. Kendince akıllıca, ama gerçekte sinsi bir kurnazlık türü bu.
Hiç böyle yapmadım, yapamadım. Ama böyleleriyle çok karşılaştım. Sadece yönetici düzeyinde değil çalışanlar arasında da oldukça yaygın. Kendince akıllıca, ama gerçekte sinsi bir kurnazlık türü bu.
Aslında hepimiz
yaşamımızda yerine göre uygun maskeler kullanırız.
Aynı insan her durumda aynı hali tavrı göstermez. Mesela arkadaşken başka,
sevgiliyken daha başka, baba vaziyetinde çok daha başkadır insan. Çalışma
hayatında da öyle. Aynı kişi memurken farklıdır, şef olduğunda, müdür olduğunda
daha farklı. Her ne kadar "göründüğün gibi ol, olduğun gibi görün"
dense de, bu tür "rol" kesmeler hayatın bir parçasıdır yani. Hani
vardır ya beyaz yalanlar, onun gibi doğal ve zorunlu.
Zaten bazılarına göre insanlar kendi başrolünü
oynadıkları bir tiyatro eserini icra etmiyorlar mı ? Ömürler de böyle. Dünya
sahnesinde farklı dekorlarda değişik roller oynayarak geçiyor ömrümüz.
Empati yapmak da "...mış gibi yapmanın" bir
çeşidi. Hem kişisel dünyamızda, hem de sosyal hayatımızda çok zaman işe yarar.
Kendimizi başkasının yerine koymak, o hal sanki bizim başımıza gelmiş gibi
düşünmek daima faydalıdır. Kuşkusuz çalışırken de gelişen farklı senaryolara
karşı empati yapmak, daha gerçekçi bir yol tutturmaya yardımcı olur.
Benim anlatmak istediğim "...mış gibi
yapmak" iş hayatındaki bukalemunluklar. Vaziyeti idare ederek gerçekte
çalışmamayı, adeta yaşam felsefesi haline getirmiş olanlar. Yapıyormuş gibi
görünüp, aslında kendi kafasına göre yaşamaya devam edenler.
Çalışma dünyasında olumsuz algılandığı için saman
altından su yürüterek yapılıyor bu çeşit işler. Zira neticede olumsuz sonuçları
herkesi etkileyen bir davranış biçimi bu. Zaman zaman oynanan masum rollerin
ötesinde, hain, hilebaz hatta bazen sahtekarlık düzeyinde olabiliyor.
Geçmişte yaşanan siyasal istikrarsızlıklar nedeniyle
duruma göre hareket etmeyi adet haline getirmiş çok insan gördüm. Sanki
gardroplarında maske kolleksiyonu vardı. Favoriler kısaltıp uzatılır, bıyıklar
dil olup konuşurdu. Gelen iktidara, bakana ya da genel müdüre uygun davranış
geliştiriliyordu. Bazen roller karışıyor, yanlış zamanda yanlış maskeler komik
durumlara da yol açıyordu. Ama olsun.
“Mış” gibi yapmak; ağlarken gülmeye, kasılarak
yürürken birdenbire sürünmeye, korkarken atıp tutmaya ustalıkla geçebilen
aktörlerce sürdürülebiliyordu. İçki masalarından abdestli namazlı hallere,
sonra da gerdanı devire devire konuşmalara geçilebiliyordu rahatça. Aynı
"değiştir" oyunundaki gibi. Şarkıdan şarkıya, türküden arabeske,
poptan ilahiye değiştir babam değiştir.
Bu günden geriye baktığımızda şimdi pek komik, belki
de traji komik geliyor değil mi bu haller. Ancak zamanın çok sık değişen,
istikrarsız, oynak siyası ikliminde "mış gibi yaparak" ayakta kalmak
bir maharetti. Bu davranış biçimini hayatının felsefesi haline getirenler için
de oldukça normal.
Olumsuz anlamda “mış” gibi yapmanın alanı sadece
siyasi iktidarlara uyum sağlamak değil elbette. Çalışırken etrafınıza
dikkatlice bakarsanız sayarmış gibi yapan, ot yolarmış gibi davranan, ürünleri
değil de ambalajları konuşan pek çok insan görebilirsiniz. En çok çalışan
onlardır, yaptıkları şeyler çok önemlidir, hatta şirketi, devleti bile onlar
kurtarmaktadır ! Çünkü öyle görünmek istemektedirler. Öyle bilinsin isterler.
Maskelerinin altında içi boş bir teneke vardır aslında. O yüzden öne fırlarlar,
sesleri herkesten fazla çıkar.
Benim dönemim kamu yönetiminde pek çok yeni yaklaşımın
konuşulduğu, uygulanmaya çalışıldığı bir dönem oldu. Çünkü 20.yüzyılın ikinci
yarısından itibaren dünya dalgalar halinde ve büyük bir hızla değişti. Türkiye
geriden gitti ama o da bu dönüşümlerden nasibini aldı neticede. Sadece siyasal
değil, yönetsel, teknik ve mali anlamda da çok keskin farklılıklar yaşandı bu
sürede. Elbette insan olarak çalışanlar, yöneticiler de etkilendi bu değişim
dönüşümden.
Devlet baba geleneğinden, hizmetkar devlete dönüşmek
zordu mesela. En başta da "dövlet" üfürüğüyle şişirilmiş, büyük (!)
makamların, küçük insanları için. Planlama modasının revaçta olduğu yıllar
oldu, birbiri ardına barajların, yolların inşa edildiği dönemler. "Böyyük
Türkiye !" sloganı geçerliydi. Sonra nasıl olduysa bir "verimlilik,
etkinlik" rüzgarı esmeye başladı kamuda. Daha bunda ayamamışken bilgisayar
dalgası gelip geçti üstümüzden. Tak, tak daktiloya alışmış parmaklar, tıkır
tıkır klavye basmaya başladılar.
Bu arada bilgisayarı masasının en mutena köşesinde bir
vazo gibi, biblo gibi sergileyenler değişimi anlayamadılar. Her yazıda, her
raporda tekrarladıkları "etkinlik, verimlilik, rasyonellik"
kelimelerinin bir yaşam tarzı olduğunu fark edemediler. Oysa öyleymiş gibi
davranıyorlardı.
Sonuçta ne mi oldu ? Kaybolup gittiler ama,
beraberlerinde kurumlarının, hatta ülkenin kaynaklarını, yıllarını da
tüketerek. Onlara işaret veren, geliyorum diyen gelecek dank diye geldi
sonrakilere. Ama onlar da yeni yeni çağdaş yaklaşımlarla uğraşıyorlardı. Proje
yönetimi, Kalite yönetimi, stratejik yönetim, Performans yönetimi…Şaşkına
dönmüşlerdi, hangi birisini yapacaklardı ?
En iyisi "...mış gibi yapmaktı". Eskileri
tüketen formülü yeniden keşfetmişlerdi; "Evraka, buldum !" Gerçekte
buldukları şey yine eskilerin dediği "idare-i maslahat" yada düpedüz
"öğrenme, anlama, yapma, idare ediver gitsin" di.
Bir sürü para verdiler, bir sürü insan çalıştı.
Sonunda bir kitap çıkardılar adı "Statejik Plan" dı. İçinde
anlamadıkları vizyon, misyon, ilkeler, amaç, hedef, performans filan bazı
şeyler vardı ama mühim değildi. Önemli olan yasaya uygun bir plan yapmış
olmaktı.
Kalite politikaları astılar duvarlarına. Ama
yaptıklarının kaliteyle alakası var mıydı ? Durumları neydi, daha ne yapmaları
gerekiyordu ? Bunları merak etmediler.
Statejik Planı kütüphanelerinin en görünür yerine, boy
sırası cicili bicili kitapların arasına koydular, ama okumadılar bile. Onun
yerine toplantılarda hazırlanıp ellerine verilen tumturaklı konuşma metinlerini
okudular. Konu "Stratejik yönetim" di. Ama içlerinden şöyle
geçiyordu; "Şimdi sırası mı, yapılacak daha önemli işlerim var, ilgili
birimler bakar nasıl olsa."
Evet, etrafınıza, altınıza üstünüze yeniden bakın. Ha
bire yazılar, raporlar yazan, sunumlar yapan, toplantılara katılan, böylece
günün gerisinde kalmayan ama bunların bir tekini bile hayatına geçirememiş o
kadar çok insan göreceksiniz ki.
Doğrusunu söylemek gerekirse böyle bir çok şeyi
"...mış gibi yapmak" epey bir maharet ister. Tecrübe işidir yani.
Herkes beceremez, her mış gibi yapan da izleyenlerde, gerçekten yapıyormuş
izlenimi uyandıramaz.
Bazen düşünürüm, yapmak zorunda oldukları işleri
gerçekten inanarak, en iyisini yapmak için gayret gösterselerdi daha mı fazla
enerji harcarlardı. En azından böyle yapmak için çaba gösterselerdi daha mı az
saygın olurlardı ?
Kuşkusuz mış gibi davranmanın ülke kesesinden geçinmek
gibi yanlış bir tarafı var. Etraflarına, kurumlarına, en kötüsü de gençlere
zararlı oluyorlar. Ancak, hayatlarını "mış gibi yaparak" geçirenler
aslında en fazla kendilerine kötülük etmiyorlar mı? Bir ömür, böyle kuyruklu
yalanlar üzerine bina edilebilir mi ?
Mesela gerçek dostları olur mu böylelerinin ? Yoksa,
yaşamları hakikatli olmadığı gibi dostları da mı hakikatli olmaz ? Belki
dostları da "...mış gibi" yapıyorlardı kim bilir. Kel başa şimşir
tarak yani.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder