27 Mart 2021 Cumartesi

27 Mart 2021 21:30 Cuma CORONA GÜNLERİ......................................El-Hasîb/Salavat

El-Hasîb/Salavat

Bugün Corona günlerinin 380.ncisi, üç ayların da 43.ncüsü. Aynı zamanda Ramazan ayını müjdeleyen Berat kandili. Bu geceye eriştiren Rabbimize sonsuz hamd ü senalar olsun. Hayırlı olsun akşamımız, kutlu olsun gecemiz.  Allah cümle ümmet-i Muhammedin ibadetini ve dualarını kabul etsin.

Artık Şaban ayını yarılamış bulunuyoruz. 15 gün sonra inşallah hep birlikte Ramazana merhaba diyeceğiz. Bu arada üç aylar boyunca her gün bir “esma”yı anarak ve namazda okunan sure, dua ve zikirleri öğrenerek bu manevi süreci değerlendirmeye devam ediyorum.

Sırada Esma ül Hüsna’nın kırküçüncüsü “El-Hasîb’' var. Yine selam ile namazdan çıktıktan, istiğfar edip allahümme entesselam duasından sonra söylediğimiz “salavat" ile ilerliyoruz.

EL-HASÎB: الحسيب Sözlükte “saymak, hesap etmek” anlamına gelen husbân (hisâb) masdarından sıfat olup “her şeyi saymışçasına bilen, hesaba çeken” demekmiş. Hasîb, ayrıca “asaletli ve şerefli olmak” anlamındaki haseb masdarıyla bağlantılı olarak “yüce ve şerefli” mânasına geldiği gibi if‘âl babındaki kullanılışından hareketle “yeten, kâfi gelen” anlamında da kabul edilebiliyor. Arap dili âlimi Zeccâc, Allah’ın hasîb ismine “kullarına yeten” mânasını verdikten sonra kelimenin “mahsûb” (lutuf ve ihsanları sürekli olarak hesap edilen) anlamına da gelebileceğini söylemiş. [1] İbn Manzûr da, “Allah her şeyin hesabını arayandır” (en-Nisâ 4/86) meâlindeki âyeti örnek göstererek hasîb ismine “her şeyi yeterince bilen, koruyan, ceza veya mükâfat olarak karşılığını veren” şeklinde anlam vermiş.[2]

Husbân kavramı Kur’ân-ı Kerîm’in otuz yedi âyetinde Allah’a izâfe edilmiş. Bunlardan yirmi yedi âyette fiil veya isim kalıbında olup “hesaba çekmek” mânasında. Yedisi mütekellim, gāib veya muhatap zamirlerine muzaf olmuş hasb isminden, üçü de hasîb kelimesinden ibaret olup “yetmek, kâfi gelmek” anlamında kullanılmış.[3] İbnü’l-Cevzî, Kur’an’da çokça zikredilen hisâb kelimesinin Allah’a nisbet edildiği âyetlerde “kâfi gelmek, hesaba çekmek, amelinin karşılığını vermek” anlamlarına geldiğini söylemiş. [4]

Kifâyet mânası ifade eden hasb kelimesi, inkârcıların ve münafıkların İslâm dini ile mensupları aleyhine sinsi faaliyetlerine karşı Hz. Peygamber’in ve müminlerin mânevî güçlerini korumalarını, ümitlerini yitirmemelerini ve Allah’ın kendilerini savunup koruyacağı şuurunu zinde tutmalarını tavsiye eden âyetler içinde yer alıyor.

Bir âyette de (et-Talâk 65/2-3) eşler arasında anlaşmazlık ortaya çıktığında tarafların, özellikle erkek tarafının âdilâne ve insanî duygularla davranması emredilmekte ve Allah’ın kendisine tevekkül eden kimseye yeteceği belirtilmekte.

Hasîb isminin yer aldığı üç âyetin birinde (en-Nisâ 4/6), yetim mallarını elinde bulunduranların dürüst davranmalarının gerektiği anlatıldıktan sonra her şeyi en küçük ayrıntılarına varıncaya kadar bilen Allah’ın bütün davranışların hesabını soracağı ifade edilmekte.

Diğer âyette (en-Nisâ 4/86) görgü kurallarından selâmlaşma konusu üzerinde durulmakta ve bir kimseye verilen selâmın samimi bir ilgiyle cevaplandırılması gerektiği vurgulanmakta, ardından da Allah’ın her şeyin hesabını soracağı bildirilmekte. Fahreddin er-Râzî’nin de işaret ettiği gibi her iki âyette yer alan hasîb ismi hem hesap soran hem de kendine kâfi gelen mânalarını taşımakta. [5]

Üçüncü âyette ise (el-Ahzâb 33/39) başta peygamberler olmak üzere ilâhî emirleri insanlara tebliğ edenlerin Allah’tan başka kimseden korkmadıkları, zira Cenâb-ı Hakk’ın herkese kâfi geldiği belirtilmekte. Bu âyetteki hasîb isminde “yeten, kâfi gelen” mânası galip.[6]

Husbân masdarından türeyen çeşitli kelimeler sözlük anlamları ile muhtelif hadislerde de kullanılmış (bk. Wensinck, el-Muʿcem, “ḥsb” md.). Hasîb ismi, Kütüb-i Sitte içinde doksan dokuz ismi ihtiva eden esmâ-i hüsnâ listesine yer veren muhaddislerden Tirmizî rivayetinde yer almışken (“Daʿavât”, 82) İbn Mâce’de mevcut değil. [7]

'O' herkesin hayatı boyunca yaptıklarının hesabını bütün teferruatıyla bilen, mahlukatına kafi olan, kullarının hesabını en güzel şekilde ve çabuk şekilde gören, kullarını hesaba çeken, kullarının yaptıklarını muhasebeye tabi tutan, amellerinin karşılığını verme hususunda kafi olan, kullarının hesabını en iyi gören, en ince teferratuna kadar bilen hesaplayan" demek.


SALAVAT:  yani SALÂTÜSELÂM والسلامالصلاة   Selam vererek namazdan çıktıktan, istiğfar edip allahümme entesselam duasından sonra müezzin "Alâ Rasulina salavat" diye cemaati salavata davet eder. Anlamı: "Peygamberimiz üzerine salavat" (getirin)” demek. Tesbihata geçildiğinin habercisi gibidir. 

Salevat kısaca, “Allahümme salli ala Muhammed ve ala âli Muhammed” diye söyleniyor. "Allâh'ım, Efendimiz Muhammed'e, salatu selam eyle" anlamına geliyor.

Sözlükte “dua, tâzim, rahmet” gibi anlamlara gelen salât ile (çoğulu salavât) “esenlik” mânasındaki selâm kelimelerinden oluşan salât ü selâm, “aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm” veya “sallallāhü aleyhi ve sellem” şeklindeki dua cümlelerinin yerine daha çok Osmanlı Türkçesi’nde kullanılmış.

Böyle dua etmeye “salavat getirme”, Arapça’da ise “tasliye” deniyor. Bu duadan söz edilirken “salvele” kısaltması kullanılıyor. [8] Kâşgarlı Mahmud salavat karşılığı olarak alkış (övgü) kelimesine yer vermekte (DİA, II, 470).

Bir âyette, “Allah ve melekleri peygambere salât ediyorlar. Ey iman edenler! Siz de ona salât edin ve onu tam bir teslimiyetle selâmlayın” buyuruluyor (el-Ahzâb 33/56; ayrıca bk. el-Bakara 2/157; et-Tevbe 9/99, 103; el-Ahzâb 33/43). Müfessirler, bu âyette Allah’ın peygambere salâtının ona rahmet etmesi ve onu melekleri katında övmesi, meleklerin salâtının peygamber için istiğfarda bulunmaları ve müminlerin salâtının Allah’tan peygamberin kendi katındaki makamını yüceltmesi için dua etmeleri anlamına geldiğini ifade etmişler.

Âyetin ikinci kısmında geçen “tam bir teslimiyetle selâmlama” ifadesi ise ya -namazların son ka‘desinde okunan Tahiyyat duasında olduğu gibi- belli selâm kelimelerini kullanarak Hz. Peygamber’in mânevî şahsiyetini selâmlama ya da onun emirlerine tam anlamıyla boyun eğme şeklinde anlaşılmış. Bir mecliste Resûl-i Ekrem’in adı ilk anıldığında veya bir metinde ilk yazıldığında salâtüselâmda bulunmanın âyetteki emri yerine getirmek için yeterli sayılacağı kabul edilmiş.

Hz. Peygamber’e salâtüselâm getirmekle ilgili hadislerden birinin meâli şöyle: “Kıyamet günü insanların bana en yakını bana en çok salavat okuyanıdır”. [9] Resûl-i Ekrem, kendisine nasıl salât okuyacaklarını soran bazı sahâbîlere namazlarda okunan “Salli ve Bârik duaları”, “salât-ı tâmme” ya da içinde Hz. İbrâhim’in adı geçtiğinden “salât-ı İbrâhîmiyye” diye bilinen duayı okumalarını tavsiye etmiş.

Şâfiîler ayrıca salavatı hutbenin rükünleri arasında sayıyor. Konuyla ilgili rivayetlerde Resûl-i Ekrem’e salavat getirmenin başka şekillerinden de söz edilmiş (Fîrûzâbâdî, s. 140-159). Namazların dışında Resûlullah’ın adı anılınca, yazılınca, ezan dinlerken, cuma günü, mescide girince, cenaze namazında vb. vesilelerle, ayrıca yazışmalarda ve kitap hâtimelerinde Hz. Peygamber’e salâtüselâmda bulunmak müstehap sayılmış (Kādî İyâz, II, 67-70).

Bazı âyet ve hadislerden hareketle Hz. Muhammed’den başka diğer peygamberlere de salâtüselâmda bulunulması tavsiye edilmiş. Ehl-i beyt’e veya sahâbeye Resûl-i Ekrem’e salâtüselâmın devamında ve ona tâbi olarak salâtta bulunmak câiz olmakla birlikte onlar için müstakil şekilde salât ifadesi kullanılması genellikle uygun görülmemiş.[10]

Hz. Peygamber’in ismi yazıldığında salavat getirilmesini teşvik eden hadislerin de etkisiyle yazılı metinlerde bu tür dua cümlelerine ve bu cümlelere ait kısaltmalara yer verilmekte. Bu bağlamda salavat için Türkçe’de “Sallallâhu aleyhi ve sellem" karşılığı “s.a.v.” veya “Aleyhissalati vesselam” karşılığı “a.s.” gibi kısaltmalar kullanılıyor.

Ayrıca namazda Ettehiyyatüden sonra okunan Salli Barikler de en güzel birer salavat niteliğinde.


[1] (Tefsîru esmâʾillâhi’l-ḥüsnâ, s. 49)

[2] (Lisânü’l-ʿArab, “ḥsb” md.)

[3] (bk. M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “ḥsb” md.)

[4] (Nüzhetü’l-aʿyün, s. 250-251; ayrıca bk. HİSÂB)

[5] (Mefâtîḥu’l-ġayb, IX, 200; X, 222)

[6] (Taberî, XXII, 12; Beyzâvî, III, 385)

[7] Kaynak <https://islamansiklopedisi.org.tr/hasib>

[8] (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “ṣlv” md.; İbn Kayyim el-Cevziyye, s. 155-156; Fîrûzâbâdî, s. 6-7)

[9] (Tirmizî, “Vitir”, 21; başka örnekler için bk. Wensinck, el-Muʿcem, “ṣlv” md.)

[10] Kaynak <https://islamansiklopedisi.org.tr/salatu-selam>

26 Mart 2021 Cuma

26 Mart 2021 18:00 Cuma CORONA GÜNLERİ................................El-Mukît/İstiğfar

El-Mukît/İstiğfar

Bugüüç ayların 42.ncisi, Corona günlerinin de 379.ncusu. İnşallah üç aylar boyunca her gün bir esmayı anarak ve namazda okunan sure, dua ve zikirleri öğrenerek bu manevi süreci değerlendirmeye devam ediyorum.

Sırada Esma ül Hüsnanın kırkikincisi El-Mukît' var. Yine namazdan çıkıştan sonra söylediğimiz tövbe “İstiğfar" duası ile ilerliyoruz.

EL-MUKÎT: المقيت Sözlükte “korumak, birine hayatiyetini sürdürecek kadar gıda vermek; gücü yetmek” mânalarındaki kavt (kıyâte) kökünün “if‘âl” kalıbından türeyen mukīt “bedenlerin ve ruhların gıdasını veren, gücü yetip koruyan” demekmiş. Râgıb el-İsfahânî’nin de içinde bulunduğu bir grup lugat âlimine göre mukītın asıl anlamı “koruyup himaye eden”oluyor. Zirâ hayatiyeti sürdürecek gıdayı vermek “birini koruyup yaşatma” anlamının vazgeçilmez sonucu.[1]

Mukīt ismi bir âyette (en-Nisâ 4/84-85) geçmekte. Kur’an’da Hz. Peygamber’e Allah yolunda savaşması, müminleri de ölüm korkusunu yenmeleri hususunda teşvik etmesi emredildikten ve kâfirlerin gücünün neticede Allah tarafından kırılacağı bildirildikten sonra güzel bir şefaatte bulunan kimsenin ondan bir nasibinin, kötü şefaatte bulunan kimsenin de bu eyleminden kendisine dönecek kötü bir sonucun olacağı ifade edilmekte, ardından “Allah her şeye güç yetiren ve gözetleyip koruyandır” denilmekte.

Burada şefaat kavramının “meşrû veya gayri meşrû bir yolda savaşan kimseye eşlik etmek” mânasına geldiğini söyleyen Taberî mukīt kelimesine de “muktedir” anlamını vermiş. [2] Dünyanın yaratılmasını anlatan bir âyette (Fussılet 41/10) Allah’ın bu âlemde canlılar için çeşitli gıda imkânları yerleştirdiğinden bahsedilirken bu ilâhî fiil kūt (besin) kelimesinin çoğulu olan akvât lafzıyla belirtilmiş.

Tirmizî’nin rivayet ettiği esmâ-i hüsnâ hadisinde mukīt ismi de yer almış. [3] Ayrıca Hz. Peygamber’in, bazan ardarda nâfile oruç tuttuğunu görüp kendisine özenen sahâbîleri bundan menederken, “Bana özenmeyin, çünkü rabbim beni yedirip içirir” demesi [4] mukīt isminin bir açıklaması niteliğinde.

Yine Resûl-i Ekrem’in, ev halkının bir anlamda sızlanmasına sebep olacak kadar sade bir hayat yaşadığını nakleden muhaddisler onun, “Allahım, Muhammed ailesinin rızkını sadece yetecek derecede lutfet!” şeklinde dua ettiğini kaydetmişler. [5] Burada da mukīt sıfatı yardımcı bir fiil vasıtasıyla zât-ı ilâhiyyeye nisbet edilmiş.

Esmâ-i hüsnâ şârihleri, mukīt ismini daha çok “bedenlerin ve dolayısıyla ruhların gıdasını veren” şeklindeki sözlük anlamına uygun biçimde açıklamışlar.[6]

'O' bilen, tayin eden, bedenlerin ve ruhların gıdasını veren, her şeyi koruyan. "Rızıkları yaratan, her çeşit rızkı hiç yoktan yaratan, vareden, Her muhtaca ihtiyacı kadar rızık veren, yarattığı her varlığın rızıklarını yaratan veren, koruyup kollayan, her şeye gücü yeten" manasına geliyor.


İSTİĞFAR
: 
اللّهِاَسْتَغْفِرُ İstiğfarın dayalı olduğu kavram; MAĞFİRET. Günahların Allah tarafından bağışlanması anlamına geliyor. Sözlükte “örtmek, gizlemek, birinin kusurunu ifşa etmeyip bağışlamak” mânasına gelen gafr (gufrân) kökünden türemiş. Allah’a nisbet edildiğinde “kulunun günahını örtüp kusurunu bağışlaması” anlamına geliyor (Lisânü’l-ʿArab, “ġfr” md.).

Râgıb el-İsfahânî, Allah’a izâfe edilen mağfireti kulunu azap görmekten koruması şeklinde yorumlamış. Aynı kökten gelen ISTIĞFÂR “kişinin kusurunun bağışlanmasını Allah’tan talep etmesi” demek. İsfahânî’ye göre bu talebin hem söz hem fiille olması gerekir; aksi halde istiğfar kişiyi yalancı durumuna düşürür (el-Müfredât, “ġfr” md.).

Kur’ân-ı Kerîm’de mağfiret kökünden türeyen toplam 234 kelimenin 229’u Allah’a nisbet edilmiş (gāfir, gafûr, gaffâr, gufrân, mağfiret, istiğfâr). Bunların kırk ikisi istiğfar kavramı etrafında şekillenmiş olup sonuç itibariyle Allah’ın bağışlayıcı niteliğine râci.

Bu arada mağfiret kelimesi bir yerde “başkasının kusurunu görmeme” anlamında insana (el-Bakara 2/263), yirmi yedi âyette de Allah’a nisbet edilmiş (M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “ġfr” md.). Mağfiret kavramı, Kur’an’ın yaklaşık 100 sûresinde yer almak suretiyle Allah’ın engin merhamet ve bağışlayıcılığını ifade etmekte.

Ayrıca, “Şunu bilmelisin ki rabbinin bağışlayıcılığı engindir” (en-Necm 53/32) gibi müjdeleyici beyanlardan başka mağfiret kavramının geçtiği âyetlerin çoğunda mağfiretle birlikte büyük ecir, nicelik ve nitelik açısından üstün değerli rızık ve cennetlerin verileceği beyan edilmekte.

İnsan ne kadar çaba sarfetse de kendi ölçüleri çerçevesinde bile ideal bir kişi olamaz. Bu açıdan bakıldığında en büyük saygıya lâyık olan Allah’ın kendisine karşı işlenen hataları affetmesi kişinin hayata bağlanmasını sağlamakta, ebedî âlem hususunda ümitsizliğe kapılmasını önlemekte ve onu yapıcı bir psikolojiye yükseltmektedir.

Bu konudaki âyetlerin genel muhtevasından anlaşılacağı üzere affedicilik geniş kapsamlı ilâhî bir vasıf olmakla birlikte gerçekleşmesi insanda bulunması gereken bazı niteliklere bağlı. Bunların başında tereddütsüz iman geliyor. Birçok âyette buna yararlı davranışlar da (amel-i sâlih) eklenmiş.

Enfâl sûresindeki âyetlerde (8/2-4) Allah katında yüksek dereceler, mağfiret ve tükenmez rızkın vaad edildiği tereddütsüz imanın vasıfları şöyle sıralanmış: Allah’ın anılması halinde kalbin korkuya yaklaşan bir saygıya bürünmesi, Kur’an âyetlerine vâkıf olunduğu oranda imanın pekişmesi, Allah’a tevekkül edilmesi, namazın kılınması ve Allah yolunda harcama yapılması.

Kur’an ve sahih hadislerden oluşan naslarda Allah’tan samimiyetle mağfiret dilenmesi halinde şirk dışındaki bütün günahların affedileceği belirtiliyor. [7] Ebû Zer el-Gıfârî’den rivayet edilen kutsî bir hadise göre Cenâb-ı Hak, kendisinin özel olarak koruduğu kimseler hariç bütün insanların hatalı olduğunu bildirmiş, bu sebeple zâtından mağfiret dilenmesi halinde kusurları bağışlayacağını vaad etmiş. [8] İlgili hadislerde Hz. Peygamber’in belli şahıslar, muhacir ve ensar grupları ve bütün ümmeti için bağışlanma duasında bulunduğu nakledilmiş (a.g.e., IV, 534-535).

Resûlullah (sav) selâm verip namazdan çıkınca üç defa "Estağfirullah" diyerek istiğfâr edermiş. [9] Efendimiz’in sünnetine uyarak, kıldığımız farz veya sünnet namazlardan sonra “Allâhümme ente’s-selâm”ı okuruz. Ama bu zikirden önce üç defa, “Allah’tan beni bağışlamasını dilerim” anlamında “estağfirullah” deme âdeti pek yaygın değil. Resûl-i Ekrem’in farz namazlardan hemen sonra okuduğu bu istiğfârı, biz de hiç değilse tek başına kıldığımız namazlardan sonra okumalıyız.

Çünkü insan namazdan çıkınca Rabbinin huzurundan ayrılmış oluyor. Namazdan sonra istiğfâr etmekle, “Rabbim! Sana sunmam gereken kulluğu gereği gibi yapamadım; beni bağışla!” diyerek bu kul-Rab ilişkisini pek güzel bir şekilde sürdürmüş olur.

Demek ki: Namazdan sonra istiğfâr etmek, yapılan o ibadetin, kusuruyla birlikte kabulünü Cenâb-ı Mevlâ’dan niyaz etmek demek. Selâm vererek namazdan çıkınca “Allâhümme ente’s-selâm” zikri okunmak sünnet.[10]

Bu konuda Sevbân (ra) dan nakledilen bir hadise göre: "Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, selâm verip namazdan çıkınca üç defa istiğfâr eder ve “Allâhümme ente’s-selâm ve minke’s-selâm tebârekte yâ ze’l-celâli ve’l-ikrâm: Allah’ım selâm sensin. Selâmet ve esenlik sendendir. Ey azamet ve kerem sahibi Allahım, sen hayır ve bereketi çok olansın” derdi.

Hadisin râvilerinden biri olan Evzâî’ye: "İstiğfâr nasıl yapılır?" diye sorulunca: "Estağfirullah, estağfirullah demektir" demiş.[11] Aynı hadisi Hz. Âişe de rivayet etmiş. Ancak Sevbân mutlak bir ifadeyle Hz. Peygamber’in “selâm verip namazdan çıkınca üç defa istiğfâr ettiğini” söylemekte, Hz. Âişe ise “selâm verip namazdan çıktıktan sonra Allâhümme ente’s-selâm’ı okuyacak kadar oturduğunu” belirtm. [12]

Ali el-Kârî bu rivayet farkını dikkate alarak şöyle bir yorum getirmekte: "Şayet öğle, akşam ve yatsı namazlarında olduğu gibi farz namazdan sonra bir sünnet-i müekkede varsa, istiğfâr etmeyip sadece Allâhümme ente’s-selâm okunmalı ve sonra da o müekked sünnete başlamalıdır. Şayet sabah ve ikindi namazlarında olduğu gibi farzdan sonra bir sünnet kılınmıyorsa, o zaman önce üç istiğfâr getirmeli, sonra Allâhümme ente’s-selâmı okumalıdır."[13] 

Getirilen istiğfarla namazdaki eksiklikler için Allah’tan bağışlanma dilenmiş olur. Bu itibarla, kılınan namazın akabinde imam ve cemaatin münferiden “estağfirullah…” demesi sünnete uygun bir davranış.[14]

İstiğfar, işlenen günahlardan ve hatalardan dolayı Allah’tan af ve mağfiret niyaz etmek demek. Tevbe ise, haram işledikten sonra, pişman olup, Allahü teâlâdan korkmak, bir daha yapmamaya azmetmek, karar vermek, bir daha da yapmamak oluyor. Tevbe; kalp ile İstiğfar dil ile olur. Tevbe; kalbi günah kirlerinden temizler. İstiğfar; amel defterini günahlardan temizler. Tevbe; insanın yalnız kendi nefsi içindir. İstiğfar; hem kendisinin hem de başkasının nefsi için olur. Tevbe; geçmişte olan günahından nadim olup, gelecekte olacaktan sakınmaya azmetmektir. İstiğfar; işlenmiş olan günahlardan bağışlama dilemektir.Tevbe; zordur. İstiğfar; kolaydır.

Günahtan hemen sonra tevbe etmek farzmış. Dayanağı ise Kur'an-ı Kerimin "Allah’a tevbe edin!" [Nur 31], "Allahü teâlâ, tevbe edenleri sever."[Bakara 222], "Allah’a tevbe-i nasuh yapınız!"[Tahrim 8] ayetleri. Ayrıca Kur’an-ı Kerim’de işledikleri kötülüklerden pişman olup tövbe-istiğfarda bulunanlar övülmekte (Âl-i İmrân, 3/135).

Tevbe için üç şart öngörülmüş: Kalpden büyük bir pişmanlık duymak, Dil ile Allah-u Zülcelal' e tevbe etmek ve Âzâları günahların üzerinden çekmektir. Bu yüzden İnsan pişman olmuş bir kalp, tevbe eden bir dil ve günahlardan korkan ve uzak durmaya gayret eden bir vücut ile Allah-u Zülcelal' in huzuruna çıkarsa, Allah-u Zülcelal de ona merhamet ederek, af ve mağfiret eder deniliyor.

Kuran’da Mümin suresinin 60. ayetinde “bana dua edin, size icabet edeyim” buyrulmuş. Bakara suresinin 222. ayetinde de “Allah, çok tevbe edenleri ve temizlenenleri kabul eder” buyruluyor. Bu nedenle, “benim günahım büyük, Allah affetmez”, kuşkusuna kapılmadan günahtan tevbe ederek, bol bol istiğfar duası edilirse iman kuvvetlenecek ve ibadet sevabı kazanılacak.

Peki, tevbe istiğfar duası nasıl oluyor? Kaynaklarda içeriği bakımından “istiğfar” anlamı taşıyan pek çok dua var. Aslında kişinin Rabbine yönelerek içinden geldiği gibi dile getirdiği her türlü bağışlanma duası zaten bir istiğfardır. Ancak Hz. Peygamberin (s.a.s.) “Seyyidü’l-istiğfâr” (İstiğfârın en güzeli) diye nitelediği dua şöyle:


"Allah
ümme ente Rabbî lâ ilahe illâ ente halaktenî ve ene abdüke ve ene alâ ahdike ve vâ’dike mes’tetâtü eûzü bike min şerri mâ sanâtü ebû’ü leke bi-nîmetike aleyye ve ebû’ü bizenbî fağfirlî feinnehû lâ yağfıruz-zünûbe illâ ente."

"Allah’ım! Sen benim Rabbimsin! Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Beni sen yarattın. Ben Senin kulunum; gücüm yettiği kadarıyla Senin ahdin ve va’din üzere bulunuyorum. Yaptığım fenalıkların şerrinden Sana sığınırım. Üzerimde olan nimetlerini itiraf ederim; günahımı da itiraf ederim. Beni bağışla; çünkü Senden başka hiçbir kimse günahları bağışlamaz." (Buhârî, Deavât, 2)

Seyyidül istiğfar haricinde “Estağfîrullahel’azîm ellezî lâ ilâhe illâ huv el-hayyel-kayyûme ve etebü ileyh” şeklinde kısa olarak okunabileceği gibi uzun olarak da okunabilen bir tevbe duası daha bulunuyor. En çok bilinen ve okunan dua bu:


"Estağfirullah. Estağfirullah. Estağfirullahe'l-az
îm el-kerîm, ellezî lâ ilâhe illâ hüve'l-hayyü'l-kayyûmü ve etûbü ileyhi, tevbete abdin zâlimin li-nefsihî, lâ yemlikü li-nefsihî mevten velâ hayâten velâ nüşûrâ. Ve es-elühü't-tevbete ve'l-mağfirete ve'l-hidâyete lenâ, innehû, hüve't-tevvâbü'r-rahîm."

“Ya rabbi! Bu ana gelinceye kadar benim elimden, dilimden, gözümden, kulağımdan, ayağımdan ve elimden bilerek veya bilmeyerek meydana gelen bütün günah ve hatalarıma tevbe ettim, pişman oldum. Küfür, şirk, isyan, günah ve kusur her ne türlü hâl vaki oldu ise, cümlesine tevbe ettim, pişmanlık duydum. Bir daha yapmamaya azm ü cezm ü kast ettim. Sen bu tevbemi kabul eyle. Nefsime uyup, şeytana tabi olup da aynı günah ve kusurları bir daha tekrar etmeme imkan verme, yâ Rabbi. Bir daha iman ve ikrar ediyorum ki, Peygamberlerin evveli Âdem Aleyhisselâm, ahiri ise Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm, bu ikisi arasında her ne kadar peygamber gelip geçtiyse, Bunların cümlesine inandım, iman ettim, hepsi de haktır ve gerçektir. Bütün peygamberlere, onlara gönderilmiş olan İlâhi kitaplara ve içindeki emirlere şeksiz ve şüphesiz iman ettim, dilimle ikrar, kalbimle tasdik ediyorum ve yine iman ve ikrar ediyorum ki en son kitap Kur’ân-ı Azimüşşân ve en son Peygamber de Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm’dır.”


[1] (el-Müfredât, “ḳvt” md.; Tâcü’l-ʿarûs, “ḳvt” md.; krş. Kāmus Tercümesi, “ḳvt” md.)

[2] (Câmiʿu’l-beyân, V, 253-256)

[3] (“Daʿavât”, 82)

[4] (Buhârî, “Ṣavm”, 48; Müslim, “Ṣıyâm”, 57)

[5] (Müsned, II, 232, 446; Buhârî, “Riḳāḳ”, 17; Müslim, “Zühd”, 18-19; krş. el-Ahzâb 33/28-29)

[8] (İbn Mâce, “Zühd”, 30)

[9] (Müslim, Mesâcid, 135; Tirmizî, Salât, 112).

[10] Kaynak: Riyazüs Salihin, Erkam Yayınları

[11] (Müslim, Mesâcid 135. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Vitir 25; Tirmizî, Salât 108; Nesâî, Sehv 81, 82; İbni Mâce, İkâme 32)

[12] (Müslim, Mesâcid 136)

[13] (Mirkat, III, 39-40)

[14] Kaynak <https://kurul.diyanet.gov.tr/Cevap-Ara/245/farz-namazlardan-sonra--estagfirullah--demenin-dayanagi-nedir-?enc=QisAbR4bAkZg1HImMxXRn5PJ8DgFEAoa2xtNuyterRk%3d>


CORONA NOTLARI: 

Türkiye'de toplam vaka sayısı 3 milyonu (3.149.094) aşmış durumda. Vefat sayısı ise 31 bin (30.772) sınırında. Ancak ölüm oranı yüzde birin altına düşmüş (%0,98) görünüyor.

Ülkemizde Mart ayında yeni mutasyonlardan kaynaklı bir vaka artışı yaşanıyor. 28 Şubatta 8.424 olan vaka sayısı 15 Martta 15.503'a 26 Marta da 29.081'e yükselmiş bulunuyor. Artış %245, bu çok çok ciddi bir yükseliş.

Soğukkanlı olmak gerek. Vaka/test oranına bakacak olursak bu artışı daha doğru bir şekilde görebiliyoruz. %7,7'den %10,26'ya 26 Martta da %13,2'ye ulaşmış. Yani test olan her 100 kişinin 13'ünden fazlası pozitif çıkıyor.

Tablodan da görülebileceği üzere artış hasta sayılarını daha az etkilemiş durumda. Ancak 28 Şubatta günlük 610 sayısındaydık, 15 Martta bu rakam 858'e çıkmıştı, 26 Martta da 1.253'e ulaştık. Artış %100 bu da ciddi bir durum.

Maalesef daha yavaş olmakla birlikte ağır hastalarda da artış var. 1.191'den 15 Martta 1.425'a yükselmiş bulunuyor. 26 Martta da 1.810'a ulaşmış durumda. Bu da %52 artış demek.

Bu vaziyet vefatlara da yansımış görünüyor. 15 Marta kadar ortalama 65 dolayındaydı. 11 gün içinde 153'e yükselmiş görünüyor. Bu da günde ortalama 111 demek. Bunun anlamı vefatlarda da %100'ün üstünde bir artış olduğu.

İyileşenlerin oranı ise %95,3'ten 15 Martta %93,9'a düşmüş görünüyordu. 26 Martta ise %92,8'e kadar inmiş.  

15 Marttaki kabine toplantısında alınan karar bu yükselişe dikkat çekerek uyarı mahiyetinde “Bir süre daha izleyelim" şeklinde olmuştu. Türkiye risk haritasında olumsuz yönde değişmeler olduğu anlaşılıyor. İller kendi çaplarında bölgelerinde tedbir almaya çalışıyorlar ama yeterli olacak mı göreceğiz.

25 Mart 2021 Perşembe

25 Mart 2021 18:00 Perşembe CORONA GÜNLERİ................................El-Kebîr/Es-Selâm-El-Hafîz/Allahümme ente'sselâm

El-Kebîr/Es-Selâm

Bugüüç ayların 40.ncısı, Corona günlerinin de 377.ncısı. İnşallah üç aylar boyunca her gün bir esmayı anarak ve namazda okunan sure, dua ve zikirleri öğrenerek bu manevi süreci değerlendirmeye devam ediyorum.

Sırada Esma ül Hüsnanın kırkıncısı El-Kebîr' var. Yine namazdaki sonra oturuştan sonra namazdan çıkmak için başımızı sağa sola çevirerek söylediğimiz “Es-selâm" ile ilerliyoruz.

EL-KEBÎR: الكبير Sözlükte “büyük ve cüsseli, ulu ve yüce olmak” mânasındaki kiber masdarından türemiş bir sıfat olup “büyük ve gövdeli, ulu ve yüce” demekmiş. Kebîr, esmâ-i hüsnâdan biri olarak “zâtının ve sıfatlarının mahiyeti bilinemeyecek kadar ulu” şeklinde tanımlanıyor.

Kur’ân-ı Kerîm’de kiber kavramı on dokuz âyette Allah’ın zâtına veya sıfatlarına nisbet edilmiş. Zât-ı ilâhiyyeye izâfe edilenlerden altısı kebîr, biri doksan dokuz isim içinde yer alan mütekebbir, biri “azamet, yücelik ve hükümranlık” anlamındaki kibriyâ kelimesi. “Büyük, daha büyük, yegâne büyük” mânasına gelen ve muhtelif hadis rivayetlerinde Allah’a nisbet edilen ekber Kur’an’da Cenâb-ı Hakk’ın halk, rızâ, makt (gazab) gibi sıfatlarıyla bağlantılı olarak beş âyette yer alıyor. Bunlardan başka, fiil kalıbında olmak üzere zât-ı ilâhiyyeyi yüceltmeyi (tekbîr) konu edinen dört ve Allah’ın âyetleri hakkında bilgisizce tartışanlarla yapmayacakları şeyleri söyleyenler için ilâhî gazabın büyük olduğunu ifade eden iki âyette kiber kavramı geçmekte (M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “kbr” md.).

Kebîr, doksan dokuz ismi içeren Tirmizî ve İbn Mâce rivayetlerinden sadece birincinin listesinde yer almış (Tirmizî, “Daʿavât”, 82). Ayrıca kibriyâ kelimesi çeşitli hadislerde Allah’a nisbet edilmiş (Müsned, II, 248, 376; Müslim, “Birr”, 136; Ebû Dâvûd, “Libâs”, 25; İbn Mâce, “Zühd”, 16). Tekbir alma çerçevesinde Hz. Peygamber’e izâfe edilen sözlü ve fiilî sünnet rivayetlerinin sayısı ise pek çok (Wensinck, el-Muʿcem, “kbr” md.).

Hemen bütün İslâm âlimleri, kebîr isminin muhtevasına tenzihî açıdan yaklaşarak “şanı yüce ve azameti büyük olan, kudret ve hükümranlığına sınır bulunmayan, hiçbir şeye muhtaç olmayan, yaratılmışlara benzemeyen” şeklinde anlam vermişler. Gazzâlî, “azamet sahibi” diye mânalandırdığı kebîr isminin temel anlamının zât-ı ilâhiyyenin kemalinden ibaret olduğunu kaydediyor. Gazzâlî zâtî kemali de varlığın kemaline irca eder ve bunu Allah’ın ezelî-ebedî olması ve her mevcudun varlığının O’ndan kaynaklanması şeklinde yorumluyor (el-Maḳṣadü’l-esnâ, s. 118-119). [1]

'O' yüceliği karşısında her büyüğün küçüldüğü, büyüklükte kendisinden başka üstünü olmayan, büyüklükte benzeri olmayan, mutlak büyük, zat ve sıfatlarının mahiyeti anlaşılamayacak kadar büyük ve ulu olan, kâinatı hüküm ve kudretiyle idâre eden, her şeyi hükmü altına alan pek büyük" demek.


ES-SELÂM: السلام Namazdan çıkmak için son oturuşta (ka‘de-i ahîre) yüzün sağa ve sola çevrilerek "Esselâmü aleyküm ve rahmetüllâh" denmesi selâm ve teslîm olarak adlandırılmış, birincisine “es-selâmü’l-evvel” (et-teslîmetü’l-ûlâ), ikincisine “es-selâmü’s-sânî” (et-teslîmetü’s-sâniye), ikisine birden “et-teslîmetân” denilmiş.

Baş önce sağa çevrilerek "Esselâmü aleyküm ve rahmetüllâh" sonra da sola çevirerek "Esselâmü aleyküm ve rahmetüllâh" deniliyor. Bu arada omuzlara bakılıyor. Böylece namaz tamamlanmış ve çıkılmış oluyor.

Hz. Peygamber’in namazın sona erdirilmesiyle ilgili söz ve uygulamalarını göz önüne alan fakihler, namazın sonunda selâm vermenin gerekliliği üzerinde fikir birliği etmekle beraber Resûlullah’ın bu konuda farklı yorumlara imkân verecek açıklama ve uygulamaları da bulunduğundan selâmın hükmü ve şekli hakkında değişik görüşler ortaya koymuşlar.

Bu nedenle namazın sonunda iki tarafa selâm verilerek namazdan çıkılması Hanefîler’e göre vâcip, Hanbelîler’e göre farz. Mâlikî ve Şâfiî mezhebinde farz olan ise ilk selâm. İkinci selâmı Şâfiîler sünnet olarak nitelemişler. Mâlikî mezhebinde imama uyan kişinin namazdan çıkmak, imamın selâmını almak ve solundaki cemaati selâmlamak amacıyla üç defa selâm vermesi sünnet olmakla birlikte mezhepteki meşhur görüşe göre imam ve tek başına kılan için ikinci selâm sünnet değil.

Ebû Hanîfe’ye göre kişinin namazdan kendi isteğiyle yaptığı bir fiille çıkmasının (hurûc bi-sun‘ih) rükün olduğu dikkate alındığında ilk selâmı farz olarak niteleyen üç mezhep imamının bu noktada onunla birleştiği görülüyor. Ancak Ebû Hanîfe’ye göre -mekruh olmakla birlikte- kişinin bilerek konuşması veya namazla bağdaşmayacak bir iş yapması gibi bir fiiliyle bu farz yerine gelirse de üç mezhepte namazın geçerliliği için bu fiilin selâm şeklinde olması zorunlu.

Selâmın farz olduğu görüşünde olanların delili Hz. Peygamber’in namazı başka bir şekilde bitirdiğinin nakledilmemesi ve, “Namazdan çıkış selâmla olur” anlamındaki hadislerdir (Ebû Dâvûd, “Ṣalât”, 73; Tirmizî, “Ṣalât”, 62). Hanefîler bu hadislerin vücûba delâlet ettiğini kabul etmekle birlikte, “Kişi namazının sonunda oturmuş haldeyken selâm vermeden abdestini bozarsa namazı câiz olur” (Tirmizî, “Ṣalât”, 183) ve, “Bunu (teşehhüdü) okuduğun zaman namazını bitirmiş olursun, artık kalkmak istersen kalk, oturmak istersen otur” (Ebû Dâvûd, “Ṣalât”, 178) anlamındaki hadislerden namazdan başka fiillerle çıkmanın mümkün olduğunun anlaşıldığını ileri sürmüşler.  

Namazdan çıkmak için söylenecek selâm sözünün en azı Hanefîler’e göre “es-selâm”, diğer mezheplere göre “es-selâmü aleyküm”dür. Sünnete uygun olanı ise Hanefî, Şâfiî ve Hanbelî mezheplerine göre “es-selâmü aleyküm ve rahmetullah”, Mâlikî mezhebine göre “es-selâmü aleyküm” şeklindedir.

Selâm sadece belirli hareketle, belirli kelimelerin söylenmesinden ibaret bir şekil olmayıp bu esnada kişi sağında ve solunda bulunan müminlere ve hafaza meleklerine selâm vermeyi, ayrıca imam cemaate, cemaat de imama ve cemaate selâm vermeyi, yani onlar için esenlik ve iyilik dilediğini gönlünden geçirmeli.

Hanefî, Şâfiî ve Hanbelî mezheplerine göre selâm sözünü söylerken kişinin arkadan yanağı görülecek biçimde başını sağa ve sola çevirmesi sünnet. Ayrıca Şâfiî ve Hanbelîler’e göre selâm sözünü söylemeye yüzü kıbleye dönük halde başlamalıdır. Hanefî ve Hanbelî mezhebinde namazdan çıkışı cemaate duyurmak amacıyla imamın birinci selâmı ikinci selâma göre daha yüksek sesle söylemesi sünnet. [2]

Hanefî mezhebinde bu vacipin bilerek terk edilmesi namazın tekrar kılınmasını gerektiriyor. Farkında olmadan terk edilmesi hâlinde ise bir şey gerekmiyor. Bu selamda “es-selâmü aleyküm ve rahmetullah” cümlesinin “es-selâm” kısmını söylemek vacip, “aleyküm ve rahmetullah” kısmını eklemek ise sünnet. Bir görüşe göre de, sağa selam verilmesi vacip, sol tarafa selam verilmesi sünnettir. Namazdan çıkılması, bütün imamlara göre yalnız bir selam ile olur, bununla namaz biter (İbnü’l-Hümâm, Feth, I,328; Zeylaî, Tebyîn, I, 125).[3]  


[2] Kaynak <https://islamansiklopedisi.org.tr/selam--namaz> 

[3] Kaynak <https://fetva.diyanet.gov.tr/Cevap-Ara/157/namazdan-cikarken-verilen-selamin-hukmu-nedir-?enc=QisAbR4bAkZg1HImMxXRn5PJ8DgFEAoa2xtNuyterRk%3d>

El-Hafîz/Allahümme ente'sselâm

Bugüüç ayların 41.ncisi, Corona günlerinin de 378.ncısı. İnşallah üç aylar boyunca her gün bir esmayı anarak ve namazda okunan sure, dua ve zikirleri öğrenerek bu manevi süreci değerlendirmeye devam ediyorum.

Sırada Esma ül Hüsnanın kırkbirincisi El-hafîz' var. Yine namazdan çıkıştan sonra söylediğimiz “Allahümme ente'sselâm" zikri ile ilerliyoruz.

EL-HAFÎZ: الحفيظ “Korumak, görüp gözetmek, ihmalkâr ve gafil davranmayıp dikkatli ve basîretli bulunmak; anlayıp bellemek, ezberlemek” anlamlarındaki hıfz kökünden sıfat olup “koruyan, hiçbir şeyin kaybolmaması ve ihmal edilmemesi için gerekli tedbirleri alan” demekmiş.

Aynı mânadaki hâfız kelimesine nisbetle mübalağa ve süreklilik ifade ediyor. Hafîz, Allah’ın isimlerinden biri olarak “kâinatta zerre kadar bir şey bile gözetiminden uzak olmayan ve tabiatı dengede tutan” anlamında.[1]

Hıfz kavramı Kur’ân-ı Kerîm’de kırk yerde geçmekte olup bunların on üçü Allah’a, dördü meleklere, altısı peygamberlere, biri ilm-i ilâhî veya levh-i mahfûz mânasındaki “kitâb”a, diğerleri de insanlara nisbet edilmiş (bk. M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “ḥfẓ” md.). Allah’a izâfe edilen kelimelerin ikisi bizzat kendi fiilinin, ikisi de O’nun tarafından korunan levhin (levh-i mahfûz) ve yine kendi iradesiyle dünyayı bir tavan gibi gök taşlarından koruyan sakfın (sakf-i mahfûz) sıfatı durumunda (en-Nisâ 4/34; el-Hicr 15/17).

Üç âyette yer alan hıfz ise tabiatın yaratıcısı, yöneticisi ve geliştiricisi olan Allah’ın onun işleyiş sistemini koruyup sürdürdüğünü, özellikle insanlarla meskûn dünyanın maddî olan ve olmayan zararlılardan muhafaza ettiğini belirtmekte (el-Bakara 2/255; es-Sâffât 37/7; Fussılet 41/12). Kur’an’ın üç âyetinde birer sıfat olarak Allah’a nisbet edilen hâfız kelimelerinden birinde Hz. Ya‘kūb’un dilinden Allah’ın en hayırlı koruyucu olduğu (Yûsuf 12/64), diğerinde Kur’an’ı O’nun mutlaka koruyacağı (el-Hicr 15/9), üçüncüsünde de Hz. Süleyman’ın emrinde çalışıp dalgıçlık ve benzeri işlerle meşgul olan elemanların Allah’ın gözetimi altında bulunduğu ifade edilmekte (el-Enbiyâ 21/82).

Hafîz ismi de üç âyette tekrarlanarak bunların ikisinde Allah’ın “her şeyi gözeten” olduğu (Hûd 11/57; Sebe’ 34/21), diğerinde Allah’tan başka dostlar edinenleri O’nun daima gözetim altında tuttuğu açıklanmakta (eş-Şûrâ 42/6). Kur’an’da meleklere izâfe edilen hıfz, insanları koruma ve işledikleri amelleri kayıt altına alma mânasında kullanılmakta, peygamberlere nisbet edilenlerse onların sadece tebliğle mükellef olduklarını, iradelerini diledikleri gibi kullanan insanların üzerine birer bekçi gibi görevlendirilmediklerini bildirmekte.

Hıfz kavramı çeşitli hadislerde Allah’a, meleklere ve insanlara nisbet edilmiş (bk. Wensinck, el-Muʿcem, “ḥfẓ” md.), hafîz, doksan dokuz ismi ihtiva eden Tirmizî ve İbn Mâce rivayetlerinden sadece Tirmizî’de yer almış (Tirmizî, “Daʿavât”, 82).[2]

'O' koruyucu olan, koruyup kollayan, kötülüklerden, musibetlerden, kaza ve belâlardan koruyup gözeten ve dengede tutan, her şeyi afat ve beladan koruyan, varlıkları kaderle tayin edilmiş bir ecele kadar zevale uğramaktan koruyan, gözetip koruyan, muhafaza eden" demektir.


ALLAH
ÜMME ENTE'SSELÂM:للّهمَّ اَ نْتَ السّلاَ مُ  Selam verip namazdan çıktığımızda “Allahumme entesselamu ve minkesselam, tebarekte ya zel celali vel ikram” şeklinde kısa bir zikir-dua yapıyoruz.

 

Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) selam verip (namazdan çıkınca) üç kere istiğfarda bulunup: "Allahümme ente'sselâm ve minke'sselâm tebârekte ve teâleyte yâ ze'lcelâli ve'l-ikrâm” dermiş." [3] Manası: “Allah'ım sen selamsın. Selamet de sendendir. Ey celâl ve ikrâm sâhibi sen münezzehsin, sen yücesin" demek.

Selâm, Allah'ın isimlerinden. Hadiste: "Allah'ım sen, mahlûkata has her çeşit kusurlardan, noksanlıklardan selâmettesin, uzaksın" şeklinde geçiyor. "Selâmet de sendendir" sözü de, "İnsanlara selâmeti sen verirsin, dilersen sen alırsın, selâmetin varlığı da yokluğu da sendendir" mânasını taşıyor.

Tebârekte, mübârek oldun, münezzeh oldun mânalarında. Bu tâbirin aslı bereket. Bereket ise kesret, çokluk ve nemâ (artma) mânasına geliyor. "Celâl ve kemâl sıfatlarının çokluğu sebebiyle, noksan sıfatlardan uzaksın, büyüksün..." gibi mânalarla yorumlanabilir.

Hülâsa, selam verdikten sonra okunan bu zikr, hürmet makamında sena ve tenzih maksadıyla söylenmekte. [4] 

Âişe (r.anha)’dan rivâyete göre: “Rasûlullah (s.a.v.) selam verdikten sonra “Allahümme entesselam veminkes selam tebarekte zelcelali velikram” diyecek kadar otururdu. (Ey Allah’ım sen her türlü kötülük ve eksikliklerden uzaksın, hertürlü huzur rahat ve afiyetler de sendedir. Celal ve ikram sahibi olan sen ne mübareksin.)” [5]

Hz. Aişe (r.anha) bildiriyor: Allah Resulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem) selam verdiği zaman: ''Allahümme entes-selamu ve-minkes-selamı tebarekte ya Zel Celali vel-ikram''derdi. [6]

Hennâd (r.a.), aynı senedle bu hadisin benzerini bize aktardı ve “Tebarekte” kelimesinden sonra “Ya” yı ilave etti. [7]

Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem)'in azatlısı Sevban der ki: Nebi (Sallallahu aleyhi ve Sellem) namazını bitirip kalkmak istediği zaman üç defa istiğfar ettikten sonra: ''Allahümme entes-Selamu ve-minkes-Selam, tebarekte ya Zel-Celali vel-ikram (=Allahım! Sen esenliksin selamsın, esenlik Senden gelir. Celal ve ikram sahibi olan Sen ne yücesin) '' derdi.[8] 


[1] Lisânü’l-ʿArab, “ḥfẓ” md.; Kāmus Tercümesi, “ḥfẓ” md.

[3] Müslim, Mesâcid 135, (591); Tirmizî, Salât 224, (300); Ebû Dâvud, Salât 360 (1513); Nesâî, Sehv 80, (3, 68).

[4] Prof.Dr. İbrahim CANAN, Kütüb-ü Sitte Şerhi, , Cilt 16-17

[5] Müslim, Mesacid: 26; İbn Mâce, İkame: 32

[6] Müslim, mesacid 1/414 (592), Ebu Davud, salat (2/84 (1512) ve Tirmizi, salat 2/96 (298)

[7] Müslim, Mesacid: 27

[8] Müslim (1/414) ve İbn Mace 1/298 (924)