9 Ocak 2024 Salı

09 Ocak 2024 Salı ; TORUNLARIMA MEKTUPLAR................................ANILAR; 09 Ocak


KÜÇÜK/BÜYÜK ŞEYLER... albümüne yeni bir fotoğraf ekledi.

KÜÇÜK/BÜYÜK ŞEYLER…(Her şey sana bağlı!)
Apollo astronotu Neil Armstrong'un aya ilk adım attığı zaman söylediği o ünlü : "Benim için küçük, insanlık için büyük bir adım" sözünü hatırlarsınız.
Sanatçı Bülent Ortaçgil'in "Küçük Şeyler" adlı sözü ve müziği kendisine ait bir şarkısı var. Küçücük şeylerin bizi ve hayatımızı nasıl etkilediğini çok güzel anlatıyor.
Hep küçük şeyler bizi usandıran/Küçük şeyler bizi utandıran/Hep küçük şeyler bizi yarıştıran/Küçük şeyler bizi uzlaştıran
Küçük şeyler, hepsi de küçücük şeyler/Bizi yönlendiren, sevindiren, düşündüren
Hep kısa anlar, mutluluklar/Hayal görür uzun sananlar/Hep kısa anlar karar verdiğimiz/Sonra günler boyu neden diye düşündüğümüz
Kısa anlar, hepsi de kısacık anlar/Bizi yönlendiren, sevindiren, düşündüren
Hep büyük düşler peşinde koştuğumuz/Sonra nerdeyiz diye içinde kaybolduğumuz/Hep büyük düşler elimle tutamadığım/Hiç görmediğim, yaşamadığım
Büyük düşler, hepsi de küçücük şeyler/Bizi yönlendiren, sevindiren, düşündüren/Hepsi de küçücük şeyler/Küçük şeyler
Hep küçük şeyler bizi savaştıran/Küçük şeyler bizi barıştıran/Hep küçük şeyler seni sevdiğim/Küçük şeyler seni üzdüğüm
Küçük şeyler, hepsi de minicik şeyler/Bizi yönlendiren, sevindiren, düşündüren/Hepsi de küçücük şeyler
Bernard Shaw; "Hayatta saadeti yapan şeyler çok küçük parçalardır. Bir iyilik, bir gülümseme, tatlı bir bakış, iyi bir dilek... Aslında mutlu olanlar, bu küçük şeylerin huzuruna varmış olanlardır.'' demiş. Ne dersiniz öyle midir ?
"Bana bir dayanak noktası verin dünyayı kaldırayım" sözü de bir rivayete göre Arşimed'e ait. Büyük hedeflere ulaşmak elbette strateji gerektirir. Ama ancak, yeterli bir zaman boyunca gelecekteki bir hedefe doğru atılacak küçük ama devamlı adımlar, bizi inşallah o hedefe ulaştırabilir. Her yola adım adım ulaşılır. Küçük adımlar kişiyi yormaz, takatten kesmez. Aslında zor olan bu değil, sürekliliği sağlayacak azmi göstermektir. Su bile küçük damlalar halinde aynı noktaya sürekli damladığında, en sert kayayı da deler. İşte o zaman kalan ömrümüzdür ve başlayıp sebatla devam etmeden başarı da olmaz.
“Kıyametin koptuğunu görseniz de elinizdeki fidanı dikin.” demiş peygamberimiz. Bir an düşünelim bu söz sadece "kıyamet" ve "fidan" la mı ilgilidir. Dünyada kıyametin kopmadığı bir an var mı ki? Her an kopmakta kıyamet. Nefeslerimiz azalmakta değil mi her an? Sevdiklerimiz birer ikişer gitmiyor mu aramızdan ? Daralmıyor mu vakitler gün be gün? Öyleyse, “fidan dikme” yi yalnızca “kıyametin koptuğu” özel bir ân’a bağlamak ya da "fidan" ı sadece ağaç fidanı olarak anlamak gerekmiyor. Eldeki fidanı ya da iyilikleri hak ettiği toprağa kavuşturmak” her ânın işi. Aslında, insanoğlu için bir büyük anahtar saklı bu sözde. Çünkü mümin; salt ahirete inanmakla kalmaz; ahireti ve bugünü bilerek yaşar dünyasını. Mümin; sonunun sonsuzluk olduğu bilinciyle katılır “şimdi” ye. Sonsuzluk bilinciyle renk katar “bugün” e. Derin alır nefesini. Sonsuza açar kanatlarını.
Yazar Margo Daniel'den yapılan aşağıdaki alıntı yüzünüzde bir tebessüm oluşturabilir. "Bir" kelimesinin bu kadar vurgulanması dikkat çekici. Ama bir o kadar da güçlendirmiş söylenmek istenileni. Aktarıyorum
Bir şarkı yaşanan anı ateşleyebilir.
Bir ağaç bir ormanın başlangıcı olabilir.
Bir kuş baharın müjdecisi olabilir.
Bir gülümseme bir dostluğu başlatabilir.
Bir tokalaşma moralinizi yükseltebilir
Bir yıldız denizde bir gemiye yön gösterebilir.
Bir tek kelime büyük bir ideali anlatabilir.
Bir oy ülkenin kaderini değiştirebilir.
Bir huzme güneş ışığı bir odayı aydınlatabilir.
Bir mum karanlığı yırtabilir.
Bir gülüş hüznü fethedebilir.
Bir adım uzun bir yolculuğu başlatabilir.
Bir dua bir kelimeyle başlar.
Bir umut ışığı, ruhumuzu besleyebilir.
Bir dokunuş ne kadar önemsendiğinizi hissettirebilir.
Bir ses bilgelikle konuşabilir.
Bir yürek gerçek olanı anlayabilir.
Bir yaşam çok şeyi değiştirilebilir.
Görüyorsun ya…
Her şey sana bağlı!.

210 09 Ocak 2015 Cuma 18:00 İŞ DOKTORU...................................Başarmak kazanmak mıdır ?

Başarmak kazanmak mıdır ?

Zamanımız sınavların zirvede olduğu bir dönem. Hayatımız SBS, OGS, ÖSS, ÖYS, LYS, ALES, KPSS, KPDS, ÜDS, DGS… vesair bir sürü sınavla şekilleniyor. Bütün bu sınavlarınsa tek bir amacı var; "Başarmak !"

Seçme ve değerlendirme için kolay ve matematiksel bir çözüm bu. Kopya çekeni de, ezberleyeni de, bileni de, bildiğini bilmeyeni de aynı kefeye koyan bir sistem. Tıpkı kanserojen etkili hormonlu gıda maddeleri gibi. 

Albenili sunuluyor ve sektörde ticari bir ürün olarak alınıp satılabiliyor. Ama aslında sadece eğitim sistemimize ya da iş yaşamımıza değil iliklerimize kadar bize nüfuz eden bir yarış bu. Öldürmüyor, insanlık değerlerimizi kemirip tüketiyor. Geriye kalan hırs, tamah ve sonu gelmez bir doymazlık. 

Bundan yedi sene önce çalıştığım kurum sınavla aldığı iki kariyer uzmanını benim birimimde görevlendirmişti. Yazılı sınavda 100 almışlardı ve geleceği olan pırıl pırıl çocuklardı. Sevindik, işimiz oldukça yoğundu ve uzmanlık gerektiriyordu. Onları benimsedik, elimizde dağarcığımızda ne varsa paylaşıyorduk. Biliyorduk ki hangi fakülteyi bitirmiş olurlarsa olsunlar yapılan işi öğrenmeleri lazımdı. Bu da yoğun bir hizmet içi eğitim ve bol deneyim gerektiriyordu.

Bir süre sonra gençlerin mesafeli ve ikircikli davranışları dikkatimi çekti. Onları seviyorduk ve varsa sorunlarıyla ilgilenmek en tabi görevimizdi. Oturup konuştuk. Israrla kendilerinin "Ne uzmanı" olduklarını soruyorlardı. Ben de ilandaki iktisat, işletme ya da idari bilimler olarak öngörülen lisans eğitim şartını hatırlatıyordum. Belli ki kurumda bu alanda bir uzman eksikliği vardı. Çünkü 5018 sayılı kanun Bütçe, ön mali kontrol, iç kontrol ve stratejik plan gibi uzmanlık gerektiren teknik konular öngörüyordu. Zaten bu yüzden mülakatlarda diğer yasama uzmanları arasından onlar seçilmişti.

Meğer etraftan, "siz yasama uzmanısınız ne işiniz var Mali Hizmetlerde ?" gibi sorulara muhatap oluyorlarmış. Önce bunun kendi aralarında masum bir yarış, biraz da rekabetin getirdiği basit bir kışkırtma olduğunu düşündüm. Çünkü diğerleri kurumun nisbi olarak daha öne çıkan yasama birimlerine dağıtılmışlardı. Bizse organizasyon şemasına göre bir  danışma birimiydik. 

Baktım, sorun hayli derin, üst yönetici yardımcısına çıktım. Kendisi yasama birimlerinden sorumluydu. Bu gençler strateji, mali hizmetler biriminde yetiştirilmek üzere bana verilmişlerdi. Doğal olarak biz de geleceğe yönelik kendileriyle ilgileniyorduk.

"Sizin onlarla ilgilenmenize gerek yok ! dedi üst yönetici yardımcısı. Şaşırmıştım, "Nasıl yani ? İşi nasıl öğrenecekler peki? Birime ve kuruma aidiyetlerinin sağlanması için bir yönetici olarak onlarla yakından ilgilenmem yanlış mı? Alanlarında bir an evvel deneyim kazanmaları gerekmiyor mu ?" Bunları söylerken haklılığımın verdiği güven ve samimiyetle kendime hakim bir şekilde konuşuyordum. Ancak, verilen cevap beni daha da öfkelendirecekti: "Onlar sınavda 100 almış çocuklar. İlgiye, yardıma ihtiyaçları yok!"

Konu anlaşılmıştı. Demek sınav sonucu "başarı" için yeterliydi. Değerlendirme için iş ortamındaki deneyim ve verimlilik değil, alınan diploma, sınav notu ve etiket belirleyici olacaktı. Gerisi önemli değildi, öyle mi ?

İş yaşamım yoğun çalışma, çetin sorunlarla mücadele ve iniş çıkışlarla geçti. İnanmanın, deneyimin, insana değer vermenin ve iş içinde öğrenmenin kıymetini bilirim. Oradan çıkarken dünya dönüyor dediği için engizisyonda yargılanan Galileo'nun "Biz aksini söylesek de dünya dönüyor işte" sözleri yankılandı kulağımda.

Bir süre sonra bu iki genç benim birimimden adeta kopartırcasına alındılar. Farklı birimlere verildiler. Peki, ne oldu ? Değerlendirebildiler mi, ya da şöyle söyleyelim sadece yüksek not almış olmaları onları kurumda tutabildi mi ? Hayır !Tamahın olduğu yerde, etiketin geçerli olduğu yerde sadakat, vefa ve kuruma katkı bekleyemezsiniz. Daha iyisini bulunca terk edip gider.

Ahmet Şerif İzgören'i bilirsiniz. Bir dönem kendisiyle dostluğum, iş arkadaşlığım oldu. "Avucunuzdaki Kelebek" adında çok güzel bir kitabı vardır. Başarı dahil herşeyin insanın çabasına bağlı olduğunu anlatır. Size oradan bir hikaye:

"On yaşındaki bir Japon çocuğun en büyük hedefi dünyaca ünlü bir dövüşçü olmakmış. Ancak beklenmedik bir trafik kazası sol kolunu tam omuz hizasından alıp götürmüş. Ama gene de ailesi oyalansın diye, onu Japonya’nın en ünlü hocalarından birinin yanına vermiş. Hoca, çocuğa tek kolla ve sadece sağ kolla yapılabilecek bir hareket öğretmiş.

Çocuk tek bir hareket için senelerce çalışmış. Artık o hareketi dünyada en iyi yapan kişiymiş. Başka bir hareketi öğrenmek istediğinde hep ‘sen sadece bu hareketi bileceksin, bu harekete çalışacaksın ve bu hareketi dünyada en iyi yapan olacaksın o sana yeter’… cevabını alıyormuş.

Hoca, günün birinde öğrenciyi bir turnuvaya yazdırmış. Oğlan korku içinde. Tek kol, tek hareketle turnuvaya nasıl katılacak ? Uzun lafın kısası çocuk önüne çıkan dev gibi rakipleri perişan edip turnuvayı kazanmış. Kucağında kupası evine dönerken dayanamamış ve hocaya sormuş: ‘Hocam ben bunların hepsini nasıl yendim ?’ 

Hoca gülümsemiş: ‘Evladım senin zaferinin üç sırrı vardı: Birincisi, aklına bir hedef koydun. İkincisi, en zor hareketlerden birini mükemmel öğrendin. Üçüncüsü de senin bu öğrendiğin ve yaptığın harekete karşı bir tek savunma hamlesi vardı, o da; hareketi yapanın, yani senin sol kolunu tutmak !”

Özellikle hayatımızın zor anlarında güçtür mücadele etmek. İyi günde de kötü günde de bitmeyen bir enerji ve azim gerektirir. Üstelik kazanmak, engel atlama koşusunda onları birer birer aşıp herkesten önce bitiş çizisine varmak değildir. Belki başarıdır, bir sonuç almışsınızdır nihayetinde. Ancak unutmayın ki bu başarının arkasında yıllar süren bir mücadele, kazanmaya dair inancınız  ve deneyiminiz vardır. 

Ayrıca bu sonuç belki bir sonraki yarışmaya katılmayı sağlayabilir ama öğrenmeyi, çalışmayı ve formda kalmayı bırakan yarı yolda kalır. Basit kural: düşmemek için bisikletin pedallarını çevirmeniz gerekir.

Hormonlu, tatsız tuzsuz iri şeyler mi yemek istersiniz; organik, yaralı bereli ama lezzetli meyveler mi. Etrafınızdaki herkesi, her şeyi kırıp dökerek, belki insanlara omuz atıp çelme takarak ilerleyebilirsiniz. Hatta onların üstüne basa basa yükselebilirsiniz de. Geçerli kültürde bunun adına başarı da denilebilir. Ancak kazanmak bu değildir. Bana göre kazanmak, başarının içi dolu dolu olanı, değerlerinizi yitirmeden elde edilenidir. Sağlıklı, değerli ve kalıcı olan budur.

Belki de bize, ‘başarı’ diye dayatılan öğrenilmiş davranış doğru değildir. Olamaz mı ? Peki etrafımızdan sürekli tekrar edilen şu yönlendirme ne kadar doğrudur sizce ?

"Deneyime, çalışmaya gerek yok. Diploman, sınav notun yeter. Ondan sonra ensenin üzerine yan gelip yatabilirsin.  Lazımsa etrafına bak, yükseklere çıkmış birilerini mutlaka görebilirsin. Öyleyse kolayı var;  model al, kopyala onları. Zaten bu vahşi yarışta hiçbir kural yok. Sadece sen varsın.  Önüne çıkanı devir geç. İşte böyle düşün, çık ve başar !" 

İzgören kitabında ilginç bir yarışmadan bahsediyor. Engelliler arasındaki bir yarışma bu. Aralarından biri tam bitişe doğru yere düşüyor. Şaşırtıcı olan, diğer zihinsel engelli koşucuların geriye dönüp arkadaşlarını kaldırması oluyor. Down Sendromlu kız, oğlanı öpüyor ve ‘Bu onu iyileştirir’ diyor. Kollarına girip hep beraber bitiş çizgisini geçiyorlar.

Şimdi düşünelim. Acaba sınırsız bir hırs içinde birbirini geçmeye çalışanlar mı daha insan, yoksa düşen arkadaşlarını kaldırmaya çalışan o engelliler mi ? Bize, gençlerimize çocukluktan başlayarak tüketime dayalı, birbirini ezmeye ayarlı bir hayat öğretiliyor. Zaten şaşmaz kaidedir; kendi değerleriniz yoksa size dayatılanı doğruymuş gibi kabul edersiniz.

Hz. İbrahim ateşe atılacak. Küçük karınca ağzına aldığı bir damla suyla yola çıkmış. Onu görenlerden biri alay ederek bağırmış: ‘Ne o, nemrutun ateşini sen mi söndüreceksin ?’ Karıncanın cevabı müthiş: ‘Benim elimden gelen bu. Gücüm yetmese bile, bunun için gayret edemem mi ? Rabbim, kimin yanında olduğumu bilir’…

Etrafımızda her şeyi etikete, sınav notlarına, para ve güce bağlayan sanal bir sistem var. Başarı idolleştirilmiş durumda. Oysa gerçek kazanç, doğru bir amaç uğruna harcanan alın terinde. Değerli olan, kalıcı olan, arkanızda iz bırakan şey sadece bu. 

Başarı sadece hedeflerden, rekamlardan ibarettir. Hayatın anlamı, tadı, tuzu, lezzeti ise "kazanmak" tan geçiyor. O halde suyu taşımaya devam etmek gerek. Kaldı ki başaramadığı halde kazanan insan yok mu sizce ? "Galiptir bu yolda mağlup" sözü boşuna söylenmiş olamaz. Bir düşünün bakalım.

Gazete yazıları II albümüne yeni bir fotoğraf ekledi.

9 Ocak 2019


Kolay gelsin

Mahalli seçimler yaklaştı. Artık üç aydan daha az zaman var. Gerek ittifakların, gerekse partilerin adayları bir bir açıklanıyor. Kuşkusuz aday adaylığından adaylığa geçenler seviniyorlardır. Aday adaylığında kalanlarsa belki üzülüyor ya da durumlarına mazeret arıyor olabilirler. Bence bunlara hiç gerek yok. Kültürümüzde altın gibi güzel bir söz var: “Hayırlı olsun.” Çok şeyleri ifade eden adeta her derde şifa ilaç gibi bir cümlecik. Onlar da vazifelerini yaptılar neticede. Çıkıp “Ben de varım” diyebildikleri, demokrasiyi renklendirdikleri için kendilerine teşekkür etmeliyiz. Bir bakıma büyük bir yükten de kurtulmuş oldular. Zira adayların maraton koşusu şimdi başlıyor. Onların talip oldukları ‘Millet emanetini’ kazanmaya ve o ‘Gömleği giymeye’ hazırlanmaları gerek. Bahtları ve yolları açık olsun.

Stratejik yaklaşım, onlara kampanya sürecinde ve gelecekte işlerine yarayabilecek bir teknik. Geleceğe yönelik amaç ve hedeflerin belirlenmesi ve bu hedeflere ulaşmak üzere yapılması gerekenlerin ortaya konulmasında etkili bir araç.  Bilimsel olarak; organizasyonların  hem kendi durumlarını hem de dış çevre yapısını, hizmet alıcılarının istek ve beklentilerinin belirlenmesini ve analiz edilmesini öngören, buradan elde edilecek sonuçlara göre strateji ve aksiyon planları oluşturulmasını sağlayan önemli bir araç olarak tanımlanıyor.

Lügat anlamına bakılırsa stratejik yönetim; bir amaca ulaşmak için eylem birliği sağlama ve düzenleme sanatı oluyor. Eskiden daha çok askeri terminolojide kullanılan strateji sözcüğü, zaman içinde yönetim alanında da kullanılır olmuş. Özellikle de 2006’da uygulamaya giren 5018 sayılı kanun bu kavrama kamusal alanda yasal bir zemin sağlamış durumda. Yönetim alanında kısaca, amaca ulaşmak için izlenecek yol olarak ifade ediliyor.

Daha basit bir ifadeyle bu tarz bir yönetim yaklaşımı, adayların ve kampanyaların/başkanların ve belediyelerin; ‘Neredeyiz? Nereye ulaşmak istiyoruz? Ulaşmak istediğimiz noktaya nasıl gideriz? Başarımızı nasıl değerlendiririz ?’ şeklinde ifade edilebilecek dört temel soruya cevap arama süreci olacaktır. Böylece, bulunulan nokta ile ulaşılmak istenen hâl arasındaki en kısa ve sağlıklı yol tarif edilebilir. Hiç şüphesiz bu tarz bir yaklaşım ayrıca, kuruluşun amaçlarını, hedeflerini ve bunlara ulaşmayı mümkün kılacak strateji ve yöntemleri de belirlemesini gerektirir. Günlük değil geleceğe dönük bir bakış açısı demektir.

Adayların ister kampanya çalışmaları için, isterse seçilip başkan olduklarında ‘Ne yapacağım, nasıl yapacağım, nerede yapacağım, niçin ve kim için yapacağım ?’ sorularının cevabını da bu teknikle netleştirmeleri mümkün. Şayet böyle bir niyetleri olursa da öncelikle içinde oldukları şartları gözden geçirip ‘Güçlü ve zayıf’ yanlarını ortaya çıkararak işe başlayabilirler. Bu değerlendirme onlara hangi güçlü yanlara dayanıp, hangi zayıf yanlarını güçlendirerek yola devam edebileceklerini gösterecektir.

İşin başında konuşmaya değil de daha fazla dinlemeye vakit ayrılırsa insanlardan çok sayıda katkı alabildiklerini göreceklerdir. Şunu unutmamalı ki fikri alınan insan yanınızda olmaya, size destek vermeye en yakın kişi adayıdır. Bu arada süreç ilerledikçe sahip olunan ve olmaya devam etmeniz gereken ‘değerler’ üzerinde de düşünme fırsatınız olur. Bunlar size ‘ilkeler’ olarak geri dönecek ve zihninizde netleşmiş olacaktır. Bu kazanım sürece devam ederseniz ‘nasıl bir vizyon ?’ sorusunun da cevabını verir. Şimdi elinizde mevcut durumunu gözden geçirmiş, değerlerini ve ilkelerini netleştirmiş, vizyonunu belirlemiş güçlü bir başlangıç noktası var. İkinci aşamaya geçebilirsiniz.

Elbette yola çıkan insanın görevinin ne olduğu ve ne yapmak istediği hakkında bir fikri olmalıdır. Şimdi kafanızda ve kalbinizde bölük pörçük yer tutan bu düşünceleri kaleme almanın tam sırası. Yazın ! Yazmak konuşmaktan daha gerçekçi ve yararlıdır. Göreceksiniz ki kafanızdan geçenler ve kalbinizde olanlar önemli ama eksiktir. Hiç sorun değil, eksikler edindiğiniz tecrübe sayesinde telafi edilebilir. Biraz üzerinde düşünerek, birkaç temize çekmeyle ‘misyonunuzu’ sabitleyebilirsiniz. Artık görevinizin ne olduğunu net olarak ortaya koymuş bulunuyorsunuz. Peki güçlü ve zayıf yönlerinizi bilen, değerlerini ve ilkelerini netleştirmiş, misyonu belli, vizyonu sahibi biri olarak ‘Amacınız nedir, ne yapmak istiyorsunuz ?’  

Hz. İbrahim ateşe atılacak. Küçük karınca ağzına aldığı bir damla suyla yola çıkmış. Onu görenlerden biri alay ederek bağırmış: ‘Ne o, nemrutun ateşini sen mi söndüreceksin ?’ Karıncanın cevabı müthiş: “Benim elimden gelen bu. Gücüm yetmese bile, bunun için gayret edemem mi ? Rabbim, kimin yanında olduğumu bilir…” Yerine getirilemeyecek kadar abartılı amaçlara gerek yok. Mevcut durum, değer ve temel ilkelerden hareketle geleceğe dair bir vizyon oluşturdunuz ya. Hani misyonunuz da sizin ayağınızın yere basmasını sağlıyor ve görevinizi hatırlatıyor ya. İşte oturup bu misyon ve vizyona uygun amaçlar ile bunlara ulaşmayı mümkün kılacak hedef ve stratejiler belirleyeceksiniz şimdi de kendinize.

Evet kazanacaksınız ! Ama nasıl ? Burası çok önemli. Kafanızdaki insan odaklı bir başarı modeli mi, yoksa para ile ya da rakamla ölçülebilen başarıların mı peşindesiniz ? Zaten zor anlarda yeterince güçtür mücadele etmek. İyi günde de kötü günde de bitmeyen bir enerji ve azim gerektirir. Üstelik kazanmak, engel atlama koşusunda rakiplerinizi birer birer aşıp herkesten önce bitiş çizisine varmak da değildir. Belki başarıdır, bir sonuç almışsınızdır nihayetinde. Ancak unutmayın ki bu başarının arkasında yıllar süren bir dava mücadelesi, insanların fikri-teri-duası, kazanmaya dair onca inanç ve deneyim vardır. Ayrıca bu sonuç belki bir sonraki aşamaya geçmeyi sağlayabilir ama öğrenmeyi, çalışmayı ve formda kalmayı bırakan yarı yolda kalır. Basit kural: ‘düşmemek için bisikletin pedallarını çevirmeniz gerekir.’

Başarı sadece hedeflerden, rakamlardan ibaret değildir. Hayatın anlamı, tadı, tuzu, lezzeti gerçekten ‘kazanabilmek’ ten geçiyor. O halde suyu taşımaya devam etmek gerek. Kaldı ki başaramadığı halde kazanan insan yok mu ? "Galiptir bu yolda mağlup" sözü boşuna söylenmiş olamaz. Lazımsa etrafına bak, yükseklere çıkmış birilerini mutlaka görebilirsin. Öyleyse kolayı var;  “Model al, kopyala onları. Zaten bu vahşi yarışta hiçbir kural yok. Sadece sen varsın.  Önüne çıkanı devir geç. İşte böyle düşün, çık ve başar !" Böyle mi yani ?

Bir düşünün bakalım. Gerçek kazanç bu mudur, yoksa doğru bir amaç uğruna harcanan alın terinde midir ? Hormonlu, tatsız tuzsuz iri şeyler mi yemek istersiniz; organik, yaralı bereli ama lezzetli meyveler mi ? Etrafınızdaki herkesi, her şeyi kırıp dökerek, belki insanlara omuz atıp çelme takarak ilerleyebilirsiniz. Hatta onların üstüne basa basa yükselebilirsiniz de. Geçerli kültürde bunun adına başarı da denilebilir. Ancak kazanmak bu değildir. Belki kazanmak, başarının içi dolu dolu olanı, değerlerinizi yitirmeden elde edilenidir. Sağlıklı, değerli ve kalıcı olan, arkanızda iz bırakan şey sadece budur.

Şunu kabullenmeliyiz: Türkiye’nin Yönetim sistemi değişmiştir bunu unutmayalım. Bakınız eskiden belediye başkanları, milletvekili ve bakan olabilmek için yüksek performans gösterir o makamlara talip olur seçilir gelirlerdi. Bugün millevekilleri belediye başkanı olmak istiyor. Bu durum ülkenin bir kazanımıdır elbette. Ancak önemli olan ‘Gül yetiştirmeye talipli kaç kişi var etrafımızda ?’ İyi kopyalama, iyi sunum yapıp köşe başlarını tutanlar ‘bizim çocuklar’ olabiliyor ama nedense bizim gibi görmüyor, bizim gibi bakmıyorlar. O zaman da Ali Veli, Veli Ali oluyor değişimin adı bu mu yani? Yıllar boyu patinaj yapmanın, zaman ve kaynak kaybetmenin maliyeti çok büyüktür. Çünkü telafisi olmaz.  Yeniye açık olmak, geleceğe odaklanmak iyidir ama, nereden gelindiğini, nerede bulunduğunu ve nereye varacağını bilmek de en az o kadar değerlidir. 


Göreceli albümüne yeni bir fotoğraf ekledi.

Mahalli seçimler yaklaşıyor ya içimde yine bir korku var. Ya politika eski yıllarda olduğu gibi çirkin yapılırsa ? Yalanın, şantajın, tehditlerin havada uçuştuğu gergin bir süreç daha yaşarsak ?
Haberleri izlemeye, sosyal medyaya bakmaya çekinir olursak ? Yarın hangi dosya patlayacak, akşam hangi skandalla sarsılacağız, karşılıklı salvolardan yine kulaklarımıza kadar kızarır mıyız diye gerim gerim gerilirsek ?
İnşallah olmaz. Çirkin politika midemizi bulandırmaz. Delikanlı bir mücadele yaşarız. Sonuçta milletin iradesi hiç kimsenin itiraz etmeyeceği kadar net ve sağlıklı bir şekilde sandığa yansır. Yerel yöneticiler yeni ve taze bir heyecanla görevlerine başlamış olurlar.
Aslında bu sorunun temelinde politika ve siyaseti birbirine karıştırmamız yatıyor. Halk içinde politikanın dürüst yapılması, siyasilerin de kendilerinden beklenen sorumlu devlet adamı olarak davranmasını istiyoruz.
Siyasilere güvenmemiz gerekiyor. Saygın bir görev yapıyorlar. Ama çoklukla politika yaparken siyasi rollerini erozyona uğratacak didişmeler içine giriyorlar. Öyle olunca da siyasi saygınlıklarını bizzat kendileri zedelemiş oluyor.
Misâl; meclis kürsüsünden yapılan seviyesi düşük tartışmalar. Bazen itişmelere, birbirlerinin üzerine yürümelere ve hatta meydan kavgalarına varan üzücü sahneler. Hakaretler, tehditler, bıktırıcı sataşmalar…Bunları görüp de kuliste şen şakrak muhabbetleri anlaşılamıyor elbette.
Esas olan bu ise içerdeki halleri neydi öyle ? Yok içerdeki söz ve davranışları doğru ise hemen dışarda sergiledikleri bu vaziyet de neyin nesi oluyor ?
Aynı şekilde seçim sürecinde çevirmedik dolap, devirmedik çam, kırmadık kalp, incitmedik yürek bırakmadıktan sonra birbirine sarılıp öpüşmeyi neyle izah ediyoruz ? Politika böyle bir şey mi, yoksa onlar dünde kaldı gün bugün siyaseti mi ?
Siyaset iddiasındaki bir insanın kavga bile etse, düşmanı bile olsa kalkıp karşısındakinin elini sıkabilme erdemine sahip olması gerekiyor. Öyle olunca da kavgayı da delikanlıca yapmalı öyle değil mi ?
Bu olgunluğa ulaşmamış biri misal bir ülkenin dış politikasını nasıl yürütebilir ? Karşındakilerin ülkenin altını oymakla meşgul olduğunu görüyor biliyorsun, fakat yine de konuşman, masayı devirmemen ilişkiyi kesip atmaman gerekiyor.
İktidarsan muhalefetle yeri geldiğinde görüşebilmen, muhalefetsen iş başındakilerle uzlaşman gerekebiliyor. Örneğin külliye konusunda etmedik iftira ve hakaret bırakmadıktan sonra oraya süklüm püklüm gitmek hangi siyasetle izah edilebilir ki ?
Bu işin yukarısı aşağısı olmaz. Politika ve siyaset emme basma tulumba gibi birbiriyle ilişkili iki alandır. Birbirine karıştırılmadan ve edeplice yapılmalıdır.
Bakana göre, yapana göre, yerine ve zamanına göre değişen davranışlar 'göreceli' anlaşılmaya teşne olurlar. O zaman da 'saygı' beklemek aynı 'göreceli' karşılıklara müstehak olacaktır.
Yapmayın !..

10 Ocak 2021 20:30 Pazar CORONA GÜNLERİ....................................Corona labirentinde

Corona gelgitleri

Ay ve Güneş’in çekim gücü nedeniyle okyanuslarda meydana gelen yükselme ve alçalmalara gel-git deniyor. Ay Güneş’e göre daha yakın olduğu için onun dünya üstündeki çekim gücü daha fazla. İşte bu sebeple suyun yükselmesine med (gel), alçalmasına ise cezir (git) denilmekte. Bu olay, her gün iki defa kabarma, iki defa çekilme şeklinde gerçekleşiyormuş.

Corona günlerindeki kabarma ve alçalmaları da ben bu gel-git olayına benzetiyorum. Bir yıldır dünya bunu yaşıyor. Dünya denizi öyle bir çalkantı içinde ki, insan rüzgara bakıyor ilk önce. Ama havada bir rüzgâr da yok. Peki o zaman bu dalgalanmanın sebebi ne? Kabarıyorsa neden, düşüyorsa neden?

İster istemez Eskimoların bir sözünü hatırlıyor insan: “Rüzgârsız havada dönen fırıldağın mutlaka bir üfleyeni vardır!” Normal şartlarda olmaması gereken bir olayın, nedeni belli olmayan şartlarda oluşmasıyla ilgili bir söz. Sonuçta pek adil gelmese de.

Denizin üzerine baktığınızda o çalkantıyı görebilirsiniz. Vaka sayıları, ölenler, iyileşenler, tedavi görenler hep o denizin görünen yüzü. Normal şartlarda rüzgârla ilgili bir durum. Fakat medcezir ya da gel-git dediğimiz şeyin sebebi çok daha farklı. İnsanlığı derinden etkileyen; kalp krizleri, kanser ve zatürre gibi sebebi bilinen ölümcül hastalıklar o görünen yüze benziyor. Onların tedavisi, ameliyatı, ilacı da belli.

Ancak Coronavirüsünün ne sebebi, ne şifası biliniyor. Nasıl bir medcezir ki asıl gücü, kaynağını, sonumuzu bilmiyoruz. Çalkantılı denizde düşmemek için sıkı sıkı bir yerlere tutunmak, dışarı çıkmamak ve ıslanmamak için kendini koruyan denizciler gibiyiz. Temizlik-Maske ve Mesafe başından beri hala tek güvenli tedbir.

Corona medcezirleri

Corona günlerinin 305’ncisindeyiz. Hayat zaten kolay değil, üstüne üstlük hiç bilmediğimiz bir hastalık bir yıldır bizi beşik gibi sallıyor. Her gün akşam Corona güncel tablolarından meteroloji raporu gibi günlük durumları izliyoruz. 

Bir dönem geliyor artışlarla bizim de yüreğimiz kalkıyor. Aşka bir dönem tepelerde askıda kalıyoruz. Bazen de “bu iş bitiyor galiba” diyerekten içimiz umutla doluyor.

Özellikle son aylarda çok fazla yanımızdan, yöremizden, uzağımızdan vefat haberleri duyduk.  Cenazelerine gidemedik. Bol bol taziye mesajları yazdık, telefonlarla baş sağlığı diledik. Nişanları, düğünleri olanların sevincine ortak olamadık. Nişan, düğün hayalleri olan gençlerin omuzlarının yıkılışını, gözlerinin bulutlanışını izledik. Sosyal medya kutlamalara da, üzüntülere de aracılık etti. Hastalananlara geçmiş olsun dedik, çocuğu torunu olanlara göz aydınlığı diledik.

Kuşkusuz yaşanan acılar da sevinçler de hayatın bir gerçeği. Bir saniye sonra ne olacağını, hangi haberi alacağımızı bilemiyoruz. Corona günleri adeta medcezir iniş çıkışları gibi hayatımızı çalkalayıp durdu. Elbet kötü günleri de kabullenebiliyoruz, ama direnç de içimizde saklı. Öncelikle hasta olmamaya, kendimizi ve ailemizi korumaya çalıştık. Yapmak istediğimiz pek çok şeyi yapmadık, yapamadık ama hiç umulmadık sürprizler de eksik olmadı değil hayatımızda. Hepsinden de çok şeyler öğrendik, öğreniyoruz. 

Kendi kendimizi izolasyon çevremizdekilerle yüz yüze bağ kurmayı sınırladı. Komşularımızdan bile kaçar olduk. 2020 yılı elimizin altından kaydı gitti. Hayat çok kısa, bir yılı azımsamamak lazım. Ama Corona günlerinde hayatın önümüzden geçip gitmesine şahit olduk işte. Daha da bu halin ne kadar süreceği belli değil.

Çalışanlar kendilerini işlerine tam olarak veremedi. Hanımlar eve hapsolan hayatın ağırlığı altında ezildiler. Evlilikler, arkadaşlıklar hatta kariyer planları hepsi bir imtihana tabi oldu neredeyse. Arkadaşlarımızla birlikte olamadık. Terapi gibi olan çay kahve muhabbetlerini edemedik, hedef ve hayallerimizi paylaşamadık.

Bütün doktorlar yaşamak için huzurlu bir hayat, sağlıklı beslenme ve spor yapmayı tavsiye ediyor. Ama itiraf etmeli ki bunları yapamadık. Rutinlerimiz 100 metrekare evin içinde kayboldu gitti. Belki corona olmadık ama neredeyse hepimiz depresyon hastası olduk. Fiziksel olarak iyi olma halinin sağlık demek olmadığını anladık yaşayarak. Kendimize, etrafımıza “iyisin, iyiyim” demek yetmiyormuş. Depresyon için ilaç gerektiğini de böylece öğrenmiş olduk.

Torunlarımızı büyüttük bu dönemde. Çocuklarımızla ilgilendik hiç olmadığı kadar. Onların da bize yakın olmalarından mutlu olduk. Bir araya gelemediklerimizle hep birlikte olmayı ne kadar da özledik değil mi? Gitmek istediğimiz yerlere gidebilmeyi, alış veriş edebilmeyi. Haftada bir dışarıda yemek yiyebilmeyi.

Bu arada sürprizler de yaşamadık değil. Memleketten uzun zamandır beklediğimiz bazı haberler aldık. Yıllardır görüşmediğimiz, görüşemediğimiz akrabalarla bol bol görüntülü görüştük. Hatta hakkında hiç bilgimiz olmayan akrabalarımızla da böyle sanal ortamlarda tanıştık. Fotoğraflar aldık, fotoğraflarımızı gönderdik bilsinler, bilelim diye.  

İkiz torun haberi sevinçlerimizi üçe beşe katladı. Öbür küçük torunların “dede, nenne, dayı, teyze, amca, abi” demeleri ise adeta yağlarımızı eritti. Yürümeleriyle havalara uçtuk, sarılıp öpmeleriyle kendimizden geçtik. Büyük oğlumuzun son üç kitabı 2020 yılı içinde çıktı. Bense sadece geçtiğimiz yıl içinde 400’e yakın yazı yazdım.

Corona medcezirine rağmen hamd olsun canımız sağ. Ayaktayız, yaşıyoruz. Her koyu karanlığın bir şafağı var. Sabahı olmayan bir gece, baharı olmayan bir kış yok. Rabbim daha kötüsünden muhafaza eylesin.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder