17 Kasım 2013 Pazar

018 23 Ocak 2013 Çarşamba 09:00 ŞİİR VE TÜRKÜ...........................Sakın terk-i edepten!


Sakın terk-i edepten!


Şair Urfalı Nabi, Osmanlı devletinde yetişen bir şairdir. İsmi Yusuf ise de, "Nabi" diye meşhurdur. Zamanın paşalarından birinin iltifatına mazhar olur ve 1678 senesinde Sultandan izin alıp beraberce hacca giderler.


O devirlerde hacca deve ile gidilmektedir. Develerin sırtında mahmil ismi verilen, iki kişinin rahatça yolculuk edebileceği  semerleri vardır. İşte Nabi ile Paşa da böyle bir deve de yolculuk ederler.

Nabi'nin kalbi, Resulullah aşkıyla yanmaktadır. Seher vakti kafile Medine’ye yaklaşınca, zirveye çıkar, ondaki bu muhabbet. Nabi, Peygamberin kabrini ziyaret edeceğim diye heyecanlanmaktadır ama, mahmilin öbür tarafında  ayakları kıblede Paşa yatmış uyumaktadır. Bu durum Nabi yi mütessir eder. İki cihan güneşi bulunduğu topraklara geldik. Biraz sonra Medine şehrine gireceğiz. Böyle yatmak hiç münasip olur mu? diye düşünür ve bu heyecanla dudaklarından onu uyandıracak yüksek bir sesle hemen, O anda,  şu mısralar dökülür:

Sakın terk-i edepten, kûy-ü mahbub-u Hüdadır bu / Nazargah-ı ilahidir, makam-ı Mustafa’dır bu.
Müraatı edep’le, gr Nabi bu dergaha / Mutaf-ı kudsiyandır, busegah-ı enbiyadır bu.

Nabi farkında olmayarak bu mısraları birkaç kere tekrarlar. Her tekrar edişte sesi biraz yükselir. Ve nihayet öbür tarafta uyumakta olan Paşa uyanır."Nabi ne oldu, ne söylüyorsun" der. Nabi de: "Efendim, Peygamberimizin kabr-i  sadetlerinin bulunduğu Medine şehrine geldik de, bazı şeyler hatırladım, bunları söyledim." Paşa da hatasını anlayıp, doğrulur hemen. Ve Nabi’ye sorar:"Ne zaman yazdın bunu? İkimizden başkaca, bunu duyan oldu mu?" "İlk defa söylüyorum." Bu cevabı duyunca, Paşa rahat bir nefes alır.
"Aman Nabi,  ne olur aramızda kalsın, duymasın başka biri bunu."

Abdest alıp Medine sokaklarında Ravza-i Mutahharaya doğru yürürler. Ezan vakti, mescid-i Nebeviye varırlar. Bu esnada bakarlar  ki, Mescid-i Nebî’deki  bütün minârelerden müezzinler hepsi birden Nâbî’nin, “Sakın terk-i edebden…” diye başlayan nâtını okuyorlar.

Sakın terki edepten kûy-ü mahbubu Hüda’dır bu / Nazargah-ı ilahidir, makam-ı Mustafa’dır bu.

Şaşkınlıkla  durup dinlerler. Hayretten dona kalmışlardır. Paşa Nabi ye sorar."Nabi bu hal nedir?" Nabi de: "Bilmiyorum" der.

Her ikisi de sükût ederler ve sabah namazını kıldıktan sonra, namaz kıldıkları câminin müezzinini bulurlar. Nâbî, müezzine:"Allah aşkına, Peygamber aşkına ne olursun söyle! Ezândan önce okuduğun nâtı kimden, nereden ve nasıl öğrendin?” diye sorar. Fakat müezzin bir türlü söylemez. Ne kadar ısrar ederse de "Söylemem, kafamı kesseniz de söylemem!" deyince:"Ama, der Nabi, Bunları biraz önce ben söyledim. Sana kim söyledi." Bu sefer müezzinin tavrı ve şekli değişir, heyecanla:"Senin ismin Nabi mi?" der. "Evet" cevabını alınca müezzin Nabi nin ellerine, boynuna sarılır.

Bu dehşetli manzarayı seyreden Paşa, dayanamayıp:"Nereden bildin bunun isminin Nabi olduğunu, Allah aşkına söyle"der.

Müezzin rüyasını anlatır:"Efendim, Resûl-i ekrem bu gece Mescid-i Nebî’deki bütün müezzinlerin rüyâsını şereflendirerek buyurdu ki: "Ümmetimden Nâbî isimli biri beni ziyârete geliyor. Bana olan aşkı her şeyin üstündedir. Bugün sabah ezânından önce, onun benim için söylediği bu şiiri okuyarak, Medîne’ye  girişini kutlayın.” İşte biz de, Peygamberimizin iltifatına mazhar olan aşık kimdir diye düşünerek minareye koştuk ve Resulullah’tan öğrendiğimiz bu şiiri  hep birlikte okuduk."

Nâbî ağlayarak;"Sâhiden Nâbî mi dedi? O iki cihân Peygamberi, Nâbî gibi bir zavallıyı ve günahkârı, ümmetinden saymak lütfunu gösterdi mi?” der. "Evet" cevâbını alınca da, sevincinden kendinden geçer ve sevinç gözyaşları içinde şiirini tamamlar.

Na't

Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı Hudâ'dır bu / Nazargâh-ı İlâhî'dir Makâm-ı Mustafâ'dır bu
(Edebi terketmekten sakın! Zîrâ burası Allahü teâlânın sevgilisi olan Peygamber efendimizin bulunduğu yerdir. Bu yer, Hak teâlânın nazar evi, Resûl-i ekremin makâmıdır.)

Habîb-i Kibriyâ'nın hâbgâhıdır fazîletde / Tefevvuk kerde-i Arş-ı Cenâb-ı Kibriyâ'dır bu
(Fazîlet yönünden düşünülürse, Allahü teâlânın arşının en üstündedir. Yaradılmışlar, iki gözünü körlükten açtı. Zîrâ burası kör gözlere şifâ veren sürmedir)

Bu hâkin pertevinden oldu deycûr-ı adem zâil /Amâdan içti mevcûdât çeşmin tûtiyâdır bu
(Bu mübârek yerin mukaddes toprağının parlaklığından yokluk karanlıkları sona erdi. Burası Cenâb-ı Hakk’ın sevgilisinin istirahat ettikleri yerdir.)

Felekde mâh-ı nev Bâbü's-Selâm'ın sîneçâkidir / Bunun kandîlî Cevzâ matla-ı nûr u ziyâdır bu
(Gökyüzündeki yeni ay, O’nun kapısının yüreği yaralı âşığıdır. Gökyüzündeki oğlak yıldızı bile O peygamberin nûrundan doğmaktadır.)

Mürâât-i edeb şartıyla gir Nâbî bu dergâha / Metâf-ı kudsiyândır busegâh-ı enbiyâdır bu
(Ey Nâbî, bu dergâha edebin şartlarına riâyet ederek gir. Zîrâ burası, büyükmeleklerin etrâfında pervâne olduğu ve peygamberlerin hürmetle eğilerek öptüğü tavaf yeridir.)

Şair Nâbî

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder