1 Ocak 2024 Pazartesi

01 Ocak 2024 Pazartesi; TORUNLARIMA MEKTUPLAR.......................ANILAR; 01 Ocak

115 01Ocak 2014 Çarşamba 21;55 ANKARA HASTALIKLARI..............İktidar Oyunu

İktidar oyunu [1]


Türkiye için iktidar Ankara demektir. Ekonomik, sosyal ve kültürel açıdan bu ülkenin bir numaralı kenti İstanbul olmasına karşılık başkentin bu konumu siyasal gücünden gelir.

Siyaset ve politika adeta Ankara ile özdeşleşmiştir. Neden ? Çünkü devlet işleri ve gücü orada yoğunlaşmıştır.

Siyaset kelimesinin Arapça "Seyis" yani "At Bakıcısı" kelimesinden türediğini düşünürsek, onun iktidar gücüyle ilgisini daha iyi anlayabiliriz.

Şahsen ben siyaset ile politika kelimelerini aynı anlamda kullanmamaya çalışırım. Nedeni, ağırlıklı olarak siyasetin devlet işlerini, politikanın ise iktidar gücüne ulaşmadan önceki halleri çağrıştırmasından.


Sözlük anlamı itibariyle iktidar; yönetme gücü demek. İster krallıkla, ister demokrasiyle olsun, bir toplum ve onun sahip olduğu kaynaklar üzerinde tasarruf etme anlamına geliyor.

Bu anlamda hükmetmek ve yönetmek öyle cazip bir güç ki, adeta insanlık tarihi iktidarı ele geçirmek için çıkan çatışmalardan oluşmuş gibi görünüyor.

Bu hırsa kapılanlar akıllara durgunluk veren kanlı oyunların içerisine girebiliyorlar. O yüzden bu tür oyunlar sadece kendilerinin değil, aynı zamanda ülkelerin de kaderini belirleyebiliyor.

Başka ulusların tarihinden örnek vermeye lüzum yok, bizim tarihimiz; iktidar sahipleri ile ona sahip olmaya çalışanlar arasındaki çatışmalar açısından oldukça zengin. Öyle görünüyor ki bu mücadeleler, hem kendileri, hem de talip oldukları devlet gücü üzerinde ağır hasarlara yol açmış. Yine de Osmanlı'dan günümüze yaşanan bu iktidar oyunlarında aktörler, mekanlar, zamanlar değişmiş, ancak mücadele hiç değişmemiş.

Osmanlı’da şehzadeler Fatih Sultan Mehmet’e kadar günümüz siyasi partileri gibiydi. Her şehzade padişah olacak şekilde yetişir, böylece siyaset, idare ve iktidarı uygulamalı olarak öğrenirlerdi. Tabi, doğal olarak ikbali ona bağlı etrafındakilerle birlikte kaçınılmaz bir iktidar mücadelesinin içinde bulurlardı kendilerini. Bu yöntem işte tam da bu nedenle acı bir geleneğe, devlet için kardeş katline yol açmıştır.

Hızla büyüyüp güçlenen, bir anda beylik katından devlet katına yükselen Osmanlı tahtı ve çevresinde oluşmaya başlayan asker/sivil bürokrasi giderek herkes için çekici hale gelmiş olmalı. Çünkü bu cazibeyi doğrulayan ilk isyan Çandarlı Halil Paşa ile başlıyor.

Çandarlı ki o, II. Murat Ve Fatih Sultan Mehmet dönemlerinde yaklaşık 15 yıl Osmanlı sadrazamlığı yapmış önemli bir devlet adamıydı. Osmanlı Devleti’ni kuran birkaç ailenin birinden, Çandaroğullarından geliyordu.

Ancak, Fatih Sultan Mehmet’in Osmanlı tahtına geçmesine sürekli muhalefet etmiş, hatta İstanbul’un fethi konusunda Fatih’in başarısız olması için düşmanla işbirliği bile yapmaktan çekinmemiştir.

Diğer yandan İstanbul kuşatması Sultan Mehmet için kendisine direnen Osmanlı asker bürokrasisi karşısında bir tür var olma, yok olma mücadelesidir. Bu savaşın İstanbul kadar kendisinin de kaderini belirleyeceğinin farkındadır genç sultan. “Ya İstanbul beni alır, ya ben İstanbul’u” sözünü bir de bu açıdan görmek lazımdır örneğin. Belki de bu yüzden ümitsizliğe kapılan askeri son büyük saldırı için bizzat kendisi yüreklendirmiştir.

Neticede iktidar gücünün kimde olduğu, kimle ve nasıl paylaşılacağı konusundaki belirsizlik İstanbul’un fethiyle sona ermiştir. Ama hırsı Çandarlı Halil Paşa’yı idama götürmüş, onunla birlikte bu iktidar oyununu oynayan bürokrasinin de yenilgisiyle sonuçlanmıştır.

Çok değil bir nesil sonra  aynı sadaret makamına Çandarlı’nın oğlu İbrahim Paşa getirilecektir. Bu olay, iktidar mücadelesinin devam ettiğini, Fatih’in yerine şehzade Cem’in değil de Beyazıt’ın geçmesiyle birlikte bürokrasinin rövanşı aldığını göstermektedir.

Fatih'in ardından Kanuni, Beyazıt, IV. Murat gibi padişahların dönemi de iktidar mücadeleleriyle doludur. Bunu kurmaca olmasına karşılık, günümüz “Muhteşem Yüzyıl” dizisinden de görebiliyoruz. Zamanın başkenti İstanbul’da yaşanan bu siyasi çalkantıların, darbelerin ve kanlı olayların odak noktası nedense hep Yeniçeri Ocağı olmaktadır. O fitne ocağı da nihayet tarihte Vaka-i Hayriye adıyla bilinen kanlı bir darbeyle II.Mahmut tarafından söndürülür

Ancak, Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılması siyasi muhalefeti yok etmez, belki değişip farklılaşmasına neden olur.  O kadar ki Vaka-i Hayriyeden sonra tüm Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti siyaseti bu Yeniçeri Ocağından dönüşen “İstemezük” kimlikli muhalefet tarafından şekillendirilmiştir.

Bazıları tarihimizin aslında bir darbeler tarihi olduğunu öne sürmektedir. Çünkü ocak kaldırılmış olsa da, artık siyasi genlerimize işlemiş saraydaki/meclisteki ordu korkusu geçmemiştir.

Siyasi hayatımızdaki İttihat ve Terakki, Kuvayi Milliye, CHP, 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat, 27 Nisan, Ergenekon vb. zincir halkaları bu gölgelerin devamı olarak varlıklarını sürdürüyorlar. Hem de yeni yeni siyasi mobing uygulamalarıyla zenginleşerek.

Yeni bir gelişme olduğunda, farklı bir fikir ortaya atıldığında, onun bilinen alışılagelmiş düşünce kalıplarına, örneğin dini geleneğe, laikliğe, Atatürkçü düşünceye, demokratik, sosyalist veya liberal kültüre uygun olup olmadığına bakarak sorgulayıp, kabullenmek veya reddetmek türünden davranışlar geliştirilmiştir.

Yerine göre korku dağları yükseltilmiş, zamanı gelince tanklar yürütülmüştür. Muhtıraların şekli değişmiş, bildiri olup internet sitelerinden yayınlanmıştır. Kasetler, telefon dinlemeleri çıkmıştır boy boy, çeşit çeşit. Medya savcı olmuştur, mahkemeler mübaşir. Resmi tarih de bu alanda adeta bir tür yüksek mahkeme gibi kullanılmıştır.

Anlaşılıyor ki, bizdeki iktidar çekişmeleri hiç te yeni değil. Yirminci yüzyılın hemen başında İkinci Abdülhamid'in hal'inden başlayarak bu ülke çok büyük bedellerin ödendiği iktidar oyunlarına sahne olmuştur. Koca bir imparatorluğun, on yıl gibi kısa bir zamanda tarih sahnesinden çekilmesi başarılmıştır.

Ve aynı zincirin acı dolu halkaları; 27 Mayıs, 12 eylül darbeleri gelmiştir yirmi yıl arayla. Cumhuriyet tarihimizin son yarım yüzyılını şekillendiren bu ihtilallerin izleri bugün hala üzerimizde. 12 Mart, 28 Şubat, 27 Nisan muhtırası/bildirisi gibi versiyonlar da hep bu siyasi depremlerin artçıları gibi yaşandı.

Belki Osmanlı’daki mücadeleler sadece iktidar hırsıyla sınırlıydı ve bedeli başlarıydı. Ancak bugün yaşanan çekişmelerin pek çoğunu ne yazık ki sadece insanî zaaflarla izah etmek zor. Ülkenin ileri gitmesini sakıncalı bulan odakların rüzgârıyla yelken şişiren, memleket hayrına işlere ideolojik saiklerle engel olanlar bu kadar masum değil. Üstelik, yargının dolambaçlı labirentlerinde kayboluyorlar.

İktidar oyununda yer alan sert çizgili güçlü yüzlerde; ihtiras, öfke, korku, kibir, ihanet, servet toplama, şatafat, zevk-sefa merakı, iş bilmezlik, saflık, bilgisizlik gibi renk renk çizgi var. Ama sebep ve gerekçe ne olursa olsun, dün de bugün de büyük işlere, önemli adımlara engel olanlar tarih önünde mahkûm olmaya devam edecekler.

Yine de dikkatli olmak lazım, baksanıza İstanbul’un fethi gibi ihtişamlı bir zafer bile neredeyse böyle bir çekişmeye kurban gidecekmiş.

Dün İstanbul, bugün Ankara iktidar oyunlarının sahnelendiği hastalıklı mekanlar. Yüzlerce kez sahnelenen "İktidar Oyunu" her geçen gün, ilave olan yeni aktörler ve yeni senaryolarla hala devam ediyor.

Sarıkız, Ayışığı, Balyoz, Ergenekon, Gezi ve 17 Aralık operasyonlarının da bu şeytan izinin devamı olup olmadıklarını elbet bir gün tarih yazacak. Ancak bunca tecrübeden sonra, millet olarak iktidar yolunda sergilenen bu tür oyunları önceden sezebilmek, olayları doğru okuyup kimin yanında sağlam duracağımıza karar vermek elimizde.


[1] Avni Özgürel, Gazeteci, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e İktidar Oyunu, Etkileşim Yayınları, İstanbul, Haziran 2009

 Gazete yazıları II albümüne yeni bir fotoğraf ekledi.


31 Martta Türkiye’de mahalli seçimler yapıldı. İttifaklar arasında adeta bir genel seçim havasında geçen seçimler sonucu Cumhur ittifakı %52, Millet İttifakı %38 olarak gerçekleşti. Katılım oranı %85 oldu. İstanbul ve bazı yerlerde nefes nefese geçen bir yarış izledik.

Ne yazık ki, 2019 yılı dünyanın birçok yerinde zulüm, göç ve ölümün kol gezdiği bir yıl oldu. Dünyanın bir başka boyuttaki insani felaketi; göç ve göçmen sorunu da büyümeye devam ediyor.“Gülme komşuna gelir başına” denmiş ya; maalesef dünyada da terör ve şiddet giderek artmakta. Hemen güneyimizde yer alan Suriye’de kan ve gözyaşı ise hiç dinmiyor.

Her türlü uyarıya rağmen verilen sözler tutulmayınca Türk Silahlı Kuvvetleri Fırat kalkanı ve Zeytin dalı Afrin harekâtlarından sonra bu kez de 9 Ekimde Suriye'nin kuzeyine bir Barış Pınarı Harekâtı başlattı.

Artık 2019 geride kaldı. Milenyumda bir on yılı daha tükettik. Dünyanın, güneşin, gezegenlerin, galaksimizin uzayda dönüp gitmesi gibi zaman da biteviye akıp gidiyor. 31 Aralık Salı günü gece saat 23.59 ile 01 Ocak Çarşamba günü saat 00.01 arasında sadece sanal bir perde var. Ne kocamış bir yıl, ne de genç bir yeni yıl söz konusu. Yılbaşı gibi, onlar da bizim yakıştırmalarımız.

Ne dövünüp üzülecek, ne de sevinip eğlenecek bir şey yok ortada. Başkalarının gelenek görenek ve modaları kendilerine kalsın. Bizim için geçen zamanın muhasebesini yapmak, gelecek günler için de hayırlısını dilemek en güzeli.

2019 yılındaki olumsuzlukları yaşamayalım, 2020 yılı güzellik ve iyiliklerle geçsin inşallah. 


03 Ocak 2021 Pazar 22:30 CORONA GÜNLERİ.................................... Bindik bir alamete

Yeni yılın ilk günü

Her yeni yılın ilk günlerinde tarih konusunda sıkıntım olur. Mesleğim muhasebe ve mali konular olduğu için bu sık sık başıma gelmişti. Tarih bölümüne eski yılın tarihini attığımı bir süre sonra ancak fark ederim. Düzeltirim ama bu hata canımı da sıkar. 

Bugün de başıma geldi. 01.01.2021 yerine yine 01.01.2020 yazdım alışkanlıkla. Biliyorum ki birkaç gün içinde bu yeni tarihe de alışacağım. İnşallah 2021 yılına bilinç altında bir ayak direme değildir. Öyle ya da böyle o kayığa bindik bile.

Kayık dedim de çocukluğumda koca dere üzerinde bir sal olurdu. Çelik bir halat üzerinde hareket eden makaralı ahşap bir geçiş aracıydı. İnsanları, hayvanları ve eşyaları geçirirdi karşı kıyıya. Köprü yoktu o zamanlar. Bu işi yapan adam da birkaç nesildir babadan oğula geçmiş bir mesleği icra ediyordu. Elinde koca bir sırık salın hareketini kontrol eden o adam hala gözümün önünde. Şöyle bağırırdı kıyıdan hareket ettiğinde: “Eyy! Çıktık yola/Bakmayın sakın suya/Bindik bir alamete/Gidiyoruz kıyamete/Haydii! Ya Allah.”

İşte 2020 kıyısından 2021 salına bindik, gidiyoruz gari. Allahım kazadan beladan korusun. Çıkalım sahili selamete. Haydii! Ya Allah.

Dünya telaşı

Dün “İşte 2020 kıyısından 2021 salına bindik, gidiyoruz gari” diye bitirmişim. Bir de dua etmişim:“Allahım kazadan beladan korusun. Çıkalım sahili selamete. Haydii! Ya Allah” diyerek. Gerçekten öyleydi böyleydi derken 2021’in ikinci gününü de tamamlamak üzereyiz. Perşembeden bu güne ne değişti dünyamızda?

Dünyada corona tam gaz devam. Ülkemizde tedbirler işe yaradı, sayılar inişte. Ama galiba İngiltere kaynaklı mutasyonlu virüs bize de uğramış! Vaka sayısı 15. Bir yıldır bütün dünyayı saran virüsün bir kişiden çıkıp yayıldığını düşününce...Brrr! Gerisini düşünmek bile istemiyorum. Biz ondan kurtulmak istedikçe o habire şekil/kılık değiştirip üstümüze üstümüze geliyor galiba.

İnşallah yetkililer gereğini yapıyorlardır. Biz dünya meşgalesi ile uğraşa duralım. Çocuklar, torunlar, hastalıklar, güzel haberler, sürpriz olaylar. Ne derler? 32 kısım tekmili birden hepsi eve hapsolmuş küçük dünyalarımıza sığıyor. Bir devrile devrile kaynama hali, bir curcuna ki sormayın. İnsan şöyle bir kendine dışardan baksa bunca şeyin bir eve nasıl sığabildiğine şaşırır kalır. Bir de şöyle düşünün: bulunduğunuz şehirde, ülkede kaç ev varsa o kadar hikaye var. Bunu dünya ile çarpın…Akla ziyan bir hesap bu.

Ülke olarak Corona günlerinin 296.ncısındayız. Dünyada 380 gün geride kaldı. Bugün yani 2 Ocak itibariyle tüm dünyada 84,1 milyon vakaya ulaşıldı. Ölenlerin sayısı 1,83 milyonu (%2,2) bulurken 47,4 milyon (%56,4) kişi iyileşmiş. Ülkemizde ise bu güne kadar 2,23 milyon vaka kaydedildi. 21.295 kişi (%0,95) vefat etmiş durumda. İyileşenler ise 2,13 milyon (%95,5) olmuş.

Son üç günlük trende bakarsak günlük vaka sayıları: 14.380, 12.203,11.180 olmuş, azalma çok bariz. Aktif hasta sayıları 2.219,1.908,1.713 görünüyor, düşüş belirgin. Ölümler 239, 212 ve 202 olmuş. Burada da azalma var. Ağır hasta sayıları 3.918, 3.891, 3.764 olarak kayda geçmiş, çok şükür ki onlar da giderek küçülüyor.

Aşı çalışmalarının bu ayın ortalarında başlayacağı açıklanmış. Yerli aşı da Nisanda olabilirmiş. İnşallah diyelim. Umarım başarılı bir sonuç alınır. Bu arada başka başka belalar sarmaz başımızı. Öyle görünüyor ki en azından bahara kadar “TMM” tedbirlerine kesintisiz devam edilecek. Ama 2021’i bırakalım 2022’ye böyle girmek için mecal kalmadı. 

Yazma savaşım

Bu corona günlerinin bana bir faydası oldu. 298 gündür artan bir yoğunlukta yazabiliyorum. “Corona günleri” başlıklı günlüklerim orta boy bir kitap çapında oldu bile. Haftada bir Susurluk Reis gazetesine yazıyorum. Neredeyse 4 yıl oluyor. Gazete çıkmadığı birkaç hafta hariç her hafta yayınlandı. O da 185 yazı oldu. 

Üçüncü kitabım “Küçük/Büyük şeyler”ilk ikibuçuk yılın yazılarından ortaya çıkmıştı. Son bir yıldır tam 55 haftadır Susurluk için bir stratejik plan önerisi üzerine yazıyorum. Allah nasip ederse o da hacimli bir kitap olacak.

Onun dışında bazen şiir oluyor, bazen türküler üstüne yazılıyor bazen de farklı konularda denemeler. Corona günlerinden önce başlayıp ta yarım bıraktığım; “70’li yıllar” ve “Sürgün” isminde iki serim daha var. Biri belgesel tadında derleme, diğeri ise bir tür roman. İnşallah onlar daha iyi günleri bekliyor, tamamlanacak. Bugün “yzyorum.blogspot.com” adlı bloğuma baktım, oradaki yazılarımın sayısı da 822 olmuş.   

Facebook benim için vitrin görevi yapıyor. Zaten orası gençler terk edeli beri bizim gibi eski tüfeklere kaldı galiba. İnsanlar yazdıklarımı okusunlar istiyorum tabi ki. Ancak bakıyorum da insanlar bir iki paragrafı ancak okuyorlar. Söz gelimi face’i 10 kişi okumuşsa, oradaki linki tıklayıp Blogumdaki asıl yazımı okuyanlar sadece bir iki kişi. 

Bu sözde akıllı cep telefonlarından ancak bu kadar okunabiliyor herhalde. Çocuklarım bile uzun yazdığımdan şikayet ediyorlar. Kötü yazdığımı şimdiye kadar kimse söylemedi. Bu iş face gibi Bloglar gibi sanal dünyalarda böyleymiş deyip yine de klavyemi tıkırdatmaya devam ediyorum.

Yazmaya olan tutkumu başkalarının anlamasına ihtiyacım yok. Ben 30-40 yıldır içimde kalan bir hevesi gideriyorum. Devlette çalışırken işime o kadar bağlıydım ve o kadar çalışırdım ki kendime bile zaman ayırmazdım. Değil ki şiir yazmak, ya da bir konu üzerinde çalışarak yazı haline getirmek. Ama bakın şuna da inanırım; insan ne yaparsa yapsın içindeki yetenek ya da tutku işine yansır. İnşaatta çalışan biri gönlünün sarayını yapar gibi tuğlaları dizebilir, bir çöpçü Rembrandt’ın resim yapışı gibi çalışabilir, bir memur yazdığı raporu bir müzik eseri gibi tamamlayabilir…

Ben de çalışırken, toplantı yaparken, rapor çıkarırken, resmi yazılara cevap verirken ya da o yazıları bizzat yazarken alttan alta “yazma” tutkumun yansıdığının farkındaydım. Ama bu kendi başıma hür olmadığım işlerdi. Belli kurallara, şablonlara riayet etmeliydim. Mutlaka okuyan farkı hissediyordu, ama “Bu ne böyle, adam roman yazmış basbaya” da dedirtmemem lazımdı.

Emekli olunca o zincirlerden de kurtuldum. 2013’te başladım, 7 yıl oldu yazıyorum. Severek, isteyerek ve tutkuyla. Yöneticiyiz ya; yönetim biliminde “Kendini gerçekleştirme” diye bir şey var. Muhtemelen yaptığım şey de o. Her gün yazıyorum, okunmasa da anlaşılmasam da yazıyorum. Şöyle kendime dışardan bakınca, afedersiniz sümüklüböcek gibi gittiğim yolun izi arkamdan belli oluyor. Ben yapabildiğim için mutluyum, keyif alarak yazıyorum, neticede ortaya bir şeyler de çıkıyor ya gerisi hikaye…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder