Yilmaz Yalcın, Bahadır Cüneyt Yalçın albümüne yeni bir fotoğraf ekledi.
HEP LUNAPARK: "Mağlup varsa galip değiliz !"
Dünya dönüyor, zaman halden hale geçiyor, şehirler değişiyor. Geçmişin bir çok güzel şeyi gibi Lunaparklar da direniyor, hayatta kalmaya çalışıyor.
Yaşayıp gördüğümüz bütün entrikalara, fırıldaklara karşı atlı karıncanın dönüşü ne kadar masum. Uçan sandalyeler insanoğlunun hayalleri gibi, özgürlük neşesiyle kanatlanmış, adeta uçuşuyor. Dönmedolabın kalender meşrep vakarı ise hala muhteşem.
Kaybetmeye hayalleriyle direnen bir adam, terkediliş acısının pişirdiği bilge, ağlak naif bir anne, tomurcuklanan bir aşk...Ve bayram sofrasına düşen yaşlı bir Caretta Caretta...
Etrafta; kumarbaz,entrikacı, hırsız, oyuncu bir sürü gölge.Küçük bir lunaparkta dünya çapında kumpas.Ve bir Süper Roket hikayesi...
Küçücük bir dünyada ne büyük uğraş...Ve insan için ne büyük ders; "Mağlup varsa galip değiliz !"
Yilmaz Yalcın, NE DÜŞÜNÜYORUM -I- albümüne yeni bir fotoğraf ekledi.
Referandum sonrası hazımsızlık çekenlere;
Öncelikle geçmiş olsun, dilerim çabuk atlatırsınız
Bol bol su için
Asabınıza hakim olun, bir de tansiyonunuz yükselmesin
Hele de mühürde,zarfta,çöpte,orda burda şifa bulunmaz
En iyisi sandıktan çıkanı bir bardak suyla alın iyi gelir
Haset de etmeyin ama, çalışın sizin de olur
Unutmayın stres ve gerginlik her daim zararlıdır
Sorun referandum öncesi beslendiğiniz şeylerdeydi
Şişkinlik ve gaz da yapmıştır
Sizi daha gaza getirmek isteyenlere dikkat
Özellikle de karga olanlara,malum ya…
Bahar geldi çıkın dolaşın,bol bol hava alın
Okuyun, müzik dinleyin, yaşayın 2019'a daha çok var.
--------------------------
Hergün sosyal medyada dönen yalan, iftira, küfür, nefret, hakaret ve kışkırtmalara cevabımdır.
Sabırlı ve hoşgörülü bir adam olduğumu düşünüyorum. Beni bile isyan ettirdiniz.
Başkalarını suçlayacağınıza kendinize bakın. Ama sakın 'oyumu hafife almayın, gölge düşürmeye çalışmayın, hele de yok etmeye kalkışmayın'.
İşinize bakın.
Yilmaz Yalcın, Divan şiiri I albümüne yeni bir fotoğraf ekledi.
NUTK-İ ŞERÎFÇalabım bir şâr yaratmış iki cihân âresindeBakıcak dîdâr görünür ol şârın kenâresinde
NUTK-İ ŞERÎF
Çalabım bir şâr yaratmış iki cihân âresinde
Bakıcak dîdâr görünür ol şârın kenâresinde
(Rabbim bir şehir (kalp) yaratmış. O kalp Hakk'ın tecellîgâhıdır. Kalb kelimesinin kökü olan fiil "bir hâlden bir hâle geçmek" anlamına gelir. Bu değişim de tecellîyât-ı ilâhî ile olur. Kalbin "iki cihân arasında" olması, insanın maddî ve ma'nevî cihetlerine, ulvî ve süflî taraflarına, dünyâya ve ukbâya, insanın âlem-i ervâhdan dünyâya gelip tekrar aslî vatanına dönecek olmasına işâretdir. "Şârın kenarında dîdâr görünür"den maksad, insanın Allah'ı kendisinde bulmasıdır. Ehlullahın "Ararsan Allah'ı kalbinde ara/Kudüs'de Mekke'de Hacc'da değildir" demesi bundandır.)
Nâgehân ol şâra vardım ol şârı yapılır gördüm
Ben dahî bile yapıldım taş ü toprak âresinde
(İnsan, ancak mücâhede ile, kalbini tasfiye ve nefsini tezkiye etmek sûretiyle ma'mûr olur. Tıpkı bir şehrin ma'mûr olması için temizlenmesi ve güzel güzel binâlarla, türlü türlü eserlerle süslenmesi gibi. "Sür çıkar ağyârı dilden tâ tecellî ide Hakk/Pâdişâh konmaz sarâya hâne ma'mûr olmadan" sözü de buna işâretdir.)
Ol şârdan oklar atılır gelir ciğere batılır
Ârifler sözü satılır ol şârın bazâresinde
(Şehirden atılan oklar, mürşidlerin irşâd maksadıyla sâliklerine verdikleri dersler, söyledikleri sözler ve manevî lutuflardır. Seyr-i sülûk ancak kâmil mürşidlerin murâkabesi altında yapılabilir. )
Şâkirdleri taş yonarlar yonup üstâda sunarlar
Çalabın ismin anarlar ol taşın her pâresinde
(Mürşidinin murâkabesi altında seyr-i sülûk eden sâlik, onun tavsiyelerine uyarak, dediklerini yaparak gün be gün gönül şehrini imar eder. Bu da zikrullah ile olur. Her bir mertebeye, mürşidin telkîn ettiği esmâyı zikrederek erilir.)
Ol şâr dediğim gönüldür ne âlimdir ne câhildir
Âşıklar kanı sebîldir ol şârın kanâresinde
(Seyr-i sülûk, kalb tam bir sâfiyete kavuşuncaya kadar devam eder. O mertebeye nefs-i sâfiyye denilmesi de bundandır. O mertebeye gelen sâlik, artık her sıfatdan arınmış, kendinden geçmiş ve Hakk'da yok olmuşdur. )
Bu sözü ârifler anlar câhiller bilmeyip tânlar
Hacı Bayrâm kendi bânlar ol şârın minâresinde
(Bu remzleri bilmeyen kimseler bu sözlerden bir şey anlamaz, bunları ma'nâsız zannederler. Ehlûllah, şehrin minârelerinde ezan okuyan müezzinler gibidir. Müezzinler Allah'ın daveti olan ezân-ı Muhammedî ile halkı beytullâh-ı îzâfî olan mescidlere çağırır, ehlullah ise insanları beytullah-ı hakîki olan kalbi temizleyerek ma'mûr etmeye ve böylece Allah'ı bulmaya davet ederler.)
Hacı Bayrâm Velî
Yilmaz Yalcın, Kutlu günler albümüne yeni bir fotoğraf ekledi.
Berat Kandili, Yüce Mevla’mızın rahmet ve mağfiretine sığındığımız, gönüllerimizi tövbe ile arındırmaya çalıştığımız özel gecelerden biri. Geleneğimizin bize ulaştırdığı bu manevi iklimde inşallah beratımızı almaya gayret edeceğiz.
Berat Kandili, Yüce Mevla’mızın rahmet ve mağfiretine sığındığımız, gönüllerimizi tövbe ile arındırmaya çalıştığımız özel gecelerden biri. Geleneğimizin bize ulaştırdığı bu manevi iklimde inşallah beratımızı almaya gayret edeceğiz.
Bu duygu ve düşüncelerle; kandilinizi tebrik eder, bu gecede yapılan dualarımızın kabulünü Cenab-ı Allah'tan niyaz ederim.
Yilmaz Yalcın, Ne düşünüyorum I albümüne yeni bir fotoğraf ekledi.
30 Nisan 2019
Anaların kadim endişesi:
‘’Ya yarın bir gün evlatlarım giderse ?.. Ne yaparım ?’’
Eskiden kızlarını komşu köye veren anaların en büyük derdiymiş bu sual. Evlatlarını askere gönderen anaların da ağıtı olmuş asırlardır. Ya gurbet ? O da türkülerine, manilerine konu olmuş gözü yaşlı annelerin.
Bir vakitler yaşlı bir adam bize bir hikaye anlatmıştı. Köyün birinde bir genç kız omuzunda su bakracı çeşmeye giderken yüksek bir çınar ağacı görmüş. Bakmış bakmış sonra da su güğümlerini bir tarafa kendini öbür tarafa atıp da başlamış ağlamaya. Gelip geçenler "Kızım neye ağlıyorsun ? Bir şey mi oldu ? İyi misin ?" diye başına toplanmışlar. Kız gözlerinden çeşme gibi akan yaşını sile sile, burnunu çeke çeke şöyle cevap vermiş. Şimdi ben evleneceğim. Bir bebeğim olacak. Büyüyüp çocuk olacak. Sonra da bu ağaca çıkacak. Oynarken düşüp yaralanır, sakat kalır ya da ölürse ben ne yaparım ?.."
Hikaye bu işte ama eşimle bana çok dokunmuştu. Bizim sorunumuz daha başkaydı, o yüzden tam da bamtelimize vurmuştu anlatılan hikaye. Fakat düşündüm de bayağı genelleme yapılabilecek bir dersti aldığımız. Bu hikayeyi dilden dile nakleden içimizdeki korkular. Genlerine işlemiş bu ayrılık, yalnız kalma korkusu Anadolu kadınının. Çocuklarını büyütürken, evlatlarının selvi boyuna bakarken gizli gizli yanmakta hala yüreği.
Günümüzün kentleşen, modernleşen yaşamı büyük aile modelini çoktan bitirdi. Şimdi kızını everen anne de ayrı ev açılmasını istiyor, oğlunu evlendiren de baştan ona göre masraf yapıyor. Gençler anne babalarıyla birlikte yaşamak istemiyorlar. İkisi de çalışan çekirdek aile modeli yaygınlaşıp yerleşti. Evlatların yuvadan uçup gitmesi mukadder, beklenen, çaresiz kabullenilen bir şey oldu. Her evlat yuvadan ayrıldığında yaşlanmaya yüz tutan iki kader arkadaşı daha fazla birbirlerine yaslanır oldular. Bayramda, tatilde kapılara bakılır oldu. Pencereden ayrılmayan yaşlı gözler evlatlarının, torunlarının yollarını gözler oldu.
Sanırım evlat sahibi olan her genç önceleri bilmedikleri bu duyguyu bebeklerini öpüp koklarken birdenbire içlerinde bir ürpertiyle hissediyorlar. Zaman, mekan ve haller değişiyor ya sürekli; hissedilen ayrılık korkusu da şekil değiştiriyor galiba. Bugün gelinimden şu sözleri işittim:
"Yarın bir gün insanlar uzaya gidecekler, belki Mars'ta, belki başka yıldızlarda koloniler kurulacak. Ya benim evladım da oralara giderse ?.."
Ayrılık kadim bir acı, zor kelime. Zaman mekan dinlemiyor. Anaların yüreklerine sinmiş bir kere. Kuşaktan kuşağa devrediyor, bir türlü unutulmuyor korkular. Allah kimseyi evlatlarından, sevdiklerinden ayırmasın.
30 Nisan 2020 Perşembe 21:30 CORONA GÜNLERİ............................Virüsün öğrettikleri

"Oku!" Kur'an'ın ilk emri. İslamın bu ilk adımının böylesine kesin, net ve açık bir emirle başlamış olması çok ilginç. O andan itibaren çıkılacak bir yolculuğun, daha doğrusu asıl olandan sapılmış, savrulmuş bir noktadan tekrar ana yola çıkışın işaret fişeği gibi. Cenab ı Hak İslam nimetini tamamlamak üzere Hıra dağındaki mağarada uzlette bulunan bir adama "Seni elçi olarak seçtim. Git vazifeni yap ama önce 'Oku!'…"diye sesleniyor. Dikkat ediniz aylardan ramazan ve kendini izole etmiş bir 'insan' dan bahsediyoruz. İçinde bulunduğu cahiliye toplumundan, onun bulaşıcı virüslerinden korunmak üzere gönüllü karantinaya girmiş birinden.
Ben nasip oldu o dağa çıktım. Hiç te basit bir yükselti değildi. Sabah namazına doğru tepeye tırmanmaya başladık. Hava henüz aydınlanmamıştı; karanlık, serin ve ürkütücüydü. Kıvrılıp yükselen taş merdivenlerden oluşmuş dar bir patikadan gidiyorduk. Bir ara nefesim kesilir gibi oldu, ama 'Ya Allah!' diye diye tırmanmaya devam ettim. Tepeye vardığımızda Mekke'ye ve bütün vadiye hakim olduğunu gördüm. Manzara gerçekten de muhteşemdi. Taraça gibi bir yerde oturup etrafı gözlemledim. Aşağıda insanlar mağaraya girmek için izdiham halindeydi. Doğrusu buraya kadar gelmiştim ama orayı görmeye mecalim yoktu. Etrafıma bakıyor; 1400 yıl önce böyle bir dağa, karanlık dar bir mağaraya kapanmış yalnız bir adamın hissiyatını anlamaya çalışıyordum. Buraya o zaman nasıl inip çıkabildiğini düşünmek bir yana, sabahın yarı aydınlığında bile ürpertici haliyle burada nasıl geceleyebildiğine inanamıyordum. Değil ki gecenin içinden gelen "Oku!" sesiyle nasıl korkmuş olabileceğini size anlatabileyim. Ama o nokta, o hitap ve o resul İslamın meşalesi olmuştu işte. Ademden, Nuh'tan, İbrahim'den beri gelen ilahi davetin yine günyüzüne çıkmasının başlangıcı olmuştu.
Bugün ülkemizdeki Corona günlerinin 51. cisi. Bizler de evlerimizde uzletteyiz. Ramazan ayındayız ve Kur'an okurken, dinlerken "Oku!" hitabının ne manaya geldiğini daha iyi anlayabiliyoruz. Okumanın böyle günlerde ne denli yararlı, yenileyici ve diriltici olduğunu bir kez daha fark ettik. O bize eşlik ediyor, biz de onunla arınıp şarj oluyoruz. Şunu öğreniyoruz ki; 'Okumak anlamanın kapısıdır. Anlamak da benimsemenin. Bir şey benimsenmezse inanmak da olmaz'. İnanmayan adamın bu yolda işi ne?
Anlıyoruz ki; inanmak taraftarlığın ve yoldaşlığın temelidir. Birlikte yol almayı, düşünmeyi, fikir üretmeyi ve hayata tutunup katkıda bulunmayı mümkün hale getirir. Zira okumadan anlamak mümkün olmadığı gibi, anlamadığımız bir konuda fikir sahibi olmak da mümkün değildir. Ayrıca, benimsemediğimiz bir konuya inancımız niye olsun ki? Fakat inancımız varsa her türlü zorluğa karşı devam etme gücünü de kendimizde bulabiliriz. Bu dini konularda da, siyasette de aynıdır. Herhangi bir hareketin ya da fikrin taraftarı olmak, onu desteklemek için de gereklidir.
Fakat altı boş bir desteğin ne gücü ne de bir katkısı olabilir. Ancak okuyan, anlayan, benimseyen, inanan, aktif destek ve katkı verenlerle birlikte büyük hedeflere yürünebilir. Öte yandan net, açık, billurlaşmış, yararlı katkılar vermek herkes için bu kadar kolay değildir. Birlikte yürünüyorsa; işte o okumalar sayesinde başlangıçta istişare manasında, giderek görüş ve öneri mahiyetinde alış verişler olur. Daha sonra da olumlu katkılar artar. Hiç kuşkusuz bunlar yolumuza birer mum gibi de olsa şavk verir. Böylece hiç değilse ateş böcekleri gibi parlayıp bir ışık deryası olunabilir.
Virüsün öğrettikleri
bize Mart ayı başında teşrif etti. Bugün neredeyse iki aydır onunla köşe kapmaca, saklambaç oynuyoruz. 'Tıp' oyununu bilir misiniz? Hareketli bir grup içlerinden birinin 'Tıp!' demesiyle aniden donar. Herkes nasıldıysa öylece kalmıştır. Mart ayının sonunda da neredeyse küresel ölçekte bir tıp oyununun içinde bulduk kendimizi. Uçuşların iptali, sınırların kapatılması, evde çıkmama, ulaşım kısıtlamaları, sokağa çıkma yasakları ve karantinalar birbiri peşisıra geldi. Başlangıçta olay biraz değişik, biraz da spontaneydi. Ancak ölüm haberleriyle birlikte salgının vahameti de ortaya çıktı. Gün gün yayınlanan güncel korona virüs tablolarını adeta nefesimiz tutularak izlemeye başladık. 1 Nisan geldiğinde kimsenin oyun oynamaya, şaka kaldırmaya hali kalmamıştı. Hala şaşkındık; biri çıksa da tüm dünyaya seslense: "Nisan biiiiirr! Her şey şakaydı!.." deyiverse ne olurdu acaba?
Süreç ilerledikçe aile tragedyaları, bireysel serenadlar işitilmeye başlandı. Evlerine kapanan insanlar yalnızlıkla ve çaresizlikle tanıştılar. Konuşmak için dört duvar, gezinmek için odalar arası dolaşmalar keşfedildi. Herhalde bu dönem en çok tüketilen şey çay olmuştur. Demlik demlik çaylar yapılıp içildi. İşten gelip yemek üstüne bir bardak içilen çayla hiç alakası yoktu o sıcak renkli sıvının. Dostlarla, arkadaşlarla içilen kahveler çaylar özlenmeye başladı. Ne büyük nimetmiş "çayı koydum gel" diyebilmek bir komşuya. Derin sohbetler etmek akrabalarımızla çay kaşıklarının sesleri arasında.
Aile büyüklerini ziyaret edip ellerinden öpebilmek, sarılmak, birlikte vakit geçirmek meğer ne güzel şeymiş. Dışarı çıkıp parkta dolaşmak, bir bankta oturup hiç tanımadığımız biriyle muhabbet etmek ne kadar da özel anlarmış.
Yada bir bankta yalnız başına oturabilmek güneşli bir günde. Ne güzelmiş çiçek açan ağaçların, mis kokulu çiçeklerin altında yürüyebilmek. İçine çekerek kokusunu doya doya baharın. Ne güzelmiş, yağmurda yürümek bir şemsiyeyle. Çarşı pazar dolaşmak, vitrinleri seyretmek, eve eli kolu dönmek nasıl da özlenirmiş. Çocukları okula göndermek, her gün katlanılan eziyetine rağmen küçükleri kreşe götürebilmek ne büyük mutlulukmuş. Ne büyük nimetmiş hafta sonları çocuklarla bir parkın yolunu tutmak. Onların salıncaktaki gülümseyen yüzlerini seyredebilmek. Ne büyük nimetmiş her gün farkında olmadan gidip geldiğin o cadde. Selam verip tanıdıklara geçtiğin ama göremediğin sokak. Denizi seyredebilmek, gökyüzünde süzülen kuşlara çevirip yüzünü; düşünmek…Ne kadar da güzelmiş.
Böylece birdenbire sahip olduğumuz şeylere şükretmeyi hatırladık galiba. Kendimize şu üç günlük dünyada her şeyi dert etmemeyi telkin etmeye başladık yoğun olarak. Her şeyin başı sağlıkmış anladık, hem de çok fena anladık. Hayatımız ipliğe bağlıymış. Ne terör, ne atom bombası ne de üçüncü dünya savaşı aklımızda kaldı. Görünmez bir virüs bütün dünyayı tehdit edebiliyor, yüzbinlerce insanı katledebiliyormuş anladık. Virüsün zalim mazlum, zengin fakir, güçlü zayıf ayırd etmediğini gördük. Dünya üzerinde kibirle yürüyenlerin nasıl da pıstığını, korktuğunu, ellerinden gelse kırk kapılı muhkem tahkimatların arkasından çıkmayacaklarına şahit olduk. Bir anda dünyamız tepetaklak oldu. Bir ses duyduk derinden: "Akıllı ol İnsanoğlu! Her şeyin sahibi değilsin, şimdilik misafirimsin o kadar!"
Acaba, dünyayı sarsan bu salgın, insanoğlunun biraz olsun aklını başına getirir mi? Sevgiyle sarılabilmenin, kimseden kaçmadan özgürce dolaşabilmenin kıymetini öğretir mi? İşimize, okulumuza, istediğimiz her yere gitmenin yasak olmadığı bir sabahın değerini anlar mıyız? Malın mülkün, gücün ve paranın her şey olmadığını en büyük zenginliğin sağlıklı ve huzurlu bir yaşam olduğunu idrak eder miyiz? “Yaşlılar ölsün bize ne, yaşamışlar zaten yaşayacakları kadar“ diyebilenleri gördükten sonra onlara daha bir sarılır, daha bir özen gösterir miyiz? Böyle bir zamanda bile yalan ve gerçek dışı haber paylaşanlara bir daha o meydanları boş bırakır mıyız? Fırsatçıları, karaborsacıları ve sahtekarları barındırır mıyız yine içimizde?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder