6 Mart 2014 Perşembe

139 07 Mart 2014 Cuma 00:42 KAYIP DEFTER'den.............................Bu ülkenin çiçekleri

Bu ülkenin çiçekleri

Kültür merkezi etkinlikleri
Kültür merkezimiz açıktı ve oradaki faaliyetlerimiz sürüyordu. Kayıtlar nedeniyle iki ay başka meşguliyetler söz konusuydu. Ama kasım ayının ortasından itibaren de normal işlevine döndü. Şimdi başta kütüphane olmak üzere, öğrenci gazetesi, gezi kulübü, şiir ve tiyatro gruplarının da mekanıydı artık orası.

Özellikle Banu ve Hale ile onların ayrılmaz üçüncüsü Orhan'ı hep orada görüyordum. Galiba derslerini çalışmak dahil vakitlerinin çoğunu kültür merkezinde geçiriyorlardı. Bizim arkadaşlar da alışmıştı onlara, sanki bizden gibiydiler.

Bu arada öğrenci gazetesinin de üçüncü sayısını çıkardılar. Bizim de yardımımızla yurt bülteni gibi oldu. Yurtta değişim, bayan kuaförü açıldı, derginiz gazeteniz artık ayağınızda, terzi Yusuf hizmetinizde, Uludağ gezisi vs. gibi bütün yurt haberleri oradaydı. Ayrıca öğrencilerin şiir, hikaye ve denemeleri de yayınlanıyordu. Gazeteye sığmayan, ya da henüz yayınlanmayan pek çok haber ve yazı da panodan takip edilebiliyordu.  
Kültür merkezine uğradığım bir gün kalabalık bir gruba rastladım. Kızlı erkekli 15-20 kişi kadardılar. Ellerinde şiir kitapları vardı. Dikkatimi çekti selam verip yanlarına oturdum "Merhaba gençler ! Misafir kabul eder misiniz ?" Hep bir ağızdan "Meraba hocam, hoşgeldiniz, tabi tabi buyrun" diyerek bana hemen yer açtılar. 
Elimi uzattım, kitaplardan birini alıp baktım.  Tercüman yayıncılık tarafından Temel Kitaplar serisinde yayınlanan “Türk Edebiyatının En Güzel Şiirleri” adlı bir kitaptı. Masada ayrıca Enis Batur'un Remzi Kitabevinden çıkmış  "Perişey - Şiirler" kitabı, Gültekin Emre'nin En İyi Şiir dalında ödül almış “Düş Kuyusu” adlı kitabı, Attila İlhan'ın "Ben Sana Mecburum" adlı şiir kitabı da vardı. Diğerlerine bakamadım, daha bir sürü vardı çünkü. 
Gençler dikkatle beni izliyorlardı, dilime bir Attila İlhan şiiri geldi kendimi tutamadım, söyleyiverdim "gözlerin gözlerime değince / felâketim olurdu ağlardım / beni sevmiyordun bilirdim / bir sevdiğin vardı duyardım / çöp gibi bir oğlan ipince / hayırsızın biriydi fikrimce / ne vakit karşımda görsem / öldüreceğimden korkardım / felâketim olurdu ağlardım" 
Masadan bir sevinç dalgası yükseldi "Hocam, harikasın kimin bu şiir ?" dedi birisi. "Attila İlhan'ın, onun galiba üçüncü şahsın şiirinden aklımda kalmış" dedim gülümseyerek. "Asıl siz harikasınız. Konu şiir ve siz gençler olunca bravoyu asıl siz hakediyorsunuz. Ne güzel bir grup bu böyle."  Karşımda oturan orta boylu, gözlüklü, kumral güleç yüzlü genç kız cevap verdi bana "Hocam, benim adım Seval, Eğitim Fakültesi Edebiyat öğrencisiyim.  İnanın şu an çok sevindik. Şiir seven, şiir konuşan bir müdürümüz olduğu için ne mutlu bize. Ayrıca bize bu ortamı sağladığınız için de teşekkür ederiz." 
Gruba baktım hepsinin gözleri ışıl ışıldı, bu kızı önemsedikleri, saydıkları da belliydi. "Rica ederim, başka yapabileceğim bir şey varsa söyleyin." Ayrılmak üzere ayağa kalkmıştım, tek tek ellerini sıktım. Bu arada onlar da isimlerini söylediler sırayla. Son olarak Seval yanıma yaklaştı "Hocam, acaba bir şey istesek çok mu olur ?" Temiz yüzlü asil görünüşlü bir kızdı, ne isteyebilirdi ki ? Gene de şakaya vurarak cevaplandırdım "Ne isteyeceğine bağlı." 
Diğerleri de etrafımızda, konuşmamıza dikkat kesilmişlerdi, kelimeleri seçerek özenle konuştu "Hocam, biz görüyorsunuz şiir seven okuyan bir grubuz. Yurtta çok sayıda bizim gibi arkadaşımız olduğunu da biliyoruz. Acaba bize izin verir misiniz bir akşam burada bir şiir gecesi yapsak." Aslında bu teklif beni ziyadesiyle mutlu etmişti. Neticede yurt etkinliklerimize bir yenisini daha ilave edecek, havayı daha da yumuşatacaktık. Bu sürdürdüğümüz değişim gayretlerine farklı bir renk ve lezzet katacaktı şüphesiz. Ayrıca sadece bu gençlerin kalbini kazanmak bile buna değerdi. 
Gözüm kültür merkezinde sosyal etkinliklerle görevli yönetim memuru Fikret'i aradı. "Buyrun müdür bey" baktım, Fikret biz konuşurken yanımıza gelmiş, şimdi de benim hemen yanı başımda dikiliyordu. Zeki çocuktu, durumu çoktan anlamış olmalıydı. Yine de sesimi grubun da duyabileceği şekilde yükselterek Fikret'e talimat verdim.
"Fikret bey, bak arkadaşlar bir şiir gecesi düzenlemek istiyorlar. Benim için uygundur, yardımcı olalım onlara. Ayrıntıları sen konuş, Müdür yardımcısı Mustafa beyle de istişare et. Gönlümüz şiire susamış, en kısa zamanda bir şiir ziyafeti çekti canım."  Kısa süreli bir alkış sesi takip etti sözlerimi. Vedalaşıp ayrıldım kültür merkezinden. Banu, Hale, Orhan ve iki arkadaşı da uğurlayanlar arasındaydı. Görünüşe göre onlar da mutlu olmuşlardı bu küçük alışverişten.
Şiir gecesinin yapılacağı gün benim için oldukça gergin ve yoğun geçmişti. Bir an evvel oturup dinlenmek, işle ilgili hiç bir şey düşünmek istemiyordum. Arkadaşlarım bana geceyle ilgili ayrıntıları anlattıklarında aslında hiç bir şey duymuyordum. Sadece hazırlıkların tamam olduğu ve gidebileceğimi anlamıştım. Biri bayan iki yardımcım, Fikret ve üç yönetim memuruyla salona girdik. Salon doluydu, aşağı yukarı 150 kişi kadardılar. Bizi alkışladılar girerken. Seval ve arkadaşları ise özenle giyinmiş, gelenleri karşılıyorlardı. 
Ön tarafta bizim için hazırlanmış sandalyelere oturduk. Sunucu da Seval'di. Kısa bir açışla beni mikrofona davet etti. Pek tadım yoktu ama galiba birkaç kelime etmem lazımdı. Alkışlar eşliğinde mikrofonu elime aldığımda salonda çıt çıkmıyordu. Önce birkaç bildik selam kelam hoş geldiniz gibi kelimeler döküldü ağzımdan. Durdum, derin bir nefes aldım. Sonrasında bir çağlayan gibi yüreğimden gelip dudaklarımdan dökülen şu mısralar işitildi mikrofondan: 
"Ağlamak için gözden yaş mı akmalı? / Dudaklar gülerken, insan ağlayamaz mı? / Sevmek için güzele mi bakmalı? / Çirkin bir tende güzel bir ruh, kalbi bağlayamaz mı? / Hasret; özlenenden uzak mı kalmaktır? /  Özlenen yakındayken hicran duyulamaz mı? / Hırsızlık; para, mal mı çalmaktır? / Saadet çalmak, hırsızlık olamaz mı? / Solması için gülü dalından mı koparmalı? / Pembe bir gonca iken gül dalında solmaz mı? / Öldürmek için silah, hançer mı olmalı? / Saçlar bağ, gözler silah, gülüş, kurşun olamaz mı? " Şiir bittiğinde salon alkıştan inliyordu. 
Bu coşkun tezahürat arasında "Hepinizi gözlerinizden öpüyor, gecenizin hayırlı olmasını diliyorum" şeklindeki son sözlerimin duyulduğunu hiç sanmıyordum. Mikrofonu Seval'e verdim, dönüp yerime oturdum. Alkış dakikalar sonra bittiğinde Seval yeniden havalandırdı salonu. "Müdürümüze çok teşekkür ederiz. Victor Hugo'nun -Ağlamak İçin Gözden Yaş mı Akmalı?- adlı şiirini paylaştı bizimle.
O gece gerçekten manen yeniden şarj oldum denilebilir. Eski yeni birçok şairden parçalar okundu. Hatta divan edebiyatının seçkin eserlerinden de örnekler vardı aralarında. Küçük bir de yarışma yaptılar. Kendi şiirlerini okuyan 7 kişiden en çok alkış alan ilk üçüne birer şiir kitabı hediye edildi. Ardından salonun coşkun alkışlarıyla bir kez daha ödüllendirildiler.
İki saatin nasıl geçtiğini anlayamamıştık. Gece bitip oradan ayrılırken, dinleyicilerden bir çok öğrenci bize tekrar tekrar teşekkür edip sevgi gösterisinde bulundular. Süleyman ve arkadaşları da aralarındaydı. Tabi Orhan, Banu ve Hale de. En son Seval'in elini sıkıp vedalaşırken onun gözlerinin yaşla dolduğunu gördüm. İçimden onu alnından öpmek geldi, fakat kendimi tuttum. "Hoşçakalın, güzel insanlar" diyebildim ancak.

Dayanışma gecesi
İnsan beş bin kişilik bir ailede yaşasaydı herhalde hayatı çok renkli olurdu. Onun gibi bu yurtta da herkesin, her grubun bir hikayesi, bir aorası vardı. Bir gün üç öğrenci geldi odama. Beni Bursa'da bir geceye davet ettiler.

Çerkez kökenli gençlermiş. Bir kafkasya dayanışma ve folklor programına katılmamı istiyorlardı. Biraz konuştuk, bizi çalışmalarımızdan izliyor, yaptıklarımızı beğeniyor ve destekliyorlarmış. Aralarında olmam onları memnun edecekmiş.

Zaten Pazartesi günü sömestr tatiline girilecekti. Yurdun yarısı Cuma gününden memleketine gitmişti. Kendimi yorgun hissediyordum ama onları da kıramadım.
Çekirge semtinde bir düğün salonuydu adres. Kapıda beni tanıdılar ve alıp önde bir masaya götürdüler. Masada on kişi kadar vardılar. Hepsi benim öğrencimmiş. İçlerinden bazılarını hatırlıyordum ama, doğrusu hiç bugüne kadar bire bir tanışıp, görüşmemiştik. Tek tek kendilerini tanıtıp hoş geldiniz dediler. Olağanüstü saygı ve konukseverlik gösteriyorlardı. 
İçlerinden iki kız ve bir delikanlı kafkas kıyafeti giymişlerdi. Ekipte görevliymişler. Benim de nereli olduğumu, kökenlerimi merak ediyorlardı. Çerkez değildim ama, benim aile büyüklerimin de 93 savaşı denilen günlerde Bursa Balıkesir taraflarına göç etmiş olduğunu anlattım. Daha da sevindiler.


Onlar da aynı acılı yıllarda vatanlarını deniz yoluyla terk etmiş ailelerin torunlarıydı. Çerkez halkı, aynı Rus zulmünden kaçarak Osmanlı topraklarına sığınmış diğer Müslüman topluluklarından sadece biriydi. İşte bu gençler o büyük göç sırasında Karadeniz’de ağır kayıplar vermiş, Samsun taraflarında sahilde hastalıktan kırılmış bir neslin bu topraklarda yeniden kök salmış fidanlarıydılar. 


Doğal olarak geçmişlerini, kökenlerini, dillerini ve kültürlerini unutmak istemiyorlardı. Ben de onların bu hassasiyetlerine, bağlılıklarına saygı duydum.  Bir dernekleri varmış ve her yıl bu etkinlik yapılırmış. Bana, o gece için yapılmış yiyecek ve içeceklerden ikram ettiler. Benimle sohpet etmeleri güzeldi ama ne de olsa onlar gençti. Müzik çalmaya başlayınca duramıyorlardı. Baktım nöbet gibi mutlaka ikisi yanımda kalıyor, benimle ilgileniyor diğerleri oynuyorlardı. Biraz sonra bir başka iki kişi geliyor, berikiler oyuna kalkıyorlardı. 
Onların yüzüne baktığımda güzel, renkli, acılı memleketimin özetini de görür gibi oldum. Hepimiz dört kıtadan Anadolu topraklarına sıkışmış Osmanlı bakiyesi bir millettik. Ayrımız gayrımız yoktu ve işte bu gençler gibi ülkemizin insanları da bin bir dağdan derlenmiş çiçekler gibiydiler. Her birinin kendine has ayrı kokusu, tadı ve görüntüsü vardı. Bu yüzden seviyordum ülkemi. 
Karadenizlisiyle Egelisi, Çerkeziyle Gürcüsü, Türküyle Kürdü, Manavıyla Muhaciri hepsi bir bağın farklı meyveleriydiler. Ama hepsi bir arada lezzetli, hepsi bir arada anlamlıydılar. Kirazın tadıyla eriğinkisi bir olur muydu, ya yemişle armudun lezzeti ? Üzüm bir olur muydu fındıkla ? Rabbim hepsini ayrı güzellikte yaratmıştı. Yine de onlara anlam, renk ve lezzet katan aynı bağın bostanı olmaları değil miydi? Kökleri farklı olsa da neticede bu topraklarda yeniden filizlenmiş, aynı suyla boy atmış, aynı havada nefes alıp vermiş insanların çocukları değil miydi bu gençler ?
Her şey tadında güzeldir. Artık kalkma zamanı gelmişti. Müsaade istedim, hepsi beni arabama kadar uğurladılar. Davetlerine gelmiştim, mutluydular. Ben de memnundum, zira bu gençlerle de tanışmış, konuşmuştum. Onlar artık benim sadece öğrencim değil, kardeşim ve dostumdular da.
 
 











Hiç yorum yok:

Yorum Gönder