30 Eylül 2014 Salı

187 01 Ekim 2014 Çarşamba 01:29 KAYIP DEFTER'den......................Sancılı günler

Sancılı günler

Acı bir kaza


Haberi Tv haberlerinde duydum. Sakarya Üniversitesi öğrencilerini taşıyan bir otobüs  kaza yapmış. 14 ölü, 25 yaralı. Gerçekten çok acı bir haberdi. Bir gezi otobüsüymüş. Olay hafta sonu Karacabey kavşağında meydana gelmiş. Ertesi günün gecesi bir telefon aldım. Sakarya Üniversitesinden çok eski, öğrencilik zamanımdan bir arkadaşım arıyordu.

Kazada yaralanan öğrenciler Bursa Üniversitesi Tıp Fakültesinde tedavi görüyorlarmış. İçlerinde birkaçının durumu da ciddi imiş. "İlgilenebilir misin ?" diyordu, "Yarın biz de geleceğiz".

Hemen fakülteye gittim. Yaralılardan 7 si ayaktan tedavi görüp taburcu olmuşlar. İkisi ameliyat edilmiş yoğun bakımdaymış. 16'sı da özel odalara alınmışlar, tedavi altındaymışlar. Onlarda endişe edecek bir durum yokmuş. Sabah ziyaret edebileceğimi söylediler. Yurda döndüm ama sabah ilk işim yine hemen hastaneye gitmek olmuştu. Bu defa hem doktorlarıyla konuştum, hem de odalarını tek tek dolaştım. Bazılarının ailelerinden gelenler vardı yanlarında. "Geçmiş olsun, inşallah iyi olacaklar" dedim, teselli etmeye çalıştım kendimce. İhtiyacı olan birkaçının isteğine yardımcı olmak üzere çıktım yanlarından.

İkindi üzeri penceremden yurda doğru gelen bir konvoy olduğunu görünce, hemen önce kapıya haber verdim, geliyorlardı. Bende tam merdivenlere çıkmıştım ki arabalar birbiri peşi sıra yurda girip idare binasının önünde durdular. En öndeki makam aracından inen uzun boylu koyu giysili kişi rektörmüş. Yanındaki ise telefon eden arkadaşım.

Arkadaşım beni tanıştırdı, ben de "hoşgeldiniz" deyip acılarını paylaştım. Diğer araçlardan inenler de gelmişlerdi. Baktım ki gelenler arasından üniversite gençliğim zamanından ağabey dediğim üç tanıdık sima daha var. Arkadaşım ve onlar şimdi Sakarya Üniversitesinde doçentmişler. Üniversite geçen yıl kurulmuş.  Kurucu rektör de Prof.Dr.Ramazan Evren.

Hastaneden geliyorlarmış. Kalabalık heyeti makam odamda bir saate yakın ağırladık. Tabi ki cenazeler nerelere gitmiş, ne zaman defnedileceklermiş, kim hangi cenazeye katılsın filan gibi şeyler konuşuyorlar. Bu yüzden yemeğe kalın teklifimi "gitmeliyiz" diyerek kabul etmediler. Yaralılarla ilgilendiğim için de bana teşekkür ediyorlardı. Benden istekleri şuydu; Acaba ilgilenmeye devam edebilir miydim ?

"Tabi ki" dedim "Ne demek". Bu vaadimin daha sonraki hayatım için ne kadar önemli bir söz olduğunu nereden bilebilirdim ki.

Böbrek sancısı

Böbrek sancım iki üç yılda bir beni yoklardı. Çalışıyordum ama sancı tekrarladığında dayanılacak gibi değildi. İğne vurdurup eve gitmem lazımdı. Fakat o gün makamda çok önemli misafirlerim vardı. Mit'ten, Jandarmadan, emniyetten, valilikten ve rektörlükten ziyaretçilerdi bunlar. Bursa'da faaliyet gösteren terör örgütlerini ve kampüsü etkileyebilecek son eylemlerini konuşuyorduk. Telefon çaldı.

Arayan Genel Müdürdü. Pat diye "Yurtta sakallılar çoğalmış, ne yapıyorsun sen orda ?" diye bağırdı bana. O bağırıp çağırmaya devam ediyor bense "Anlayamadım ? Sakallılar mı ? Nasıl yani.." deyip duruyordum. Böbrek sancım birden artmıştı. Sustum. O kaba saba konuşmayı sürdürüyordu. Ne dediğini anlamaya, bu arada da kafamı toplamaya çalışıyordum. Sonunda kastını anladım. Benim belli bir grubu kolladığımı söylüyordu düpedüz. Kızmıştım. Misafirler dikkatle telefon görüşmemi izliyorlardı. Ancak, sabrım taşmış, kopmamasına çalıştığım ip birdenbire kopuvermişti.

"Sayın Genel Müdürüm burası 5000 kişilik bir yurt, sakallısı da var punku da, başörtülüsü de var mini eteklisi de" dedim yüksek sesle. Şaşırmıştı, aynı ses tonuyla devam ettim. "Şayet taraf tutmuş olsaydım bütün gruplar böyle bir arada olabilir miydi ? Kastettiğiniz grubu kollasaydım diğer gruplar beni bir saniye burada tutarlar mıydı ? Burada tek başıma barışı, huzuru sağlamaya çalışıyorum. Hem de kimsenin burnu kanamadan, herkesin katkısıyla."

Genel Müdür "Şimdi Müdür bey, oradan devamlı şikayet alıyorum. Böyle olmaz !" diye bir seviye alttan üsteledi yeniden. Artık saatin zembereği boşanmıştı sözümü sakınmadım ben de. 

"Sayın Genel Müdür, beni buraya gönderirken bir çok söz verdiniz. Ben sözümü tuttum ama siz hiçbirini yerine getirmediniz. Alanım olmamasına rağmen, memleketimin bu köşesinde adeta yirmi yıl öncesinde kalmış olayların yeniden yaşanmasına razı olmadım. Bu güne kadar da elimden geleni yaptım. Önemli ölçüde huzur ve güven sağlandı. Dahası yurtta pek çok iyileşme ve gelişme de sağladık. Bütün bunlara karşılık bu davranışınızı hak etmediğimizi düşünüyorum. Asıl olmaması gereken şey bu işte !" Bir an hem odada hem telefonda bir sessizlik oldu. Telefondaki ses aniden bir şey fark etmiş gibi kısa ve tok bir sesle sordu "Kim var orada ? Senin yanında kim var ?" 

Etrafıma baktım, merakla yüzüme bakıyorlardı. Farkında değilim ama, sanırım adamın kaba ve yüksek frekanslı sesini onlar da ta başından beri dinlemişlerdi. Bir an tereddüt ettim. Herhalde yanımda öğrenci ya da personel olduğunu sanmış olmalıydı. Böyle diklenmemin sebebi ona göre ancak hava atmak olabilirdi çünkü. Oysa durum tamamen farklıydı. Misafirlerim buradaki durumu en iyi bilen kişilerdi. Taraf olmak değil, tam tersi bitaraf olarak yaptıklarımı an be an yaşamış ve takip etmişlerdi. Şahitlerimdiler yani, devam etmeye karar verdim.

"Yanımda Bursa ilinin güvenlikle ilgili en üst düzeyde yetkilileri var. Mit'ten, Jandarmadan, emniyetten, valilikten ve rektörlükten arkadaşlar. Bu konuştuklarımızı da duydular. Onlar şahidimdir ki burada son bir yılda pek çok güzel şey yaptık, olmaz denilenleri başardık. Ama hiç desteğiniz olmamasına rağmen, beni asla yapmadığım bir şeyle suçluyorsunuz. O zaman ben bir yıllık sözümü tuttum. Siz de tutun ve beni bırakın !" 

Son cümlemi söylerken aslında erken olmasına rağmen Sakarya Üniversitesine gidebileceğimi söylemek istemiştim.

Telefon şak diye yüzüme kapandı. Görüşme bitmişti. Bir süre hareketsiz kaldım. O kadar dalmışım ki misafirler ayaklanıp vedalaşmak üzere ellerini uzatınca kendime gelebildim. Durum gerçekten travmatikti. İş konuşmanın imkanı kalmamış, onlarda kalkıp gitmeyi ve beni yalnız bırakmayı tercih etmişlerdi. Birkaçının teselli babında omuzuma vurduklarını hatırlıyorum.

Onları yolcu edemedim. Bir süre oturdum kaldım yerimde. Artık kopmuştu, bir süredir gerilip duran pamuk ipliğine bağlı ilişkiler bu olayla sona ermişti. Gitmeliydim, daha burada eskisi gibi görev yapmama imkan yoktu. Yine sancım tutmuştu, iğne vurunmalıydım. Ayağa kalkıp odamı kapattım ve sağlık odasına doğru yürüdüm.

Özal öldü

Ertesi sabah tarih 17 Nisan 1993'tü. Fakültede doktora görünmüş ve 10 gün rapor almıştım. Düşüncem ilaçlarımı kullanıp evde istirahat etmekti. Bir taraftan artan sancılarım, diğer taraftan Genel Müdürle yaptığım o telefon görüşmesi. Bende moral diye bir şey kalmamıştı zaten. Böyle çalışamazdım.

Odama döndüğümde acı haberi duydum. Özal ölmüştü. Türkiye'nin tonton başbakanı, 8.Cumhurbaşkanı Turgut Özal vefat etmişti. Birden karar verdim, Ankara'ya gidecektim. Cenaze törenine, hiç değilse namaza ben de katılmalıydım.

Raporlu olmama rağmen Cenaze namazının kılınacağı gün Ankara'ya gittim. Bir gün evvel Özal'ın naaşı 20 Nisan Salı günü Gülhane Askeri Tıp Akademisi'nden alınarak Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde hazırlanan katafalka yerleştirilmişti. Burada saygı geçişi sabaha kadar aralıksız sürmüş, erkeği kadını, yaşlısı ve genciyle binlerce kişi gözyaşları içinde Özal için Fatiha okumuştu. Naaş, 21 Nisan Çarşamba günü saat 10.30'da TBMM'deki katafalktan alınarak, büyük bir devlet töreniyle Kocatepe Camii'ne götürülecekti.

Cenaze korteji görülecek şeydi. Büyük bir halk kalabalığı "Sivil Cumhurbaşkanı", "Demokrat Cumhurbaşkanı", "Dindar Cumhurbaşkanı" pankartları ve tekbir sesleri ile arkasından yürüyor, yol kenarında birikmiş pek çok insan da hıçkırık ve gözyaşları içinde onu uğurluyorlardı.

Sonunda Genç Harbiyelilerin çektiği top arabası Atatürk Bulvarı, Sıhhiye ve Mithat Paşa Caddesi'ni takiben Kocatepe Camii'ne ulaştı ve cenaze musalla taşına kondu. Bu arada sadece Kocatepe Camii'nden değil, bütün Türkiye minarelerinden yanık selalar yükseliyordu.  Cenaze namazı öğleyi takiben Diyanet İşleri Başkanı tarafından kıldırıldı. Sonra da özel bir uçakla İstanbul'a nakledilmek üzere Esenboğa Havaalanı'na götürüldü.

İstanbul'daki cenaze töreni ise daha muhteşemdi. Kanal 6 Televizyonu zaten sürekli canlı yayındaydı. Diğer televizyonlar da Ankara ve İstanbul'daki cenaze törenlerini naklen verdiler.

Onu sevmiştik. Gerçekten tabuları yıkarak, Türkiye'ye biçilmiş, değişmez denilen kaderi değiştirmiş bir adamdı. Gerek başbakan gerekse Cumhurbaşkanlığında, onun deyimiyle müthiş bir transformasyon geçirmişti ülkemiz. Adeta çağ atlamıştık. O milletin adamıydı, milletini yepyeni yeni ufuklara taşımıştı. Allah rahmet eylesin.

Büyük tartışma


Gelmişken Genel Müdürle görüşmek istiyordum. Çünkü Bursa'dan ayrılmadan bir gün önce Sakarya Üniversitesinin Genel Müdürlüğe bir muvafakat yazısı gönderdiğini telefon edip bildirmişlerdi. Bir an evvel gelmem için de acele ediyorlardı. Takip edip yazıyı elden almalıydım. Zaten artık ciddi biçimde Bursa'dan ayrılmayı düşünüyordum.

Baktım odada Personel Daire Başkanı da var. Belli ki şahit olarak görevlendirilmiş. Görüşme hayli gergin bir ortamda başladı. Başkalarının yanında ona söylediklerim için kızgındı. Kendi söylediklerini ise çoktan unutmuştu. Önce kendimi savunmaya çalıştım. Ama kendisini suçlamamaya çalışıyordum. Olan olmuştu. Zaten artık bu kurumda kalmak da istemiyordum. İlaveten raporlu olduğumu, tedavimin devam ettiğini de bilhassa belirttim. Niyetim ortamı yumuşatıp sözü muvafakat yazıma getirmekti. 

Baktım, hakarete varan söz ve tavırla üstüme üstüme geliyor. Zaten rahatsızım, elim ayağım titriyor. Kendimi kaybetmişim "Ben bu kurumda Daire Başkanlığı yaptım. Ayrıca yüksek lisansımı bile bu alanda vermeyi düşünecek kadar bağlıydım. Ancak, beni hiçbir tecrübem olmadığı halde bir ateşin içine attınız. Hatırlayın gönderirken bir yıl için demiştiniz değil mi ? Güya ailemin düzenini bozmayacaktınız. Her türlü desteği vermeye de söz vermiştiniz. Peki ne yaptınız ? Kayda değer hiçbir destek vermediğiniz gibi ailemi de lojmandan çıkmaya zorladınız. Buna rağmen ben sözümü tuttum. Bir yıl içinde yurtta huzur ve güven sağlandı. Hayat normale döndü. Ama böyle devam eder mi bilemem. Çünkü ben artık yokum. Madem siz de memnun değilsiniz, lütfen muvafakatimi verin, gideyim."

Bu sözleri beklemiyordu. İri yarı bir adamdı, kalktı üzerime yürüdü. Adeta ağzından köpükler saçıyordu "Vermiyorum ! Seni de açığa aldım. Hadi bakalım". Personel daire başkanına "Derhal gereğini yap. Adama bak be ! Genel Müdüre kafa tutuyor." Oysa benim kafam zonkluyor, ellerim titriyordu. Ağzım kurumuş, belimdeki sancı yeniden nüksetmişti. Artık daha fazla ayakta kalamayacaktım. O an artık benim de beynim dönmüştü "Ne yaparsan yap ! Ben gidiyorum" dedim, arkamı dönüp çıkarken. Kapıyı çok fazla sert örttüğümü, adeta çarptığımı hatırlıyorum.

Dışardaki sekreterlerin şakın bakışları altında oradan nasıl çıktım, merdivenleri nasıl indim bilmiyorum. Ancak dışarda, ateş gibi yanan yüzümde serin bir hava hissettiğimde ne yaptığımı anlayabilmiştim. Açığa alınmanın sonuçları oldukça ciddiydi. Üstelik muvafakat almam da tehlikeye girmişti.

Birden arkadan iki kişi gelip beni koltukladılar. Yarısı havada yarısı yerde uçar gibi yeniden merdivenlerden çıkmıştık. "Durun ! Ne yapıyorsunuz ?" demeye kalmadan beni yine makama hem de ite kaka soktular. Bu kez çok yumuşak bir tavırla konuşuyordu. "Evladım, sen benimle nasıl böyle konuşursun. Ben senin Genel Müdürünüm" dedi oturmamı işaret ederken. Oturup oturmamakta tereddüt ediyordum. "Bak sana bir hikaye anlatayım" dedi kendisi makamına oturarak. Ben hala ayaktaydım. Bakalım ne anlatacaktı ?

"Zamanın birinde yöre beyinin oğlu bir göçebe kıza aşık olmuş. Babasını sıkıştırıyormuş istemesi için. Adamsa oralı değilmiş olmayacak bu işe. Ama oğlan da gün gün eriyormuş sevdasından. Sonunda dayanamayıp vezirlerine "Ne yapalım ağalar ? deyin bakalım" demiş çaresizce. Çünkü bir göçerle akraba olmayı yediremezmiş kendine. "Kızı alalım" demiş içlerinden biri. Ben hallederim. Kızın babasına gitmiş "Bak bey kızını alacak, ver de kurtul" demiş yüksek perdeden. Kızın babası "Olmaz !" demiş sadece. Omuzlarını silkip dönüp gitmiş yoluna. Vezir de kalakalmış öylece. Gelip durumu beye iletmiş çaresiz. Bey de çok kızmış tabi. Diğer vezir araya girmiş "Beyim demiş bu usulünü bilememiş, ben hemen yarın gider usulünce isterim kızı. Merak etmeyin siz". Hakikaten gitmiş, kızın babasına "Allahın emri, peygamberin kavliyle kızını bizim beyin oğluna istiyoruz" demiş en tatlı dille. Adam yine başını, kaşlarını yukarı kaldırıp, ağzıyla  "Çık…Çık !" etmiş te dönüp gidivermiş. İkinci vezir de kös kös gitmiş beye durumu anlatmış. Bey iyice köpürmüş, bağırmış çağırmış. Üçüncü vezir bir kenarda kıs kıs gülüyormuş. "Sen ne gülersin be !" demiş bey hiddetle. O da "tamam bey, ben anladım. Siz kızı aldık bilin" demiş kurnazca. Ertesi günü babasını huzura getirtip "Lan eşoğlu eşek, niye vermezsin kızı ?" demiş gırtlağına çökerek. Adamcağız bir yandan yakasını kurtarmaya çalışıyor, öbür yandan da laf yetiştirmeye çalışıyormuş. "Tamam, tamam. Peki. Ama bana böyle demediler ki !"

Genel müdür kendi anlattığı hikayeye katıla katıla gülüyordu. Bense hikayenin onun için hiç de gülünecek bir tarafı olmadığını düşünüyordum. Sonra birden sinirlerim gevşedi, bana da bir gülme geldi. Hikaye tam da onun durumunu anlatıyordu aslında. O gülüyor, ben gülüyordum. Merak edip içeriye giren daire başkanı da bu garip duruma şaşkın şaşkın bakıyordu. 

Neyse. Sonunda bu işin artık yürümeyeceğini ikimiz de anlamıştık. Açığa alınmaktan kurtulmuş, bir çeşit helalleşmiş ve muvafakat sözü almış olarak çıkmıştım aynı kapıdan.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder