6 Ocak 2024 Cumartesi

06 Ocak 2024 Cumartesi; TORUNLARIMA MEKTUPLAR.....................ANILAR; 06 Ocak

 Yüreğimin sesi-I- albümüne yeni bir fotoğraf ekledi.

6 Ocak 2015

 
Bir koşturmaca ki zaman
İçinde kayıp, unutulmuş «insan»
Rahmetsiz, katılaşmış kalplerde
Ara ki yok, ziyan olmuş vicdan
Gel ey insaf, duy beni nedamet !
Tutulmuş sanki akıl, hani sağduyu ?
Bu ne gaflet dostum, galiba;
Doymadan tükenmekte, bak gelip geçmiş yıllar
Yaşamadan harcanan, yitip gitmiş hayatlar...

Gün batımı/Gün doğumu duyguları albümüne yeni bir fotoğraf ekledi.

 Gün doğmadan,
Deniz daha bembeyazken çıkacaksın yola.
Kürekleri tutmanın şehveti avuçlarında,
İçinde bir iş görmenin saadeti,
Gideceksin
Gideceksin ırıpların çalkantısında.
Balıklar çıkacak yoluna, karşıcı;
Sevineceksin.
Ağları silkeledikce
Deniz gelecek eline pul pul;
Ruhları sustuğu vakit martıların,
Kayalıklardaki mezarlarında,
Birden
Bir kıyamettir kopacak ufuklarda.
Denizkızları mı dersin, kuşlar mı dersin;
Bayramlar seyranlar mı dersin,
Şenlikler cümbüşler mi?
Gelin alayları, teller, duvaklar,
Donanmalar mı?
Heeey
Ne duruyorsun be, at kendini denize:
Geride bekleyenin varmış, aldırma;
Görmüyor musun, her yanda hürriyet;
Yelken ol, kürek ol, dümen ol, balık ol, su ol;
Git gidebildiğin yere…
Hürriyete Doğru / Orhan Veli Kanık

06 Ocak 2021 Çarşamba 22:00 CORONA GÜNLERİ.............................İnsan üzerine

İnsan tabiatı

İnsan tabiatı hem iyidir hem kötü. Hem şükreder hem de nankörlük. Eliyle, diliyle yaralara merhem olur. Eliyle cana da kıyar, diliyle zehir de saçar. Dünyayı imar eden de odur, helak eden de. Kulluğu da bilir, isyanı da seçer. 

Güzeldir yaradılışı amma ister eşref i mahlûkat olur, dilerse esfele safilin. Bir insan cenneti arzu etmek varken nasıl olur da sefillerin en sefili, aşağıların en aşağısı olur, cehennemin en alt tabakasına talip olur anlamak mümkün değil?

Kur’an aklı olan insana mesaj. Dileyen okuyup sırat ı müstakim sahibi oluyor, nasibi olmayan kendini nefsinin cangıl ormanlarında kaybediyor. Habil’le Kabil’in hikayesi boşuna değil. Çıkış sebebi ibadet bile olsa sonunda kardeşinin kanına girebilen biri bu “insan” dediğimiz mahlûk. O yüzden yaptıklarının kendine göre bir gerekçesi olur her zaman. Çoğu zaman da kendini inandırır yoluna. Pişman olsa bile kibri ve gururu öyle bir sed örmüştür ki etrafına tövbe kapısını göremez, görse de edemez.  

Cehaleti de bilmemekten değildir. Hakkı hakikati, doğru olanı bal gibi bildiği halde yine de içinde olduğu karanlığı aydınlatamaz. Nefsinin azgınlığı bir karabasan gibi göğsünün üzerine oturmuş, adeta elini kolunu oynatamaz olmuştur. İşte böyleleri, bilip de azgınlığında ısrar edenlere üstüne basa basa “cehil” denilmiştir. Bilmeyenlere de bu yüzden cahil dememek gerekir.

Ezopun dilleri

Bugün Corona belasında yaşadığımız 300'ncü gün. Bu da bir tür yürüyüş. Sabırla, metanetle, kazanma inancı ve azmiyle yapılan bir yolculuk. Her yürüyüş gibi birlikteliğe, yol arkadaşlığına ihtiyaç var. Eskiler; yolculuk yapmadan, birlikte yiyip içmeden ve yatmadan insan anlaşılamaz demişler. Ne kadar doğru. Arkadaşlığı, dostluğu, sadakat ve vefayı hemen anlayamıyorsunuz. En azından bir testten geçmesi gerek.

Yol yürüyenler çakır dikenlerini bilir. Acısını tanırlar. Sinsiliğini, batınca fark edildiğini yaşamışlardır. Toprağa hangi yanıyla düşerse düşsün ayağınıza batacak şekilde dururlar. Rüzgârla yola gelişigüzel saçılmışlar ve kuru otlar arasında kamuflajlanmışlardır. 

Kendinizi daha büyük engellere hazırlamışken o küçücük şey ayağınıza batınca canınız epey acır. Bazı insanların da hali böyledir. İhanetten bahsetmiyorum, o çok farklı bir şey. Ancak bazen dostun gül atması bile dokunur ya, işte öyle bir şey.

Bir de mırın kırın ederek, gölgelerde kalarak yol arkadaşlarını yalnız bırakanlar var. Meşhur hikayedir, bilirsiniz. Aksak Timur Anadolu'ya gelirken filleri de getirmiş. Akşehir yakınlarında otağını kurduğunda, bir erkek fili de Akşehir’lilere emanet etmiş. Bunu “yedireceksiniz, içireceksiniz” demiş. “Hayvanımın başına bir şey gelmesin sonra karışmam!..” Fil bu ya, doymak bilmez. Köylüler ellerindekini avuçlarındakini yediriyor ama nafile. Ne varsa götürüyor, bağ bahçe tanımıyor, önüne gelen yeri çiğneyip talan ediyormuş.

Akşehir’liler fili beslemek için tarlada, bahçede, ambarda, kilerde ne varsa tüketmişler. Bakmışlar ki aç açıkta kalacaklar, böyle olmayacak. Gitmişler Nasreddin Hoca'ya yalvarmışlar yakarmışlar. "Hocam" demişler, "biz perişan olduk. Timur seni dinler, bir konuş Allah'ını seversen. Şu fil belasını başımızdan alsın." Hoca şöyle bir bakmış Akşehir’lilere. Hallerine acımış. ”Ey ahali o zaman toplanın, hep birlikte gidelim, derdimizi anlatalım”.

Hoca önde, Akşehir’liler arkada, huzura çıkmak için yola düşmüşler. Otağın kapısına gelindiğinde Hoca içeri girmiş. Timur hocayı ve zekasını severmiş, buyur etmiş. Hakan çok şatafatlı bir tahta oturuyormuş. Hoca "elçiye zeval olmaz efendim" diye başlamış söze. "Bütün Akşehir’liler hep birlikte düşünmüşler taşınmışlar beni sözcü seçmişler" diye devam etmiş. Timur, "hangi Akşehirliler?" diye kesmiş sözünü “Hani neredeler?” Hoca "kapıdalar efendim" demiş.

Timur “Getir bakayım onları da göreyim” demiş. Hoca gidip kapıya bakmış ki kimse yok! Son dakikada 'Aman ne olur ne olmaz' deyip birden arazi olmuşlar. Hoca düşünmüş, tekrar içeri girip huzura çıkmış. Timur, bıyık altından sormuş: ”Ne oldu Hoca, hani diğerleri?” Etraftan bir kıkırdama duyulmuş. Hoca zeki adam hiç bozmamış: "Hakanım" demiş "şunu diyecektim aslında. Akşehirli sizin fili bir sevdi bir sevdi. Şirin mi şirin, tatlı mı tatlı. Millet fil diyor, başka bir şey demiyor. Ancak herkes hayvancığasın yalnızlığına üzülüp duruyor. Eşi yok, ailesi yok. Öyle mahzun, tek başına, yazık. Ferman buyursanız da yanına bir de dişi fil getirseler. Biz de mutlu neşeli yaşasak”.

Timur, bir kahkaha atmış. “Hay çok yaşa sen hoca. Ben bunu nasıl düşünemedim. Var git ver müjdeyi, gönderiyorum diğer fili”. Hoca, otağın kapısından çıkıp ilerleyince, çalının çırpının ardındaki tam siper kurnaz Akşehirliler etrafını sarmışlar: “Ne oldu Hoca? Hallettin mi işi? Ne zaman gidiyor fil?” Hoca göz gezdirmiş etrafındakilere birer birer. "Ne gitmesi arkadaşlar, ikincisi de geliyor, yolda! Hayırlı uğurlu olsun siz ödlek uyanıklara. Beni de rahatsız etmeyin bundan böyle. Ben kendi işime bakayım, siz de kendi işinize, hadi bakalım selametle" diyerek vurmuş asasını yola, kaybolmuş ufukta.  

Kıssadan hisse: Nasrettin hocayı Timur’un karşısında yalnız bırakanlar sadece kendilerine değil memleketlerine de kötülük ettiler. İnsanın böyle bazı halleri de, ağzında evirip çevirdiği dili de çakırdikenine benzer biliyor musunuz? Bir Ezop(*) masalında dile getirildiği gibi o; hem dünyanın en tatlı şeyi, hem de en acı olanı. Hikayeyi bilirsiniz hepsini anlatmayacağım. Sadece dünyanın hem en acı hem de en tatlı yemeğinin "dil"den yapıldığını hatırlatmakla yetineyim. Yumuşacık, küçücük bir şeyin hem bu kadar tatlı, hoş ve lezzetli, hem de bu kadar zehirli, bu kadar şeytani, bu kadar acıtıcı olabileceğini ancak tadınca anlar insan.

İnsanoğlu çiğ süt emmiş

İnsan çok güzel, çok değerli. Ancak insanoğlu “çiğ süt emmiş” aynı zamanda. O yüzden de yanlışları, eğrilikleri de çok. Her zaman iyi, dosdoğru ve asil değil. Kötü de olabilir, yamuklukları olur sık sık. 

Hatta bazen soysuzca da davranabilir; İyiliğe nankörlük eder, kötülükle karşılık verebilir. Çiğ süt emmiş atasözü işte bu yüzden; insanın sağı solu belli olmaz, ne zaman ne yapacağı bilinmez anlamında kullanılıyor.

Hikaye bu ya; kedinin biri dağda kuş kovalarken birden kendini aslanın ininde bulmuş. Gürültüye uyanan aslan kükremiş: “Bre sen kimsin? Ne işin var, benim inimde?” Kedi korkmuş, paçayı kurtarmak için: “Tanımadın mı beni? Ben senin dayınım” demiş. Aslan, baştan ayağa süzmüş kediyi: “Yüzün gözün, elin ayağın, postun tüyün aslana benziyor ama pek bir küçüksün. Sen nasıl benim dayım olabilirsin ki?” diye sormuş.

 

“Ah yeğenim” demiş kedi, “Ben de senin gibi büyüktüm. Ama şu insanoğlu var ya çiğ süt emmiş. Bana etmediği zulüm kalmadı, küçülte küçülte bu hale soktular beni.” Aslan öfkelenmiş: “Vay vicdansızlar! Demek öyle ha!” “Yaa… Böyle işte!” Kısa bir an düşünen aslan, birden fırlayıp kalkmış ayağa: “Hadi, kalk gidiyoruz” demiş. “Nereye?” “Göster bana şu insaoğlunu da yaptıklarının hesabını sorayım!”

 

Bakmış aslan ciddi, vazgeçirmeye çalışmış kedi: “Aman etme, bu insanoğlu çiğ süt emmiştir. Ben yandım, sen de yanma!” “Olmaz!” demiş aslan. Hesap soracak, kafaya koymuş bir kere.

Uzun süre yürüdükten sonra ormanın kıyısında bir oduncuyla karşılaşınca kedi durdurmuş aslanı, “İşte bu” demiş. Aslan, oduncuya doğru kükreyerek: “İnsanoğlu denen çiğ süt emmiş sen misin?” diye sormuş.

 

Oduncu, dönüp şöyle bir bakmış: “Benim, ne olacak?” demiş. “Dayıma yaptıklarının hesabını vereceksin!” “Ne yapmışım dayına?” “Daha ne yapacaksın? Baksana ne hale getirmişsin? Dayak yemekten ufalmış iyice…” Oduncu, kediye bakmış. Kedinin bir oyunuyla karşı karşıya olduğunu anlamış. Aslana derdini anlatamayacağı ya da kaçıp kurtulamayacağı için: “Peki, hesaplaşalım” demiş. “Ama önce şu kütüğü yarmalıyım. Yardım et de çabuk yarayım.”

 

Bir an önce hesaplaşmak isteyen aslan: “Tamam” demiş, “nasıl yardım edeyim, çabuk söyle!”

Oduncu, kütüğün ortasına bir kama saplayıp boydan boya yar­dıktan sonra aslana dönüp: “Şu yarığa bir pençeni sok da çabuk yarayım” demiş. Aslan, kütüğün aralığına bir pençesini sokmuş. Oduncu, aynı anda kamayı çekince aslanın ayağı sıkışıp kalmış. Başlamış acı içinde bağırmaya.


Oduncu, doğrulmuş olduğu yerde: “Tamam mı?” demiş, “Hesaplaştık mı şimdi?” Acıyla haykıran aslan: “Tamam, tamam!” demiş. “Dayım, insanoğlu çiğ süt emmiştir, demişti de inanmamıştım. Doğruymuş meğer!”


Hikayede ilginç olan nokta sade bir insanın, iyi olmasını beklediğimiz bir insanın bile tuzak kurabileceğinin, muhatabın canını acıtabileceğinin anlatılması. Yaşarken bu tür örnekleri çokça görmüşlüğümüz var. Gerekçesi ne olursa olsun insan akrep gibi sokabilir, yılan gibi boğabilir, karadul gibi zehirleyebilir. Dikkat edin muhabbet ederken dilinin çatalını görebilirsiniz. O çatal dil insanları öyle birbirine düşürür, dostlar akrabalar arasına öyle yaralar açar ki inanamazsınız.

Ağızdan çıkan sözcükler öyle dedikodular eder, öyle iftiralar atabilir ki; ocaklar söner bu yüzden. İnsanoğlu söz konusu olduğunda ha dil, ha kalem; ha el ha iğneli topuz hiç fark etmez. Hepsi aynı kapıya çıkar. Misal biri sanal dünyada yorum mu yapıyor; dikkat ediniz. Över gibi yaparken aslında eleştirebilir. Hayra soluğu olmadığı gibi, varlığı bile keyfinizi kaçırmaya yeter.

Delil mi istiyorsunuz? Aramamış sormamış biri aniden çıkıp gelse ya da telefon edip sizden bir şey istese. Sizin de ona bir imkânınız olmasa. Yalan söylemeden, oyalamadan dosdoğru “Hayır!” deyin de görün bakalım neler oluyor. Başta hal hatır soran, saygılar sunan o insan birden dönüverir. Kelimeler adeta ok gibi çıkar ağzından. Bir anda tüm zehrini boşaltıverir üstünüze.

İşte böyledir “çiğ süt emmiş insan”. Yine aynı çiğ sütü emmiş ama “insan evladı olmayı bilmiş” binlercesinin, milyonlarcasının sırtında dönüyor dünya. O yüzden de şöyle dua ederiz ya: “Allah iyilerle karşılaştırsın!”

-----------------------

(*)Ezop fabl denen öyküleriyle ünlüdür. Fabl sonunda ders verme amacı güden, güldüren, düşündüren ve genellikle manzum öykülere deniyor. Dünyanın en ünlü fabl yazarları ise; Ezop, La Fontaine ve Beydeba'dır. İ.Ö.VI.yy.da yaşadığı varsayılan eski yunan masalcısı Ezop'un fablları M.Ö. 300 yılında derlenerek yazıya geçirilmiş. Söylentilere göre Trakya'da ya da Emirdağ yakınlarındaki Amorium kentinde doğup büyümüş. Bir süre köle olarak Samos adasında yaşamış, azat edilince birçok yolculuk yapmış, Delphoi'ye yaptığı yolculuk sırasında da bir cinayete kurban gitmiş. Fablların kahramanları genellikle hayvanlar. Ama bu hayvanlar insanlar gibi düşünüyor, konuşuyor ve tıpkı insanlar gibi davranıyorlar. Sonuçta öyküden çıkarılan ders bir öğüt biçiminde oluyor.

06 Ocak 2024 Cumartesi TORUNLARIMA MEKTUPLAR.....................ANILAR; 06 Ocak


117 06 Ocak 2014 Pazartesi 20;55 ŞİİR VE TÜRKÜ............................Eserden müessire, bir yol çizer kainat

Eserden müessire, bir yol çizer kainat

Kâinat; Türkçe sözlükteki karşılığı olan Evren, dünya, acunun Mevcudat ve Alemler anlamındaki Osmanlıcası. Var olan, yaratılan, yer gök ve var edilen şeylerin hepsi. Bilimsel açıdan [1] gök cisimlerini barındıran uzay ve uzayda yer alan madde ve enerji biçimlerinin tümü.
Sokrat’a göre “Kainatta tesadüfe tesadüf etmek imkansız.” [2] Her şey o kadar açık ki, büyük İslam Aliminin ifadesiyle elbette ki “Delilleri belli olan şey gizli sayılmaz.” [3] Bu yüzden ona her bakan kendince birşeyler görmüş, yazmış, söylemiş. Ancak sözlerin en doğrusu, en güzeli de uyarmış insanları;

“Göklerde ve yerde Allah’ın varlığını, birliğini, kudretini gösteren nice deliller vardır ki, insanlar yanından geçip gittikleri halde yüzlerini çevirdiklerinden farkına varmazlar." [4]

Türkülerimiz hem şiirsel yapıları hem de ses renkleri itibariyle her zaman kalbimizi titretmişlerdir. Bilhassa şairlerimiz gönül penceresi aralık insanlardır. Bu yüzden şiir, bu toprakların kalp ve gönül  lisanı olmuştur hep.

Orhan Veli “Anlatamıyorum” adlı şiirinde kalbinin derinliklerinde bir şeyler hisseder. O adeta yanı başında, parmaklarının ucundadır, ama yine de ulaşamaz. Çok yaklaşmıştır, sanki kelimeler dudaklarından dökülüverecek gibidir, fakat anlatamaz.

“Bir yer var, biliyorum;/ Her şeyi söylemek mümkün; / Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum;/ Anlatamıyorum.” [5]

Benzer bir şaşkınlığı Bedri Rahmi Eyüboğlu da dile getirmiş. Baktığı yerden Kainat aynasının milyar kere milyarlarca parçasını görebilmiş. Bu yüzden hem aynayı, hem kainatı içiçe tasvir etmiş. Fakat o da gerçeğe yaklaşıp onunla hemhal olamayan, gönül aynası paramparça olanlardan.

“Büyük bir ayna kırılmış / Kırılıp yere dökülmüş / Kâinat içine düşmüş / Düşmüş amma paramparça”. [6]

Gördüklerini sadece muhteşem bir manzara, bir resim, bir fotoğraf gibi seyredenler de var tabi ki. Sanatkarın hakkını teslim ederek, o tablolarda ilahi bir şeyler olduğunu hissederek.

“Bu ne muhteşem manzara, bu ne ahenk bu ne ses, / Hiç bir yerde bulamazsın, bu ilahi bir nefes,” [7]

Onların kalbine doğan, çok yaklaştıkları ama bir türlü yakalayamadıkları gerçeği bir halk türküsünde pat diye söyleyivermiş Neşet usta ;

“Her An Gözümde Perdesin / Nere Baksam Sen Ordasın / Mevlâ'm Ayrılık Vermesin / Göğde Uçan Kuşa Leylâ'm” [8]

Aslında bu yaklaşım Niyâzî-i Mısrî  gibi tasavvuf büyüklerinde oldukça sık dile getirilmiş. Bir farkla ki bu defa kainatı görenler onun da ötesine geçebilmişler.

“Her kande baksam görünür gözlerime sırr-ı ezel / Her şey ulaşıp aslına çıktı aradan kainat” [9]

Bazılarına göre kainat ilahi şifreli bir sanat ve elbette ki bu eserin bir tek akıl üstü sanatkarı var.

Allah'a tanık olur, alemde bütün izler / Her alem yapısında, ilahi şifre gizler / Eserden müessire, bir yol çizer kainat / Hak'kı işaret eden, akıl üstü bir sanat  [10] 

Nihayet Kainat denen şu muhteşem sonsuzluğa bakıp kulluğa ulaşanlar da olmuş. Çünkü baktıkları her şeyde, göklerde ve yerde Allah’ın varlığını, birliğini, kudretini gösteren delilleri görmüşler.

Mesela Şair Turani [11]  onları hatırlatıyor bize. Bakmak düşünmeyle birleşince "görmeye" dönüşüyor demek ki.

Önce, ilgi duymuş  baktıklarına, düşününce hayran olmuş her şeyin ölçüsüne, ahengine;

“Düşündüm şöyle derince / Her bir şey yerli yerince / Aman Ya Rab bu ne ahenk / Bu ne ölçü, bu ne mihenk”

Sonrasında hem ağlamış, hem yalvarmış yaradanına;

“Baktıkça baktım ağladım / Boynumu büktüm ağladım / Ya Rab mutlak varış sana / Sayısız yalvarış sana / Rabbim demeye ehil et / Ve kulluğuna dahil et”

Amin...
--------------------------------------

[1] Evrenin oluşumuna dair günümüzde en çok benimsenen teori, Bigbang (Büyük Patlama) teorisidir. Bu teoriye göre evren, sıfır hacimli ve çok yüksek bir enerji potansiyeline sahip, sıkışmış bir noktanın patlamasıyla oluştu. İlk patlamanın nasıl oluştuğu, evren meydana gelmeden önce evrenin yerinde ne olduğu ya da evrenin neyin içinde genişlediği sorularına günümüzde bile tam olarak bilimsel bir cevap bulunamamıştır. Keşfedebildiğimiz evrende 400 milyardan fazla galaksi ve 10*1088 yıldız olduğu tahmin edilmektedir.
[2] Sokrates Kaynak <http://www.kardelendergisi.com/yazi.php?yazi=1105>

[3] İmam. Gazali,  Kaynak <http://www.mustafakaratas.com/guzel-sozler.html>
[4] Yusuf 12/105 Kaynak <http://www.kuranmeali.org/12/yusuf_suresi/105.ayet/kurani_kerim_mealleri.aspx>
[5] Orhan Veli Kanık, Anlatamıyorum Kaynak <http://www.siir.gen.tr/siir/o/orhan_veli_kanik/anlatamiyorum.htm>
[6] Bedri Rahmi Eyüboğlu, Paramparça Kaynak <http://siir.sitesi.web.tr/bedri-rahmi-eyuboglu/paramparca.html>
[7] İşte bu bizim şarkımız/Sinan Karakaş  Kaynak <http://www.antoloji.com/iste-bu-bizim-sarkimiz-siiri/>
 [8] Neşet Ertaş, Yazımı kışa çevirdin Kaynak <http://www.turkusozlerimiz.com/neset-ertas-yazimi-kisa-cevirdin.html>
[9] Kesret-Vahted/Niyâzî-i Mısrî Yapıştırma kaynağı <http://www.antoloji.com/kesret-vahted-siiri/>
[10] Sanat/Cemil Dursun 
Yapıştırma kaynağı <http://www.antoloji.com/sanat-15-siiri/>

[11] Seyri Kâinat/Şair Mustafa Turani Yapıştırma kaynağı <http://www.antoloji.com/seyri-kainat-siiri/> 

4 Ocak 2024 Perşembe

05 Ocak 2024 Cuma; TORUNLARIMA MEKTUPLAR............................ANILAR; 05 Ocak

 



Spensortodaa mu 69iimm9i52luc3iucftcO43ct1l6963k5hc1l2100m75 



KÜÇÜK/BÜYÜK ŞEYLER…(Şef Seattle'nin mektubu)
"...Son ağaç kesildiğinde, son nehir kuruduğunda, son balık öldüğünde. Beyaz adam; paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak ! " Kızılderili Atasözü
Neden bilmem, kızılderililere çocukluğumdan beri bir sempatim vardır. İzlediğim kovboy filmlerinde bile yüreğimin bir parçası hep acırdı sanki. Çocuktum, bilmezdim doğrusunu. Sonrasında zaten apaçık görüyordum. "Beyaz adam"ın vahşiliği tescillenmişti kafamda. Ama, aşağıdaki mektup ! Doğrusu, bir insanlık dersi gibi. Bu yüzden sizinle bu gün Duwarmish Kızılderililerinin Reisi Seattle'in ABD Başkanına mektubunu paylaşıyorum. 1854 yılında ABD Başkanı Franklin Pierce Amerika’ya gelen beyaz göçmenlere toprak bulmak amacıyla Kızılderililerden toprak istemiş ve "bu isteği kabul edilecek olursa Kızılderililere rahatlıkla yaşayabilecekleri bir bölgenin ayrılacağını" bildirmişti. Bunun üzerine topraklarının büyük bir bölümü zaten beyazlar tarafından zorla ellerinden alınmış olan Reis Seattle çok sarsıcı bir söylemle ABD Başkanına cevap vermiş ve bu söylem bir mektup olarak ABD başkanına gönderilmiştir. Mektubun aslı Amerika, Seattle, Squamish Müzesi’nde korunmaktadır.
Bu mektubun insan ve tabiat ilişkisini, varoluşun hikmetini en güzel dile getiren metinlerden biri olarak günümüzde çok daha iyi anlaşılmış olduğunu düşünüyorum. Nitekim yakın zamanda UNEP (Birleşmiş Milletler Çevre Koruma Teşkilatı) tarafından da yayınlanan bu mektup, çevre üzerine şimdiye dek bilinen en güzel ve en içten anlatım olarak tanımlanmıştır.
Dikkat ediniz. Dünyanın ileri gelen üniversitelerinden mezun olmuş ünlü bir düşünürün sözleri değil bunlar. Nobel ödülü kazanan bir edebiyatçının da değil. Beyaz adamın “kafa derisi avcıları”, “vahşi”, “barbar” ilan ettiği Kızılderililerin şefi Seattle'nin kendini “uygar” sanan beyaz başkan'a mektubudur. Lütfen okuyun.
KIZILDERİLİ ŞEF SEATTLE'NİN MEKTUBU
Washington’daki Büyük Şef topraklarımızı satın almak istediğini bildiren sözünü göndermiş!.. Büyük Şef aynı zamanda dostluk ve iyi niyet sözlerini de göndermiş!. Bu çok nazik bir davranış… Çünkü karşılık olarak bizim dostluğumuza çok az ihtiyacı var. Ama biz teklifini düşüneceğiz. Çünkü biliyoruz ki, eğer satmazsak beyaz adam silahla gelip toprağımızı alabilir.
Ama biz bazı şeyleri anlamıyoruz. Gökyüzünü, toprağı, kayaların ısısını, nasıl olur da alıp-satabilirsiniz? Bu düşünce bize garip geliyor! Eğer biz havanın tazeliğine ve suların pırıltısına zaten sahip değilsek, onları nasıl satın alabilirsiniz? Biz bunları belki de vahşi olduğumuz için anlayamıyoruz!..
Bu dünyanın her parçası benim insanlarım için kutsaldır. Her parlayan çam iğnesi, bütün o kumlu sahiller, karanlık ormanlardaki sis, uçsuz bucaksız alanlar ve havada vızıldayarak uçuşan her bir böcek, halkımızın anılarında kutsaldır. Ağaçların gövdelerinden sızan sular, Kızılderili’nin anılarını taşır. Beyaz adamın ölüleri, yıldızlar arasında yürümeye gittikleri vakit, doğdukları ülkeyi unuturlar. Halbuki bizim ölülerimiz bu güzel dünyayı asla unutmazlar. Çünkü o Kızılderili’nin anasıdır. Nasıl biz dünyanın bir parçası isek, o da bizim bir parçamızdır. Güzel kokan çiçekler bizim kız kardeşlerimizdir; geyik, at, büyük kartal, bunlarsa bizim erkek kardeşlerimiz. Kayalık tepeler, ıslak çayırlardaki damlalar, atın vücudundan buharlaşan ısı ve insan; hepsi aynı aileye aittir. Öyleyse, Washington'daki büyük şef toprağımızı almak isteyince bizden çok şey istiyor.
Büyük şef bize rahatça yaşayabileceğimiz bir yer ayıracağını söylüyor. O bizim babamız ve biz de onun çocukları olacakmışız!.. Öyleyse topraklarımızı alma önerisini düşüneceğiz. Ama bu kolay olmayacak. Çünkü bu toprak bizim için kutsaldır. Dereler ve nehirlerden akan, parıldayan sular, sadece su değil ama atalarımızın kanlarıdır. Eğer size toprak satarsak, onun kutsal olduğunu hatırlamalısınız ve çocuklarınıza da onun kutsal olduğunu öğretmelisiniz. Göllerin berrak sularındaki her bir yansıma, halkımızın yaşamından olaylar ve anılar anlatır. Suyun mırıltısı, babalarımızın babalarının sesidir. Nehirler bizim erkek kardeşlerimizdir. Susuzluğumuzu giderirler, kanolarımızı taşırlar ve çocuklarımızı beslerler. Eğer toprağımızı size satarsak hatırlamalısınız ve çocuklarınıza öğretmelisiniz ki, nehirler bizim olduğu kadar sizin de kardeşinizdir. Bundan dolayı herhangi bir kardeşinize göstereceğiniz saygı ve kibarlığı nehirlere de göstermelisiniz.
Kızılderili her zaman ilerleyen beyaz adam önünde geri çekildi. Tıpkı dağlardaki sisin sabah güneşi önünde kaçması gibi.. Ama babalarımızın külleri kutsaldır. Mezarları kutsal topraklardır ve bu tepeler, ağaçlar, dünyanın bu parçası bize sunulmuştur. Beyaz adamın bizim adetlerimizi anlamadığını biliyoruz. Beyaz adam için, toprağın bir parçası diğeri ile aynıdır. O sadece geceleri bir hırsız gibi gelip, topraktan ihtiyacı olanı alıp giden bir yabancıdır. Aldıklarının kendinden parçalar olduğunun da bilincinde değildir. Dünya onun kardeşi değil ama düşmanıdır ve onu fethetti mi ilerlemeye devam eder. Babalarının mezarlarını geride bırakır ve aldırmaz. Dünyayı çocuklarından kaçırır. Buna da aldırmaz. Babalarının mezarları ve çocuklarının haklarını unutur. Beyaz adam, anası dünyaya ve kardeşi göğe, satın alınan, yağma edilen, koyunlar ya da parlak boncuklar gibi değişilen birer malmış gibi davranır . Onun bu iştahı dünyayı yiyip bitirecek ve geriye sadece bir çöl bırakacaktır.
Bilmiyorum bizim her şeyimiz sizinkilerden farklı. Sizin şehirlerinizin görünümü Kızılderili'nin gözlerine acı verir. Ama bu belki de Kızılderili vahşi olduğu ve anlamadığındandır. Beyaz adamların şehirlerinde sakin yer yoktur. Baharda yaprakların açılışını ya da böceklerin kanat vuruşlarını duyamazlar. Ama bu belki de benim vahşi olmamdan ve anlamadığımdandır. Çünkü, takırtı bizim kulaklarımıza bir hakaret gibi gelir. İnsan eğer bir kuşun yalnız ağlayışını veya su birikintisi etrafında tartışan kurbağaların seslerini dinleyemezse, yaşamın ne anlamı kalır ki? Ben Kızılderili’yim ve anlamam…Bir Kızılderili, su birikintisi üzerine vuran rüzgarın yumuşak sesini, yağmurun temizliğini, çam kokulu rüzgarı yeğler.
Hava Kızılderili için çok kutsaldır. Hayvanlar, ağaç, adam; hepsi aynı nefesi aynı havayı paylaşır. Nefes aldığı hava, beyaz adamın dikkatini çekmiyor. Beyaz adam öleli uzun günler olmuş bir ölünün kötü kokusuyla uyuşmuş gibi. Ama eğer size toprağımızı satarsak, havanın bizim için çok değerli olduğunu hatırlamalısınız. Unutmamalısınız ki, hava sağladığı tüm yaşamla aynı ruhu taşır. Büyük babamıza ilk nefesi veren rüzgar, onun son soluğunu da kabul etmiştir ve aynı rüzgar çocuklarımıza yaşam ruhunu verir. Eğer size toprağımızı satarsak, çayırlardaki çiçeklerden tad alan rüzgarı koklamasını öğrenmelisiniz, onu korumalısınız ve kutsal tutmalısınız. Bu kokuya beyaz adamın bile ihtiyacı vardır.
Ve toprağımızı alma teklifini düşüneceğiz. Eğer kabul etmeye karar verirsek bir şart koşacağım. Beyaz adam bu toprağın hayvanlarına kardeşleri gibi davranacak. Ben vahşiyim ve başka bir şeyden anlamam. Çayırlarda çürüyen binlerce bufalo gördüm. Beyaz adamın geçerken vurup, bıraktığı ve ne amaçla öldürdüğünü hala anlayamadığım binlerce bufaloyu. Ben vahşiyim ve dumanlı demir atın, bizim sadece canlı kalmak için öldürdüğümüz bufalodan nasıl daha önemli olabileceğini anlamıyorum. Hayvanlar olmadan insan nedir ki? Eğer bütün hayvanlar yok olsaydı, insan ruhu da o büyük yalnızlığa dayanamaz ölürdü. Çünkü hayvanlara ne olursa, kısa süre içinde insana da aynısı olur. Her şey birbirine bağlıdır.
Ayakları altındaki toprağın büyükbabalarımızın külleri olduğunu çocuklarınıza öğretmelisiniz. Böylece toprağa saygı duyarlar. Çocuklarınıza, toprağın akrabalarımızın yaşamlarıyla dolu olduğunu söyleyin. Onlara bizim çocuklarımıza öğrettiğimizi öğretin. Dünya anamızdır. Dünyaya ne kötülük olursa, oğullarına da aynı kötülük olur. Eğer insanlar yere tükürürlerse, kendi yüzlerine tükürmüş olurlar. Biz bunları biliyoruz. Dünya insana ait değildir. İnsanlar dünyaya aittir. Bütün her şey, bir aile gibi, birbirine bağlıdır. Hayat ağını insan örmedi, o sadece onun içinde bir lif. Ağa ne yaparsa kendine yapar.
Ama halkım için ayrılan bölgeye gitme teklifinizi düşüneceğiz. Ayrı ve barış içinde yaşayacağız. Çocuklarımız babalarının yenilgiyle aşağılandığını gördüler. Savaşçılarımız utanç duydu ve yenilgiden sonra günlerini aylaklık etmek ve vücularını tatlı yiyecekler ve sert içkilerle kirletmekle harcıyorlar. Geri kalan günlerimizi nerede geçireceğimiz o kadar önemli değil artık. Zaten çok değiller. Birkaç saat, birkaç kış ve bu dünyada bir zamanlar ufak topluluklar halinde ormanda dolaşanlar kalmayacak. Bir zamanlar sizin gibi güçlü ve umutlu olanların mezarları da kalmayacak. Onları anmak ve yaslarını tutmak için, bir zamanlar bu dünyada yaşamış olanların çocukları da kalmayacak… Niçin halkım geçip gidiyor diye yas tutayım ? Kavimleri insan yapar. İnsanlar gidince, kabileler de olmaz. Kızılderili de yok olur. Tıpkı denizin dalgaları gibi. O kadar. İnsanlar gelir ve gider. Tanrısı kendisiyle arkadaş gibi konuşan ve yürüyen beyaz adam bile bu ortak kaderden ayrı tutulamaz.
Hepimiz kardeş de olabiliriz. Göreceğiz. Bildiğim bir şey var ki, -beyaz adam belki bir gün keşfeder- yaratıcımız aynı. Şimdi sizin bizim toprağımıza sahip olmak istediğiniz gibi ona da sahip olduğunuzu düşünebilirsiniz. Ama olamazsınız. Eğer yaratıcı sizin anlattığınız gibi gerçekse, sevecenliği yalnız beyaz adama olamaz. O insanın Tanrı'sı, ve şefkati kızılderililer için de beyaz adam için de aynı. Bu dünya onun için değerli ve dünyaya zarar vermek onun yaratıcısını küçümsemektir.
Beyazlar da geçip gidecek. Belki bütün diğer kavimlerden önce. Yatağına pislik yığmaya devam et, bir gece kendi pisliğinde boğulacaksın. Ama, seni bu topraklara getiren ve özel bir nedenle sana bu toprak ve kızılderili üzerinde hakimiyet veren Tanrı'nın gücüyle yakılmış olarak.
Son, bize bir sırdır… Sizin getirdiğiniz gibi bir sonu biz anlayamıyoruz. Dipdiri tepelerin konuşan tellerle lekelendiğini, ormanın gizli köşelerini neden pek çok beyaz adamın kokusunun doldurduğunu, vahşi atların neden tutsak edildiğini, bufaloların neden katledildiğini biz anlamıyoruz. Böyle bir son bize bir şey anlatmıyor. Çalılıklar nereye gitmiş?.. Kartal nereye kaybolmuş?.. Hızlı koşan bir ata ve av avlamaya neden veda etmek gerecekmiş?.. Bütün bunlar ne demektir?.. Yaşamın sonu… Ve; herhalde yeniden yaşamaya çalışmanın başlangıcı…
Öyleyse, toprağımızı alma teklifinizi düşüneceğiz. Kabul edersek, bu vadettiğimiz ayrılan bölge için olacak. Orada belki, kalan kısa günlerimizi dilediğimizce yaşayabiliriz. Bu dünyada, son Kızılderili de yok olduğu zaman, yalnızca çayırlar üzerinde bulut gibi hareket eden bir anı kalacaktır. Bu kıyılar, bu ormanlar halkımın ruhunu koruyacaktır. Çünkü onlar bu dünyayı yeni doğan bir çocuk anasının yürek atışını nasıl severse, öyle severler. Öyleyse, eğer toprağımızı satarsak, onu bizim sevdiğimiz gibi sevin. Onunla bizim ilgilendiğimiz gibi ilgilenin. Bu diyarların anısını onu aldığınızdaki gibi saklayın. Ve bütün gücünüzle, bütün aklınızla, bütün kalbinizle onu çocuklarınız için koruyun ve sevin. Tanrının hepimizi sevdiği gibi.
Bildiğimiz bir şey var. Tanrımız aynı Tanrı. Bu dünya onun için değerli. Beyaz adam bile bu ortak kaderden ayrı tutulamaz. Bütün bunlardan sonra, kardeş de olabiliriz. Göreceğiz...
Duwarmish Kızılderililerinin Reisi
Reis Seattle
1854


 
ŞİİR VE TÜRKÜ albümüne yeni bir fotoğraf ekledi.

Harmandalı efem geliyor, geliyor
Bileğinden kanlar akıyor
Gümüş bilezikli mavzerin
Namlusu şimşekler çakıyor
Efeme de mor cepkenler yaraşır, yaraşır
Efem ne giyerse yakışır
Bütün kızanların önünde
Elinde yatağan savaşır
Harmandalı Ege yöresine ait bir türkü. Aynı zamanda bir zeybek oyunu. Çanakkale ve Balıkesir yörelerine ait olduğu düşünülüyor.

Gün batımı/Gün doğumu duyguları
 albümüne yeni bir fotoğraf ekledi.

5 Ocak 2020 


Geri dönülmez bir yoldayım
Bir avuç toprak son nasibim
Gün güneş olsam ben neyleyim
Gönlümde akşam oldu benim
Bazen bir rüzgarım esen
Bazen de düşen bir yaprak
Tut ellerimi istersen
Maziye uzanarak
Bütün baharlar geçip gitti
Artık hayallerim hep sensiz
Yaşıyorum bak kaderimi
Ağaçlar gibi sessiz sessiz
Neşe Karaböcek
1972, Türk Sanat Müziği
Söz Müzik : Rıfat Şanlıel, Tahir Alnar