İnsan tabiatı
İnsan tabiatı hem iyidir hem kötü. Hem şükreder hem de nankörlük. Eliyle, diliyle yaralara merhem olur. Eliyle cana da kıyar, diliyle zehir de saçar. Dünyayı imar eden de odur, helak eden de. Kulluğu da bilir, isyanı da seçer.
Güzeldir yaradılışı
amma ister eşref i mahlûkat olur, dilerse esfele safilin. Bir insan cenneti
arzu etmek varken nasıl olur da sefillerin en sefili, aşağıların en aşağısı
olur, cehennemin en alt tabakasına talip olur anlamak mümkün değil?
Kur’an aklı
olan insana mesaj. Dileyen okuyup sırat ı müstakim sahibi oluyor, nasibi olmayan
kendini nefsinin cangıl ormanlarında kaybediyor. Habil’le Kabil’in hikayesi
boşuna değil. Çıkış sebebi ibadet bile olsa sonunda kardeşinin kanına girebilen
biri bu “insan” dediğimiz mahlûk. O yüzden yaptıklarının kendine göre bir
gerekçesi olur her zaman. Çoğu zaman da kendini inandırır yoluna. Pişman olsa
bile kibri ve gururu öyle bir sed örmüştür ki etrafına tövbe kapısını göremez, görse
de edemez.
Cehaleti de
bilmemekten değildir. Hakkı hakikati, doğru olanı bal gibi bildiği halde yine
de içinde olduğu karanlığı aydınlatamaz. Nefsinin azgınlığı bir karabasan gibi
göğsünün üzerine oturmuş, adeta elini kolunu oynatamaz olmuştur. İşte böyleleri,
bilip de azgınlığında ısrar edenlere üstüne basa basa “cehil” denilmiştir.
Bilmeyenlere de bu yüzden cahil dememek gerekir.
Ezopun dilleri
Bugün Corona belasında yaşadığımız 300'ncü gün. Bu da bir tür yürüyüş. Sabırla, metanetle, kazanma inancı ve azmiyle yapılan bir yolculuk. Her yürüyüş gibi birlikteliğe, yol arkadaşlığına ihtiyaç var. Eskiler; yolculuk yapmadan, birlikte yiyip içmeden ve yatmadan insan anlaşılamaz demişler. Ne kadar doğru. Arkadaşlığı, dostluğu, sadakat ve vefayı hemen anlayamıyorsunuz. En azından bir testten geçmesi gerek.
Yol yürüyenler çakır dikenlerini bilir. Acısını tanırlar. Sinsiliğini, batınca fark edildiğini yaşamışlardır. Toprağa hangi yanıyla düşerse düşsün ayağınıza batacak şekilde dururlar. Rüzgârla yola gelişigüzel saçılmışlar ve kuru otlar arasında kamuflajlanmışlardır.
Kendinizi daha büyük engellere hazırlamışken o
küçücük şey ayağınıza batınca canınız epey acır. Bazı insanların da hali
böyledir. İhanetten bahsetmiyorum, o çok farklı bir şey. Ancak bazen dostun gül
atması bile dokunur ya, işte öyle bir şey.
Bir de mırın
kırın ederek, gölgelerde kalarak yol arkadaşlarını yalnız bırakanlar var. Meşhur
hikayedir, bilirsiniz. Aksak Timur Anadolu'ya gelirken filleri de getirmiş. Akşehir
yakınlarında otağını kurduğunda, bir erkek fili de Akşehir’lilere emanet etmiş.
Bunu “yedireceksiniz, içireceksiniz” demiş. “Hayvanımın başına bir şey gelmesin
sonra karışmam!..” Fil bu ya, doymak bilmez. Köylüler ellerindekini
avuçlarındakini yediriyor ama nafile. Ne varsa götürüyor, bağ bahçe tanımıyor,
önüne gelen yeri çiğneyip talan ediyormuş.
Akşehir’liler
fili beslemek için tarlada, bahçede, ambarda, kilerde ne varsa tüketmişler.
Bakmışlar ki aç açıkta kalacaklar, böyle olmayacak. Gitmişler Nasreddin Hoca'ya
yalvarmışlar yakarmışlar. "Hocam" demişler, "biz perişan olduk. Timur
seni dinler, bir konuş Allah'ını seversen. Şu fil belasını başımızdan
alsın." Hoca şöyle bir bakmış Akşehir’lilere. Hallerine acımış. ”Ey ahali
o zaman toplanın, hep birlikte gidelim, derdimizi anlatalım”.
Hoca önde,
Akşehir’liler arkada, huzura çıkmak için yola düşmüşler. Otağın kapısına
gelindiğinde Hoca içeri girmiş. Timur hocayı ve zekasını severmiş, buyur etmiş.
Hakan çok şatafatlı bir tahta oturuyormuş. Hoca "elçiye zeval olmaz
efendim" diye başlamış söze. "Bütün Akşehir’liler hep birlikte düşünmüşler
taşınmışlar beni sözcü seçmişler" diye devam etmiş. Timur, "hangi
Akşehirliler?" diye kesmiş sözünü “Hani neredeler?” Hoca "kapıdalar
efendim" demiş.
Timur “Getir
bakayım onları da göreyim” demiş. Hoca gidip kapıya bakmış ki kimse yok! Son
dakikada 'Aman ne olur ne olmaz' deyip birden arazi olmuşlar. Hoca düşünmüş,
tekrar içeri girip huzura çıkmış. Timur, bıyık altından sormuş: ”Ne oldu Hoca,
hani diğerleri?” Etraftan bir kıkırdama duyulmuş. Hoca zeki adam hiç bozmamış: "Hakanım"
demiş "şunu diyecektim aslında. Akşehirli sizin fili bir sevdi bir sevdi. Şirin
mi şirin, tatlı mı tatlı. Millet fil diyor, başka bir şey demiyor. Ancak herkes
hayvancığasın yalnızlığına üzülüp duruyor. Eşi yok, ailesi yok. Öyle mahzun,
tek başına, yazık. Ferman buyursanız da yanına bir de dişi fil getirseler. Biz
de mutlu neşeli yaşasak”.
Timur, bir
kahkaha atmış. “Hay çok yaşa sen hoca. Ben bunu nasıl düşünemedim. Var git ver
müjdeyi, gönderiyorum diğer fili”. Hoca, otağın kapısından çıkıp ilerleyince,
çalının çırpının ardındaki tam siper kurnaz Akşehirliler etrafını sarmışlar: “Ne
oldu Hoca? Hallettin mi işi? Ne zaman gidiyor fil?” Hoca göz gezdirmiş
etrafındakilere birer birer. "Ne gitmesi arkadaşlar, ikincisi de geliyor,
yolda! Hayırlı uğurlu olsun siz ödlek uyanıklara. Beni de rahatsız etmeyin
bundan böyle. Ben kendi işime bakayım, siz de kendi işinize, hadi bakalım
selametle" diyerek vurmuş asasını yola, kaybolmuş ufukta.
Kıssadan
hisse: Nasrettin hocayı Timur’un karşısında yalnız bırakanlar sadece
kendilerine değil memleketlerine de kötülük ettiler. İnsanın böyle bazı halleri
de, ağzında evirip çevirdiği dili de çakırdikenine benzer biliyor musunuz? Bir
Ezop(*) masalında dile getirildiği gibi o; hem dünyanın en tatlı şeyi, hem de en
acı olanı. Hikayeyi bilirsiniz hepsini anlatmayacağım. Sadece dünyanın hem en acı hem de en tatlı yemeğinin "dil"den yapıldığını hatırlatmakla yetineyim. Yumuşacık, küçücük bir şeyin hem bu kadar tatlı, hoş ve lezzetli, hem de bu kadar zehirli, bu kadar şeytani,
bu kadar acıtıcı olabileceğini ancak tadınca anlar insan.
İnsanoğlu çiğ süt emmiş
İnsan çok güzel, çok değerli. Ancak insanoğlu “çiğ süt emmiş” aynı zamanda. O yüzden de yanlışları, eğrilikleri de çok. Her zaman iyi, dosdoğru ve asil değil. Kötü de olabilir, yamuklukları olur sık sık.
Hatta bazen soysuzca da davranabilir; İyiliğe nankörlük
eder, kötülükle karşılık verebilir. Çiğ süt emmiş atasözü işte bu yüzden; insanın
sağı solu belli olmaz, ne zaman ne yapacağı bilinmez anlamında kullanılıyor.
Hikaye bu ya; kedinin biri dağda
kuş kovalarken birden kendini aslanın ininde bulmuş. Gürültüye uyanan aslan
kükremiş: “Bre sen kimsin? Ne işin var, benim inimde?” Kedi korkmuş, paçayı
kurtarmak için: “Tanımadın mı beni? Ben senin dayınım” demiş. Aslan, baştan
ayağa süzmüş kediyi: “Yüzün gözün, elin ayağın, postun tüyün aslana benziyor
ama pek bir küçüksün. Sen nasıl benim dayım olabilirsin ki?” diye sormuş.
“Ah yeğenim” demiş kedi, “Ben de
senin gibi büyüktüm. Ama şu insanoğlu var ya çiğ süt emmiş. Bana etmediği zulüm
kalmadı, küçülte küçülte bu hale soktular beni.” Aslan öfkelenmiş: “Vay
vicdansızlar! Demek öyle ha!” “Yaa… Böyle işte!” Kısa bir an düşünen aslan,
birden fırlayıp kalkmış ayağa: “Hadi, kalk gidiyoruz” demiş. “Nereye?” “Göster
bana şu insaoğlunu da yaptıklarının hesabını sorayım!”
Bakmış aslan ciddi, vazgeçirmeye
çalışmış kedi: “Aman etme, bu insanoğlu çiğ süt emmiştir. Ben yandım, sen de
yanma!” “Olmaz!” demiş aslan. Hesap soracak, kafaya koymuş bir kere.
Uzun süre yürüdükten sonra ormanın
kıyısında bir oduncuyla karşılaşınca kedi durdurmuş aslanı, “İşte bu” demiş. Aslan,
oduncuya doğru kükreyerek: “İnsanoğlu denen çiğ süt emmiş sen misin?” diye
sormuş.
Oduncu, dönüp şöyle bir bakmış: “Benim,
ne olacak?” demiş. “Dayıma yaptıklarının hesabını vereceksin!” “Ne yapmışım
dayına?” “Daha ne yapacaksın? Baksana ne hale getirmişsin? Dayak yemekten ufalmış
iyice…” Oduncu, kediye bakmış. Kedinin bir oyunuyla karşı karşıya olduğunu
anlamış. Aslana derdini anlatamayacağı ya da kaçıp kurtulamayacağı için: “Peki,
hesaplaşalım” demiş. “Ama önce şu kütüğü yarmalıyım. Yardım et de çabuk
yarayım.”
Bir an önce hesaplaşmak isteyen
aslan: “Tamam” demiş, “nasıl yardım edeyim, çabuk söyle!”
Oduncu, kütüğün ortasına bir kama saplayıp boydan boya yardıktan sonra aslana dönüp: “Şu yarığa bir pençeni sok da çabuk yarayım” demiş. Aslan, kütüğün aralığına bir pençesini sokmuş. Oduncu, aynı anda kamayı çekince aslanın ayağı sıkışıp kalmış. Başlamış acı içinde bağırmaya.
Oduncu, doğrulmuş olduğu yerde: “Tamam mı?” demiş, “Hesaplaştık mı şimdi?” Acıyla haykıran aslan: “Tamam, tamam!” demiş. “Dayım, insanoğlu çiğ süt emmiştir, demişti de inanmamıştım. Doğruymuş meğer!”
Hikayede ilginç olan nokta sade bir insanın, iyi olmasını beklediğimiz bir insanın bile tuzak kurabileceğinin, muhatabın canını acıtabileceğinin anlatılması. Yaşarken bu tür örnekleri çokça görmüşlüğümüz var. Gerekçesi ne olursa olsun insan akrep gibi sokabilir, yılan gibi boğabilir, karadul gibi zehirleyebilir. Dikkat edin muhabbet ederken dilinin çatalını görebilirsiniz. O çatal dil insanları öyle birbirine düşürür, dostlar akrabalar arasına öyle yaralar açar ki inanamazsınız.
Ağızdan
çıkan sözcükler öyle dedikodular eder, öyle iftiralar atabilir ki; ocaklar söner
bu yüzden. İnsanoğlu söz konusu olduğunda ha dil, ha kalem; ha el ha iğneli topuz
hiç fark etmez. Hepsi aynı kapıya çıkar. Misal biri sanal dünyada yorum mu
yapıyor; dikkat ediniz. Över gibi yaparken aslında eleştirebilir. Hayra soluğu
olmadığı gibi, varlığı bile keyfinizi kaçırmaya yeter.
Delil mi
istiyorsunuz? Aramamış sormamış biri aniden çıkıp gelse ya da telefon edip sizden
bir şey istese. Sizin de ona bir imkânınız olmasa. Yalan söylemeden, oyalamadan
dosdoğru “Hayır!” deyin de görün bakalım neler oluyor. Başta hal hatır soran,
saygılar sunan o insan birden dönüverir. Kelimeler adeta ok gibi çıkar ağzından.
Bir anda tüm zehrini boşaltıverir üstünüze.
İşte
böyledir “çiğ süt emmiş insan”. Yine aynı çiğ sütü emmiş ama “insan evladı olmayı
bilmiş” binlercesinin, milyonlarcasının sırtında dönüyor dünya. O yüzden de şöyle
dua ederiz ya: “Allah iyilerle karşılaştırsın!”
-----------------------
(*)Ezop fabl denen öyküleriyle ünlüdür. Fabl sonunda ders verme amacı güden, güldüren, düşündüren ve genellikle manzum öykülere deniyor. Dünyanın en ünlü fabl yazarları ise; Ezop, La Fontaine ve Beydeba'dır. İ.Ö.VI.yy.da yaşadığı varsayılan eski yunan masalcısı Ezop'un fablları M.Ö. 300 yılında derlenerek yazıya geçirilmiş. Söylentilere göre Trakya'da ya da Emirdağ yakınlarındaki Amorium kentinde doğup büyümüş. Bir süre köle olarak Samos adasında yaşamış, azat edilince birçok yolculuk yapmış, Delphoi'ye yaptığı yolculuk sırasında da bir cinayete kurban gitmiş. Fablların kahramanları genellikle hayvanlar. Ama bu hayvanlar insanlar gibi düşünüyor, konuşuyor ve tıpkı insanlar gibi davranıyorlar. Sonuçta öyküden çıkarılan ders bir öğüt biçiminde oluyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder