Fazilet
Fazilet, genel olarak kişinin iyilik yapmasını ve kötülüklerden uzak durmasını sağlayan yetenekleri için kullanılmaktadır. Bunlar;
- İnsanda iyilik etmeye ve fenalıktan çekinmeye olan devamlı ve değişmez istidat, güzel vasıf.
- kişiyi, ahlaklı ve iyi hareket etmeye yönelten manevi kuvvet.
- İnsanın yaratılışındaki iyilik, iyi huy, erdem.
- İyi ahlak, iffet'dir.
Günümüz Türkçesinde daha çok "erdem" kelimesiyle ifade edilmektedir.
"Fazl" kelimesinden türetilmiştir. Fazl masdar olarak artmak, üstün olmak, isim olarak ise artık, fazlalık, ihsan, eksikliğin zıddı gibi anlamlara gelmektedir.Terim olarak, Allâh'ın çok yönlü lütuf, ihsan ve keremi demektir. Bu anlamda fazilet; değer. meziyet, iyilik, ilim ve iman, irfan itibarı ile olan yüksek derece. dinî ve ahlâkî vazifelere riayet derecesi. fazl ve hüner cihetiyle olan yüksek derece, bir şeyin başka şeylerden cemal ve kemal ve fayda cihetiyle üstünlüğü, müreccah olmasına sebep olan keyfiyet anlamındadır.
Âyet ve hadislerde adalet, i'tidal, doğruluk, takvâ, hoşgörü, dostluk, kardeşlik, sevgi ve dayanışma, barışçılık, tövbe, tevekkül, kanaatkârlık, hikmet, hayırda yarışma, ölçü ve tartıda dürüst davranma, ağır başlılık, selamlaşma, cesaret ve kahramanlık gibi birçok faziletli tutum ve davranış üzerinde durulur ve mü'minlerin bu erdemlere sahip bulunması ısrarla vurgulanır.[1]
Kur'ân'da fazlın Allah'ın elinde bulunduğu, onu dilediğine verdiği [2] ifade edilmekte, O'nun fazlına engel olabilecek kimsenin olmadığı belirtilmektedir. [3] Çeşitli âyetlerde dünya ve âhiret mutluluğu, cennet ve cennet nimetleri, Allah'ın bazı günahkârları cezalandırmada acele etmemesi, günahlarını bağışlaması ya da azaplarını hafifletmesi, hüsrandan koruması, hidâyete erdirmesi, bilmediğini öğretmesi, iyiliklere fazlasıyla sevap vermesi, İslâm, îman, vahiy, şefaat ve Peygamberlik gibi Allah'ın insanlığa büyük lütuf ve ihsanları, çeşitli varlık ve imkânlar fazl kavramı içerisinde gösterilmiştir. [4]
Allah’a sevgiyle bağlananlar, iç dünyalarında en mükemmel kanunlardan daha etkili bir disipline sahip [5] olurlar.
Faziletlerle donanmış [6] bütün bu hayat, Allah’a karşı duyulan içten bağlılığın bir neticesidir. Kısaca, insandaki cömertlik, dürüstlük, ifet, vefa vb. bütün ahlâkî değerler, Allah sevgisi ve saygısının gönüllerde kökleşmesi ile gelişir.
Kaynak: DİB
------------------------------------
[1] Bakara, 2/177; Âl-i İmrân, 3/133 -135
[2] Âl-i İmrân, 3/73; Hadid, 57/29
[3] Yûnus, 10/107
[4] Nisâ, 4/69, 70, 83, 95; Neml, 27/15-16; Hucurât, 49/7-8
[5] “Allah’a iman edip O’na bağlananlar var ya, işte Allah onları lütuf ve rahmetiyle kuşatacaktır.” (Nisâ, 4/175)
[6] "Onlar, nefs ve şeytana değil; sadece Allah’a kulluk ederler. Yine onlar, sırf kendilerini düşünen bencil insanlar değildir. İhtiyaçları olmasına rağmen başkalarını kendilerine tercih ederler. Fedakârlığı bir yaşayış tarzı, hayatı da bir Fazilet yarışı olarak görürler." (Müminûn, 23/57-61)
Emanet
Emanet; Güvenilir, itimat edilir olmak, korku ve endişeden uzak olmak anlamına gelir. Örfümüzde ise bir kimseye koruması için geçici olarak verilen şey anlamına gelmektedir. Ayrıca Cenab-ı Allah tarafından herhangi bir surette insana verilmiş şeylere de emanet denilmektedir.
Allah insanı, en mükemmel ve seçkin bir varlık olarak yaratmış ve bu özelliklerinden dolayı da ona bütün yaratıklar üzerinde hakimiyet kurup tasarruf etme yetkisi vermiştir. Bu yüzden insanın kendine karşı emaneti, kendisine en faydalı olan işleri tercih etmesi, zararlı olan şeylerden uzak durmasıdır. İnsanın Rabbi’ne karşı emaneti, O’nun hükümlerine, ilahi kanunlarına uyup bütün organlarını, onun rızasına uygun olarak koruyup kullanmasıdır. Diğer insan ve yaratıklara karşı ise onların hukukunu gözetmek, onlara zarar vermemektir.
İnsanoğlu yüklendiği bu emanetleri gereği gibi yerine getirmediği takdirde hem dünyada hem de ahirette kendisine yazık etmiş olur. Ayrıca dünyada huzursuzluklara, kavga ve savaşlara sebep olur.
Hz. Peygamber (s.a.s.)’in en belirgin özelliği güvenilir olması idi. Ona güvenilen kişi anlamında “el-Emin” lakabı verilmiş, Mekke halkının büyük çoğunluğu onun peygamberliğini kabul etmemelerine rağmen en değerli varlıklarını ona emanet etmişlerdi. Zira o asla emanete hıyanet etmezdi. Kendisini öldürmeye kalkıştıkları zamanda bile, emanetleri sahiplerine teslim etmek üzere Hz. Ali’yi görevlendirmiş ve emanetlerin yerlerine ulaşmasını sağlamıştır.
Resulüllah Efendimiz emanete ihanet etmenin münafıklık alameti olduğunu bildirmiş ve hiç kimseye zarar vermememiz gerektiğini [1] haber vermiştir.
Kaynak: DİB
------------------------------------
[1] ) “(İyi) Müslüman, dilinden ve elinden Müslümanların emin olduğu kişidir”(Buhâri, “Şehadet”, 28;“İman”, 4, 5)
Kanaat
Kanaatkâr olmak, elindekiyle yetinmek demektir. Kanaat kökü ise sözlükte;
1. Elindekinden hoşnut olma durumu, kanıklık, yeter bulma, yetinme, fazlasını istememe, doyum.
2. Kanma, inanma.
3. Kanış, kanı, düşünce kanaat anlamlarına gelmektedir.
Her insan rızkını elde etmek, yaptığı işte başarılı olmak için çalışmalı ve bu çalışmaların neticesinde Allah’ın kendisine takdir ettiğiyle mutlu olmayı bilmelidir. Çalışmak, kazanmak, daha iyisini yapmaya gayret etmek elbette gereklidir. Ancak daha fazla kazanç için meşru olmayan hiçbir yola tevessül etmemelidir. Kanaat, çalışmayıp tesadüfen önüne çıkanı kullanmak, başka bir şey aramamak demek değildir. Kanaat, bileğin emeği, alın teri karşılığı kazanılana razı olmak, başkasının kazancına göz dikmemek demektir. Başkasının daha çok kazandığını görünce, onu kıskanmamak, onun gibi çok çalışmak demektir.
İnsan kanaatkâr olmazsa ne kadar bolluk ve bereket içinde olursa olsun, yine de sürekli bir eksiklik duygusu yaşayacaktır. Kazandığıyla, elde ettiğiyle hiç yetinmeyecek, mutlu olamayacaktır. Hiç tükenmeyecek servet, hiç sona ermeyecek makam mevki yoktur ama kanaat hiç tükenmeyen hazinedir.
Allah Resulü’nün (s.a.s.) hayatına egemen olan ilkelerden biride kanaatkâr olmaktı. O, asla ölçüsüz bir hırsla başkalarının elindekilere göz dikmez, payına düşenle yetinirdi.[1] Üç gün peşpeşe buğday ekmeğinden doyasıya yemediği nakledilen[2] Peygamberimiz, “Ben, dünyada bir ağacın altında gölgelendikten sonra yola koyulup orayı terk eden bir yolcu gibiyim”.[3] demiştir.
Kur'an geçmişte nice ümmetin ellerindeki nimeti küçümseyip nankörlük etmeleri yüzünden cezalandırıldıklarını [4] bildirmiş, kutlu Nebi ise ihtiyaçları sınırlı, arzu ve emelleri sınırsız olan insanoğlunun huzurlu yaşamasının adeta formülünü [5] vermiştir.
Yine Peygamberimiz, Allah’a gerçekten şükredebilmek için elindeki ile yetinebilmek ve paylaşmak gerektiğini ifade etmektedir.[6]
Kaynak: DİB
------------------------------------
[1] Tahâ, 20/131
[2] Müslim, “Zühd”, 21
[3] Bir gün hasırdan yapılmış yatağından kalkmış ve hasırın izleri yanaklarına çıkmıştı. Bunu gören sahâbe, “Ey Allah’ın Resûlü! Yatman içinsana bir yatak temin etsek!” deyince Resülullah şöyle buyurmuştu: “Ben, dünyada bir ağacın altında gölgelendikten sonra yola koyulup orayı terk eden bir yolcu gibiyim.”(Tirmizî, “Zühd”, 44)
[4] Geçmişte nice ümmetler gözalıcı servetlere sahip olmuşlardı ama ellerindeki nimeti küçümseyip nankörlük etmeleri yüzünden cezalandırılmışlardı (Sebe, 34/15-18).
[5] Hz. Pey gam be r (s.a.s.), şöyle buyurdu: “Bu dünya malı göz alıcı ve tatlıdır. Kim bu mala engin bir gönülle ve göz dikmeksizin sahip olursa, kendisi için malı bereketlenir. Ama kim de hırs ve tamahla dolu bir kalple bu malı arzularsa, onun için malın bereketi kaçar.” (Buhârî, “Rikâk”, 11)
[6] “Kanaatkâr ol, o zaman Allah'a en çok şükreden sen olursun. Kendin için istediğin şeyleri başkaları için de iste, o zaman olgun mümin olursun.” (İbn Mâce, “Zühd”, 24)
Bereket
“Bereket” kavramı bizim kültürümüzde yer alan çok önemli bir iktisadi kavramdır. Az malın çok faydası olması, çok işe yaraması demektir. Sözlük anlamı itibarıyla “bolluk, gürlük, feyiz ve feyezan” anlamlarını taşıyan bereket kelimesi kavramsal olarak da “İlahi hayrın bir şeyde sübut bulması” olarak tarif edilmektedir. Bunlara son zamanların "verimli" ve "sinerjik" kelimelerini de ilave edebiliriz.
Ancak, bu kavramla bir şeyin bereketli olmasından, onun miktar olarak çokluğundan ziyade nitelikli, faydalı ve Allah’ın rızasına uygun olmasına işaret edilmektedir. Kazancın bereketli olması demek meşru ve helal yollardan, Allah’ın rızasına uygun olarak kazanılmış ve yine helal ölçüler içerisinde, Allah’ın hududu gözetilerek sarf edilecek kazanç olması demektir. Bu sebeple bizim kültürümüzde kazancın çoğu değil bereketli olanı makbul görülmüştür. Az bir mal, bereketli olunca, çok kimsenin rahat etmesine, çok iyi işlerin yapılmasına yarar. Bereketli olmayan çok mal vardır ki, sahibinin dünyada ve âhirette felaketine sebep olur. O hâlde malın çok olmasını değil, bereketli olmasını istemelidir.
Rızk hiç değişmez, azalmaz ve çoğalmaz. Kimse kimsenin rızkını yiyemez. Hiç kimse kendi rızkını yiyip bitirmeden ölmez. Bir kimse, Allahü teâlâ emrettiği için çalışır, rızkını helal yoldan ararsa, ezelde belli olan rızkına kavuşur. Bu rızk, ona bereketli olur. Eğer, rızkını Allahü teâlânın yasak ettiği yerlerde ararsa, yine ezelde ayrılmış olan o belli rızka kavuşur. Fakat, bu rızk ona hayırsız, bereketsiz olur. Rızkına kavuşmak için kazandığı günahlar da, onu felaketlere sürükler
Bu anlamda bereket kavramı İslam’ın iktisadi hayata bakışındaki kuşatıcılığın, enginliğin ve dengenin bir izdüşümüdür. Zira İslam dini insan hayatını, bugün olduğu gibi parçalara bölerek değil, ahireti de kapsayacak biçimde bir bütün olarak ele alır ve iktisadi faaliyetleri de bu bütünün bir cüz’ü olarak değerlendirir.
Kazançlarımızı elde ederken helal yollardan kazanıp kazanmadığımızı bir kere daha kontrol etme ve harcarken de gösterişten, israftan ve benlikten uzak durup durmadığımız konusunda bir iç hesaplaşma yapabilmeli, böylece bir yandan helal yoldan rızkımızı temin ederken, alan el değil veren el olmak için çalışmalıyız. Ancak çok kazanmak için hırs edip her yolu mubah görmemeli, “ne yapalım piyasa böyle“, “herkes yapıyor” gibi mazeretlerle gayrimeşru yollara sapmamalı, başkalarının ne kazandığı ile ilgilenmeden elimizdeki ile kanaat etmeliyiz.
Konuyla ilgili bir diğer husus da sonuçlara takılmadan süreçlerle ilgilenme meselesidir. İşimizi en doğru şekilde yapmak için azami gayret göstermeli, kurumlarımızın büyümesi ve rekabet güçlerinin artması için çaba sarf etmeli ancak neticeyi Allah’tan beklemeli ve O’ndan gelene de teslim olmalıyız.
Kaynak: DİB
------------------------------------
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder