İman
İman, güven, söz vermek, korumak ve huzur anlamlarını ifade eden ‘emn’ kökün den türemiş Arapça bir kavramdır.
İslâmi anlam açısından bakıldığında, Allah’ın varlığına ve birliğine, elçisine ve onun peygamberliğine, Allah Teâlâdan geldiği tartışmasız olan dini esasların tümüne içtenlikle inanmayı ifade eder.
İman, kişinin bütün benliği ile bir şeye inanması; o şeyle ilgili kalbinde hiçbir şüphe [1] duymamasıdır. Allah’ın (c.c.) kullarında aradığı ilk şey kendisine ve bildirdiklerine kayıtsız şartsız iman etmeleridir. Bu imanı yerine getiren bir mümin, inandıklarını filiyata geçirmekle de [2] sorumludur. Çünkü inancın samimi olması bunu gerektirir. Ancak bu takdirde iki cihan saadetine ulaşabilirler.
Bugün müminler olarak bizler, ne yazık ki bir kalp katılığını [3] yaşıyoruz. Çünkü dini duygularımız gevşemiş, heyecanlarımız pörsümüştür. Ancak ümitsizliğe kapılmamıza gerek yoktur. Çünkü bu konudaki ilâhî desteğin her zaman müminlerin yanında olacağına işaret edilmiştir. [4]
Yeter ki, bu konuda bizler, gerekli şartları yerine getirelim; yani günahlarla mücadele edelim, ilâhî buyrukları bütün samimiyetimizle yerine getirmeye çalışalım.
Kaynak: DİB
-----------------------[1] Allah (c.c.)şöyle buyuruyor: “Her kim mü’min olarak iyi işler yaparsa, artık o, ne zulümden ne de hakkının çiğnenmesinden korkar” (Tâhâ, 20/112)
[2] Kur’an-ı Kerim’in birçok ayetinde imanla amel birlikte zikredilmiştir. Nitekim yüce Rabbimiz şu ayet-i kerimede, inananlardan imanlarıyla birlikte ‘salih amel’ işlemelerini de istemiş buna uyanların ise mükâfatlandırılacağını vaat etmiştir: “İnanan ve yararlı iş yapan kimseler için hoş bir hayat ve dönülecek güzel bir yer vardır.”(Ra’d, 13/29)
[3] “İman edenlerin Allah'ı anma ve nazil olan ilâhî hakikatler sebebiyle kalplerinin ürpermesi zamanı henüz gelmedi mi? Onlar daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar. Onların üzerinden uzun zaman geçti de kalpleri katılaştı. Onlardan bir çoğu yoldan çıkmış kimselerdir.”(Hadîd, 57/16)
[4] Peygamberimiz (s.a.s.) de, “Allah cennetlikleri cennete, cehennemlikleri cehenneme koyacak, sonra kalbinde hardal tanesi kadar imanı olan birisini cehennemden çıkarın diyecektir.” (Buhari,“İman”, 15; Müslim, “İman”, 82) buyurmaktadır.
Tevâzu
Türkçe sözlükte, alçak gönüllülük, kibir ve gösterişten uzak olma anlamlarına gelen tevâzu, ahlâk kavramı olarak, "kişinin nefsini Hakk'ın huzurunda kulluk mevkiine koyması, insanlara karşı kibirli ve gururlu olmaması" demektir.
Tevâzu bir müslümanın sahip olması gereken güzel hasletlerden birisidir. Kur’an-ı Kerim’in birçok ayetinde, Cenabı Hakkın, böbürlenip büyüklük taslayanları sevmediği [1] belirtilmiştir. Allah'ın iyi kullarından söz eden bir ayette [2] tevazu erdemine işaret edilerek "Onlar yeryüzünde tevazu içinde yürürler" buyurulmuştur. Bir başka ayette [3] insanların kendilerini üstün görmelerinin yanlışlığına dikkat çekilmiştir.
Bizim için en güzel örnek olan sevgili Peygamberimiz de ömrü boyunca sade ve gösterişten uzak bir hayat sürmüştür. Hem kendisi insanlara karşı mütevazi davranmış, hem de müminleri mütevazi olmaya çağırmıştır. [4] Kısa zamanda çok büyük imkânlara kavuştuğu Medine döneminde bile bu mütevâzı yaşantısında bir değişiklik olmamıştır. [5] Sade ve mütevazi hayatına devam etmiş, kerpiç evinde basit yiyecek ve giyeceklerle hayat sürmüş, bazen açlığını bastırmak için karnına taş bağlamıştır. Gariplere kanat germiş, fakir-zengin ayrımı yapmadan ashabıyla hemhal olmuştur. Dâimâ acziyetini vurgulayarak, insanlardan farkının vahiy almak olduğunu belirtmiş, “Allâh’ın kulu” ifadesini ısrarla vurgulayarak geçmiş milletlerin aşırılıklarından ümmetini sakındırmıştır. [6]
Tevazu ile tezelzülü yani alçak gönüllülük ile alçaklık kompleksini, vakar ile de kibri birbirine karıştırmamak gerekir. Mümin hem alçak gönüllü, hem de vakar sahibi olmalıdır. Ancak kişiyi zillet ve meskenete düşürecek derecedeki bir tevazu da dinin özüne aykırıdır. Müslüman, bir yandan diğer müslüman kardeşleri ile karşılaşmalarında tevazu ile davranırken diğer yandan duruma göre asil ve olgun bir şahsiyette olması gereken vakarı elden bırakmaz.
Kaynak: DİB
[2] "Onlar yeryüzünde tevazu içinde yürürler." (Furkân, 25/63).
[3] "Allah katında en değerliniz takva (Allah'a karşı sorumluluk bilinci) bakımından en üstün olanınızdır." (Hucurât, 49/13)
[4] Konuyla ilgili bir hadiste şöyle buyrulmaktadır: "Kim Allah için alçak gönüllü davranırsa, kuşkusuz Allah ta onun derecesini yükseltir." (Müslim, Birr ve's-Sıla, 69; Tirmizî, Birr, 82).
[5]Onun günlük yaşantısını merak edenlere Hz. Aişe’nin verdiği cevap şudur: “O da diğer insanlar gibi bir insandı. Sizden birinizin ailesi için yaptığı şeyleri o da yapar, ayakkabısını tamir eder, elbisesini diker, koyununu sağar, kendi işini görürdü.” (İbn Hıbban, Sahih, 12/488)
[6] Mekke’nin fethinde, korkudan dişleri birbirine vuran hemşehrisine: “Sâkin ol kardeşim! Ben kral değilim. Kureyş’ten güneşte kurutulmuş et yiyen eski komşunun yetîmiyim!” (İbn Mace, “Et’ime”,30) diyerek tevazuda zirve bir örneklik göstermiştir.
Edep ve Haya
Edep; bir toplumda örf, âdet ve kural halini almış, iyi ve faydalı olarak karşılanan, kişinin sahip olduğu iyi alışkanlıklar, tutum ve davranışlar ile bir insanın her konuda haddini bilip onu aşmamasıdır. İncelik, nezaket, terbiye anlamına da gelir. Sözlükte ‘utanma, çekinme, vazgeçme’ gibi anlamlara gelen hayâ ise; ahlaki manada, kınanma endişesiyle kurallara aykırı davranmaktan kaçınma ve bunu sağlayan Türkçede “ar” diye nitelenen, insandaki utanma ve çekinme duygusu demektir.
İslâm ahlâk bilginlerinden Maverdi, hayayı Allah’a karşı haya, insanlara karşı haya ve kişinin kendine karşı hayası şeklinde üç kısma ayırmakta ve bunları şöyle açıklamaktadır: Allah’a karşı haya, O’nun emir ve yasaklarına uymakla olur. İnsanlara karşı haya, onlara eziyet etmemek ve yanlarında çirkin işler yapmaktan ve çirkin sözler söylemekten kaçınmak la gerçekleşir. Kişinin kendisine karşı hayası ise, edep sahibi olması ile mümkündür.
Salih bir mü’min için gerek Allah’a, gerek insanlara karşı haddini bilmek kadar büyük bir fazilet yoktur. İnsanın yaratılıştan sahip olduğu hayâ duygusunun gelişmesinde ve davranışlara yansımasında dinin önemli bir yeri vardır. İslam ahlakı, Müslümanın edep ve haya sahibi olmasını öngörür. Allah Rasûlü de biz Müslümanlara hayatımızda uymamız gereken bir rehber [1] olarak gönderilmiştir.
Peygamberimizin konuyla ilgili hadisleri; hayânın imanla ilişkisine [2] dikkat çekmenin yanı sıra, onun bütünüyle hayır olduğuna ve her türlü hayra vesile olduğuna vurgu yapmaktadır. Resûlullah (s.a.s.) edep ve hâyâ’nın, İslamiyetten geldiğini, kötülüklerden alıkoymada önemli rol oynadığı ve müminin belirleyici değer ölçüleri arasında bulunması gerektiğini [3] belirtmiştir.
Sevgili Peygamberimiz “Haya, imandandır” buyurarak, hayanın inanan insanların vazgeçilmez bir vasfı olduğunu vurgulamıştır. Hayanın, bulunduğu kişiyi ya da yeri adeta süslediğini, güzelleştirdiğini ifade etmiştir. [4] Çünkü; “Allah, kendisine haya edilmeye insanlardan daha layıktır.” [5]
Allah Rasulü, edep ve haya hususunda bütün peygamberlerin insanlara ortak bir ölçü koyduğunu söylemiştir ki, bizim de aynı şekilde buna riayet etmemiz gerekir. “Utanmazsan dilediğini yap” sözü [6], insana mahsus olan hayâ ya da utanmanın, insanları kötülüklerden alıkoymada çok güçlü bir işlev gördüğünü dile getirmektedir.
İslam alimlerinin; ‘Allah’ın emir ve yasaklarına aykırı davranmaktan sakınmak tanımıyla daha geniş bir anlam kazanan hayâ duygusu, bu yönüyle sadece birey vicdanına bağlı ahlaki bir özellik olarak kalmayıp, toplumsal huzur ve barışa da önemli katkıları olan bir ameldir.
Edep bir tac imiş Nur-i Hüda’dan / Giy ol tacı, emin ol her beladan... (Mevlana)
Edep ve hayadan mahrum olan insan her türlü iğrenç işe girişir, yaptığı çirkin işlerden üzüntü duymayan insanı, ahlâk ve fazilet yollarına sevketmek zordur. Dolayısıyla, her zaman her yerde edepli, hâyâlı olmaya çalışmalıyız! Edep ve hâyâ, bir binayı tutan direk gibidir, direksiz binanın durması kolay olmadığı gibi, edepsiz ve hâyâsız, kimsenin de imanını muhafaza etmesi zordur.
Kaynak: DİB
-------------------
[1] “Şüphesiz Allah’ın Rasûlünde size güzel bir örnek vardır.”(Ahzab,33/21)
[2] “Hayâ imandandır.”(Buharî, “İman”, 16)
[3] "Her bir dinin kendine has bir ahlâkı vardır. İslâm'ın ahlâkı hâyâdır."(İbnu Mâce, “Zühd”, 17) “Hayâ bütünüyle hayırdır.”(Müslim, “İman”, 61),“Hayâ sadece hayır (iyilik) getirir.”(Buhari, “Edep”, 77)
[4] Tirmizi, “Birr ve Sıla”, 47
[5] Buhari, “Gusül”, 20
[6] “Utanmadıktan sonra dilediğini yap!” (Buhârî, “Ehadisü'l-Enbiya”, 54)
Ahde Vefa
Ahde vefa, verilen sözü tutmak, yapılan sözleşmeye uymak demektir. Sözünde durmak, verdiği sözlere bağlı kalmak, özü ve sözü doğru olmak gibi anlamlara gelen ahde vefa, Kur’an-ı Kerim’de ve Peygamberimizin hadislerinde imanın güzelliği ve kamil manada Müslüman olmanın alameti ve müminlerin sıfatları arasında zikredilmektedir. [1]
Mü’minûn sûresinin ilk dokuz ayetinde kurtuluşa erenmü’minlerin nitelikleri bildirilmektedir. Bu niteliklerden biri de onların emanetlere ve verdikleri sözlere riayet etmeleridir. Kurtuluşa eren müminlerin özellikleri sıralanırken onların Allah’a verdikleri sözün gereği olarak ibadetlerine devam ettikleri, faydasız işlerden ve boş sözlerden yüz çevirdikleri, ırzlarını; namus ve haysiyetlerini, emanetleri koruyup verdikleri sözleri yerine getirdikleri vurgulanır.
Mü’min, hem Allah’a hem insanlara [2] verdiği sözü yerine getirir. Bu itibarla insanın birinci vazifesi Allah’a verdiği söze [3] sadık kalmasıdır.
İnkârcılar arasında bile “el-emîn” sıfatıyla anılan Hz. Peygamber (s.a.s.)'in vefa ve sadakatle dolu hayatı da bu konuda bize örnek gösterilmiştir. Ahde vefa dendiği zaman öncelikle Yüce Allah’a verdiğimiz söz akla gelmelidir. Yüce Rabbimizin ahdine vefa göstermedikçe insanlara olan ahdimize vefadan bahsedemeyiz. Çünkü insanlara karşı vefalı olmamızı bize emreden Yüce Allah’tır.[4] Buna bağlı olarak, toplumumuza ve çevremize karşı olan sorumluluklarımız, Allah’a imanımız ve O’na karşı sorumluluklarımızdan bağımsız değildir. Bu nedenle ahde vefa îmanın bir gereğidir.
Ahde vefa, insanı yücelten meziyetlerdendir. Toplumda güvenin oluşması ve insanların birbirine güvenerek çeşitli teşebbüslerde bulunabilmeleri, borç ve yükümlülük altına girebilmeleri ve böylece iktisadî canlılığın sağlanması, insanlar arasında ahde vefa şuurunun gelişmesive yerleşmesine bağlıdır. Fertler, milletler ve devletler arasında güven ve huzurun sağlanabilmesi verilen sözlerin yerine getirilmesi ile mümkündür.
İnsan ahde vefanın, dürüstlük ve sadakatin inancının bir gereği olduğunu bilmelidir. Her söz ve fiilinde doğruluk insanın şiarı olmalıdır.
Kaynak: DİB
----------------------
[1] Mü'minun, 23/8; Meâric, 70/32
[2] Yüce Allah, şöyle buyuruyor:“Antlaşma yaptığınız zaman, Allah’a karşı verdiğiniz sözü yerine getirin…”(Nahl, 16/91)
[3] Kur’an-ı Kerim insanın fıtratı itibariyle Allah’ın Rab’liğini ikrar ettiğini belirtir: “Hani Rabbin (ezelde) Ademoğullarının sulplerinden zürriyetlerini almış, onları kendilerine karşı şahit tutarak, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” demişti. Onlar da, “Evet, şahit olduk (ki Rabbimizsin)” demişlerdi. Böyle yapmamız kıyamet günü, “Biz bundan habersizdik” dememeniz içindir.”(A’raf, 7/172)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder