
Kültür merkezimiz açıktı ve oradaki faaliyetlerimiz sürüyordu. Kayıtlar nedeniyle iki ay başka meşguliyetler söz konusuydu. Ama kasım ayının ortasından itibaren de normal işlevine döndü. Şimdi başta kütüphane olmak üzere, öğrenci gazetesi, gezi kulübü, şiir ve tiyatro gruplarının da mekanıydı artık orası.
Özellikle Banu
ve Hale ile onların ayrılmaz üçüncüsü Orhan'ı hep orada görüyordum. Galiba
derslerini çalışmak dahil vakitlerinin çoğunu kültür merkezinde geçiriyorlardı.
Bizim arkadaşlar da alışmıştı onlara, sanki bizden gibiydiler.
Bu arada öğrenci gazetesinin de üçüncü sayısını çıkardılar. Bizim de yardımımızla yurt bülteni gibi oldu. Yurtta değişim, bayan kuaförü açıldı, derginiz gazeteniz artık ayağınızda, terzi Yusuf hizmetinizde, Uludağ gezisi vs. gibi bütün yurt haberleri oradaydı. Ayrıca öğrencilerin şiir, hikaye ve denemeleri de yayınlanıyordu. Gazeteye sığmayan, ya da henüz yayınlanmayan pek çok haber ve yazı da panodan takip edilebiliyordu.
Bu arada öğrenci gazetesinin de üçüncü sayısını çıkardılar. Bizim de yardımımızla yurt bülteni gibi oldu. Yurtta değişim, bayan kuaförü açıldı, derginiz gazeteniz artık ayağınızda, terzi Yusuf hizmetinizde, Uludağ gezisi vs. gibi bütün yurt haberleri oradaydı. Ayrıca öğrencilerin şiir, hikaye ve denemeleri de yayınlanıyordu. Gazeteye sığmayan, ya da henüz yayınlanmayan pek çok haber ve yazı da panodan takip edilebiliyordu.
Kültür merkezine
uğradığım bir gün kalabalık bir gruba rastladım. Kızlı erkekli 15-20 kişi
kadardılar. Ellerinde şiir kitapları vardı. Dikkatimi çekti selam verip
yanlarına oturdum "Merhaba gençler ! Misafir kabul eder misiniz ?"
Hep bir ağızdan "Meraba hocam, hoşgeldiniz, tabi tabi buyrun" diyerek
bana hemen yer açtılar.
Elimi uzattım,
kitaplardan birini alıp baktım. Tercüman
yayıncılık tarafından Temel Kitaplar serisinde yayınlanan “Türk Edebiyatının En
Güzel Şiirleri” adlı bir kitaptı. Masada ayrıca Enis Batur'un Remzi
Kitabevinden çıkmış "Perişey -
Şiirler" kitabı, Gültekin Emre'nin En İyi Şiir dalında ödül almış “Düş
Kuyusu” adlı kitabı, Attila İlhan'ın "Ben Sana Mecburum" adlı şiir
kitabı da vardı. Diğerlerine bakamadım, daha bir sürü vardı çünkü.
Gençler dikkatle
beni izliyorlardı, dilime bir Attila İlhan şiiri geldi kendimi tutamadım,
söyleyiverdim "gözlerin gözlerime değince / felâketim olurdu ağlardım /
beni sevmiyordun bilirdim / bir sevdiğin vardı duyardım / çöp gibi bir oğlan
ipince / hayırsızın biriydi fikrimce / ne vakit karşımda görsem /
öldüreceğimden korkardım / felâketim olurdu ağlardım"
Masadan bir
sevinç dalgası yükseldi "Hocam, harikasın kimin bu şiir ?" dedi
birisi. "Attila İlhan'ın, onun galiba üçüncü şahsın şiirinden aklımda
kalmış" dedim gülümseyerek. "Asıl siz harikasınız. Konu şiir ve siz
gençler olunca bravoyu asıl siz hakediyorsunuz. Ne güzel bir grup bu
böyle." Karşımda oturan orta boylu,
gözlüklü, kumral güleç yüzlü genç kız cevap verdi bana "Hocam, benim adım
Seval, Eğitim Fakültesi Edebiyat öğrencisiyim.
İnanın şu an çok sevindik. Şiir seven, şiir konuşan bir müdürümüz olduğu
için ne mutlu bize. Ayrıca bize bu ortamı sağladığınız için de teşekkür
ederiz."
Gruba baktım
hepsinin gözleri ışıl ışıldı, bu kızı önemsedikleri, saydıkları da belliydi. "Rica
ederim, başka yapabileceğim bir şey varsa söyleyin." Ayrılmak üzere ayağa
kalkmıştım, tek tek ellerini sıktım. Bu arada onlar da isimlerini söylediler
sırayla. Son olarak Seval yanıma yaklaştı "Hocam, acaba bir şey istesek
çok mu olur ?" Temiz yüzlü asil görünüşlü bir kızdı, ne isteyebilirdi ki ?
Gene de şakaya vurarak cevaplandırdım "Ne isteyeceğine bağlı."
Diğerleri de
etrafımızda, konuşmamıza dikkat kesilmişlerdi, kelimeleri seçerek özenle
konuştu "Hocam, biz görüyorsunuz şiir seven okuyan bir grubuz. Yurtta çok
sayıda bizim gibi arkadaşımız olduğunu da biliyoruz. Acaba bize izin verir
misiniz bir akşam burada bir şiir gecesi yapsak." Aslında bu teklif beni
ziyadesiyle mutlu etmişti. Neticede yurt etkinliklerimize bir yenisini daha
ilave edecek, havayı daha da yumuşatacaktık. Bu sürdürdüğümüz değişim
gayretlerine farklı bir renk ve lezzet katacaktı şüphesiz. Ayrıca sadece bu
gençlerin kalbini kazanmak bile buna değerdi.
Gözüm kültür
merkezinde sosyal etkinliklerle görevli yönetim memuru Fikret'i aradı.
"Buyrun müdür bey" baktım, Fikret biz konuşurken yanımıza gelmiş,
şimdi de benim hemen yanı başımda dikiliyordu. Zeki çocuktu, durumu çoktan
anlamış olmalıydı. Yine de sesimi grubun da duyabileceği şekilde yükselterek
Fikret'e talimat verdim.
"Fikret
bey, bak arkadaşlar bir şiir gecesi düzenlemek istiyorlar. Benim için uygundur,
yardımcı olalım onlara. Ayrıntıları sen konuş, Müdür yardımcısı Mustafa beyle
de istişare et. Gönlümüz şiire susamış, en kısa zamanda bir şiir ziyafeti çekti
canım." Kısa süreli bir alkış sesi
takip etti sözlerimi. Vedalaşıp ayrıldım kültür merkezinden. Banu, Hale, Orhan
ve iki arkadaşı da uğurlayanlar arasındaydı. Görünüşe göre onlar da mutlu
olmuşlardı bu küçük alışverişten.
Şiir gecesinin
yapılacağı gün benim için oldukça gergin ve yoğun geçmişti. Bir an evvel oturup
dinlenmek, işle ilgili hiç bir şey düşünmek istemiyordum. Arkadaşlarım bana
geceyle ilgili ayrıntıları anlattıklarında aslında hiç bir şey duymuyordum.
Sadece hazırlıkların tamam olduğu ve gidebileceğimi anlamıştım. Biri bayan iki
yardımcım, Fikret ve üç yönetim memuruyla salona girdik. Salon doluydu, aşağı
yukarı 150 kişi kadardılar. Bizi alkışladılar girerken. Seval ve arkadaşları
ise özenle giyinmiş, gelenleri karşılıyorlardı.
Ön tarafta
bizim için hazırlanmış sandalyelere oturduk. Sunucu da Seval'di. Kısa bir
açışla beni mikrofona davet etti. Pek tadım yoktu ama galiba birkaç kelime
etmem lazımdı. Alkışlar eşliğinde mikrofonu elime aldığımda salonda çıt
çıkmıyordu. Önce birkaç bildik selam kelam hoş geldiniz gibi kelimeler döküldü
ağzımdan. Durdum, derin bir nefes aldım. Sonrasında bir çağlayan gibi
yüreğimden gelip dudaklarımdan dökülen şu mısralar işitildi mikrofondan:
"Ağlamak
için gözden yaş mı akmalı? / Dudaklar gülerken, insan ağlayamaz mı? / Sevmek
için güzele mi bakmalı? / Çirkin bir tende güzel bir ruh, kalbi bağlayamaz mı?
/ Hasret; özlenenden uzak mı kalmaktır? /
Özlenen yakındayken hicran duyulamaz mı? / Hırsızlık; para, mal mı
çalmaktır? / Saadet çalmak, hırsızlık olamaz mı? / Solması için gülü dalından
mı koparmalı? / Pembe bir gonca iken gül dalında solmaz mı? / Öldürmek için
silah, hançer mı olmalı? / Saçlar bağ, gözler silah, gülüş, kurşun olamaz mı?
" Şiir bittiğinde salon alkıştan inliyordu.
Bu coşkun tezahürat
arasında "Hepinizi gözlerinizden öpüyor, gecenizin hayırlı olmasını
diliyorum" şeklindeki son sözlerimin duyulduğunu hiç sanmıyordum. Mikrofonu Seval'e
verdim, dönüp yerime oturdum. Alkış dakikalar sonra bittiğinde Seval yeniden
havalandırdı salonu. "Müdürümüze çok teşekkür ederiz. Victor Hugo'nun
-Ağlamak İçin Gözden Yaş mı Akmalı?- adlı şiirini paylaştı bizimle.
O gece
gerçekten manen yeniden şarj oldum denilebilir. Eski yeni birçok şairden
parçalar okundu. Hatta divan edebiyatının seçkin eserlerinden de örnekler vardı
aralarında. Küçük bir de yarışma yaptılar. Kendi şiirlerini okuyan 7 kişiden en
çok alkış alan ilk üçüne birer şiir kitabı hediye edildi. Ardından salonun coşkun alkışlarıyla
bir kez daha ödüllendirildiler.
İki saatin nasıl geçtiğini anlayamamıştık. Gece
bitip oradan ayrılırken, dinleyicilerden bir çok öğrenci bize tekrar tekrar
teşekkür edip sevgi gösterisinde bulundular. Süleyman ve arkadaşları da
aralarındaydı. Tabi Orhan, Banu ve Hale de. En son Seval'in elini sıkıp
vedalaşırken onun gözlerinin yaşla dolduğunu gördüm. İçimden onu alnından öpmek
geldi, fakat kendimi tuttum. "Hoşçakalın, güzel insanlar" diyebildim
ancak.
İnsan beş bin kişilik bir ailede yaşasaydı herhalde hayatı çok renkli olurdu. Onun gibi bu yurtta da herkesin, her grubun bir hikayesi, bir aorası vardı. Bir gün üç öğrenci geldi odama. Beni Bursa'da bir geceye davet ettiler.
Çerkez kökenli gençlermiş. Bir kafkasya dayanışma ve folklor programına katılmamı istiyorlardı. Biraz konuştuk, bizi çalışmalarımızdan izliyor, yaptıklarımızı beğeniyor ve destekliyorlarmış. Aralarında olmam onları memnun edecekmiş.
Zaten Pazartesi günü sömestr tatiline girilecekti. Yurdun yarısı Cuma gününden memleketine gitmişti. Kendimi yorgun hissediyordum ama onları da kıramadım.
Çekirge
semtinde bir düğün salonuydu adres. Kapıda beni tanıdılar ve alıp önde bir
masaya götürdüler. Masada on kişi kadar vardılar. Hepsi benim öğrencimmiş.
İçlerinden bazılarını hatırlıyordum ama, doğrusu hiç bugüne kadar bire bir
tanışıp, görüşmemiştik. Tek tek kendilerini tanıtıp hoş geldiniz dediler.
Olağanüstü saygı ve konukseverlik gösteriyorlardı.
İçlerinden iki kız ve bir delikanlı kafkas
kıyafeti giymişlerdi. Ekipte görevliymişler. Benim de nereli olduğumu,
kökenlerimi merak ediyorlardı. Çerkez değildim ama, benim aile büyüklerimin de
93 savaşı denilen günlerde Bursa Balıkesir taraflarına göç etmiş olduğunu
anlattım. Daha da sevindiler.
Onlar da aynı acılı yıllarda vatanlarını deniz yoluyla terk etmiş ailelerin torunlarıydı. Çerkez halkı, aynı Rus zulmünden kaçarak Osmanlı topraklarına sığınmış diğer Müslüman topluluklarından sadece biriydi. İşte bu gençler o büyük göç sırasında Karadeniz’de ağır kayıplar vermiş, Samsun taraflarında sahilde hastalıktan kırılmış bir neslin bu topraklarda yeniden kök salmış fidanlarıydılar.
Doğal olarak geçmişlerini, kökenlerini, dillerini ve kültürlerini unutmak istemiyorlardı. Ben de onların bu hassasiyetlerine, bağlılıklarına saygı duydum. Bir dernekleri varmış ve her yıl bu etkinlik yapılırmış. Bana, o gece için yapılmış yiyecek ve içeceklerden ikram ettiler. Benimle sohpet etmeleri güzeldi ama ne de olsa onlar gençti. Müzik çalmaya başlayınca duramıyorlardı. Baktım nöbet gibi mutlaka ikisi yanımda kalıyor, benimle ilgileniyor diğerleri oynuyorlardı. Biraz sonra bir başka iki kişi geliyor, berikiler oyuna kalkıyorlardı.
Onların yüzüne baktığımda güzel, renkli, acılı memleketimin özetini de görür gibi oldum. Hepimiz dört kıtadan Anadolu topraklarına sıkışmış Osmanlı bakiyesi bir millettik. Ayrımız gayrımız yoktu ve işte bu gençler gibi ülkemizin insanları da bin bir dağdan derlenmiş çiçekler gibiydiler. Her birinin kendine has ayrı kokusu, tadı ve görüntüsü vardı. Bu yüzden seviyordum ülkemi.
Karadenizlisiyle Egelisi, Çerkeziyle Gürcüsü, Türküyle Kürdü, Manavıyla Muhaciri hepsi bir bağın farklı meyveleriydiler. Ama hepsi bir arada lezzetli, hepsi bir arada anlamlıydılar. Kirazın tadıyla eriğinkisi bir olur muydu, ya yemişle armudun lezzeti ? Üzüm bir olur muydu fındıkla ? Rabbim hepsini ayrı güzellikte yaratmıştı. Yine de onlara anlam, renk ve lezzet katan aynı bağın bostanı olmaları değil miydi? Kökleri farklı olsa da neticede bu topraklarda yeniden filizlenmiş, aynı suyla boy atmış, aynı havada nefes alıp vermiş insanların çocukları değil miydi bu gençler ?
Her şey tadında güzeldir. Artık kalkma zamanı gelmişti. Müsaade istedim, hepsi beni arabama kadar uğurladılar. Davetlerine gelmiştim, mutluydular. Ben de memnundum, zira bu gençlerle de tanışmış, konuşmuştum. Onlar artık benim sadece öğrencim değil, kardeşim ve dostumdular da.