Sırat-ı Mustakîm
Bugün Corona günlerinin 254.ncüsü. Bu sürecin başından beri
günlük yazıyorum. Yazdıklarım sadece coronavirüse dair değil. Elbette sık sık
salgının Türkiye’de ve Dünya’daki seyrine ilişkin yazılar yazıyor,
istatistikler eşliğinde değerlendirmeler yapıyorum. Ancak dünya dönüyor, zaman
geçiyor, hayat da devam ediyor. Dolayısıyla pek çok başka haber, gelişme,
düşünce ve duygu yazılarıma konu olabiliyor.
Bu bazen uluslararası ilişkiler oluyor, bazen ekonomik bazen
de sosyal meseleler. Bazen ulusal bazen de küresel konular konuk oluyor
satırlarıma. Coronayla karışık fikirler ilham oluyor yazdıklarıma. Bazen de
şiir ya da türkülerle anlatmaya çalışıyorum duygularımı. Konu sıkıntım yok
Allah şükür. Ancak aklımı ve gönlümü meşgul eden pek çok başlık hala içimde
açılmamış bekliyor.
Bazıları hızla akıp giden olaylar zinciri içinde kaybolup,
ilk parlaklığını yitiriyorlar. Bir kısmı güncel harala güreleden kaçtığım için
değersizleşiyor. Öteki bir kısmı da politika girdaplarına girmek istemediğim
için çiziliyor. Bazı konular var ki gireyim mi girmeyeyim mi kararsızım.
Bunlardan biri de dini mevzular.
Kuşkusuz bunda kendimi ehil görmemem çok önemli bir sebep.
Ama ortada çok fazla değişik laf söz var. Bu güne kadar görmediğim, duymadığım,
okumadığım kadar farklı, birbirine zıt söylemler. Hadi fitne demeyeyim ama tam
bir kafa karışıklığına neden oldukları ortada. Açıkçası temiz bir ses, temiz
bir istikamet arıyorum. Okurken, dinlerken, izlerken benden daha çok
üstüne vazife olması gerekenleri bekliyorum belki de.
İnancımızda ‘Sırât-ı
müstakîm’ diye bir kavram var. Gerçeğe götüren dosdoğru ve apaçık hak yol
anlamında bir Kur’an tabiri. ‘Sırât’ kelimesi ile ‘dengeli ve dosdoğru’
anlamındaki müstakīm kelimelerinden oluşmuş. Burada yol kelimesinin dosdoğru
diye nitelendirilmesi onun ‘hedefe ulaştıran en kısa yol’ anlamına geldiğini
gösteriyor. Bu yüzden hak ve hakikat yoluna sırât-ı müstakîm denilmiş. Bundan
dolayı istikamet kelimesi de genellikle düz bir çizgi gibi doğru olan yol için
kullanılagelmiş.
Sırât-ı müstakîm kavramı Kur’an'da tam otuz üç âyette yer
almış. Bu terkip geçtiği âyetlerin bir kısmında Allah’ın doğru yol ve istikamet
üzere olduğunu (Hûd 11/56), O’nun dilediğini bu yola ileteceğini (el-Bakara
2/142, 213; el-Mâide 5/16; el-En‘âm 6/39; Yûnus 10/25), peygamberleri ve
inananları doğru yola ulaştırdığını (el-En‘âm 6/87, 161; en-Nahl 16/121; el-Hac
22/54; es-Sâffât 37/118) bildirmekte.
Bazı âyetlerde ise Resûl-i Ekrem’in insanları doğru yola
davet ettiği (Âl-i İmrân 3/51; el-En‘âm 6/153; el-Mü’minûn 23/73; eş-Şûrâ
42/52) ve Kur’an’ın insanı doğru yola ilettiği (el-Mâide 5/16) vurgulanmakta ve
şeytanın doğru yola girilmesine engel olmaya çalıştığı ifade edilmiş.(el-A‘râf
7/16).
Ayrıca aynı âyet grubunda; Allah’ın ipine sımsıkı sarılma (Âl-i İmrân 3/103), O’na kulluk etme (Âl-i İmrân 3/51; Meryem 19/36; Yâsîn 36/61; ez-Zuhruf 43/64) ve Peygamber’e uyma (ez-Zuhruf 43/61) sırât-ı müstakîm üzere olmanın temel ilkeleri şeklinde zikredilmiş. Bazı âyetlerde de adaletle doğru yol arasındaki yakın irtibata dikkat çekilmiş. (en-Nahl 16/76).
Fâtiha sûresinde geçen sırât-ı müstakîm ise ‘kendilerine nimet verilenlerin yolu’ şeklinde açıklanmış. Bu ifade, ilâhî nimete mazhar kılınanların takip ettiği yolun özelliklerini belirten âyetle birlikte (en-Nisâ 4/69) değerlendirildiğinde sırât-ı müstakîmin peygamberlerin, doğruların, şehidlerin ve sâlihlerin yolu olduğu söylenebilir.
İşte şimdi ortalıkta fıkır fıkır kaynayan, devrile evrile dönen birbirine karşıt dini söylemler arasında Diyojen gibi elimde lamba "Adam gibi adam arıyorum. Temiz, doğru, ifrat ve tefritten arınmış bir İstikamet bulmaya çalışıyorum." Kimseyle didişmeden, iddialaşmadan, cedelleşmeden, nefis, çıkar ve kibir bulaşıklığı içinde kederlenmeden Kur'an'da sözü edilen o 'Sırat-ı Mustakîm' i bulmak ve istikametinde yürümek istiyorum.
İstikamet meselesi
Bu güne kadar dosdoğru olmayı hep önemsedim. İş yapma biçimim, duruşum, sözüm ve özüm hep bu çizgide olsun istedim. Tarzım böyle olsun, ahlakım, karakterim böyle şekillensin arzu ettim. Yapabildim mi?
Geride
kalan hayat çizgimde epey kırıklık, keder ve arıza var. Rüyalarım bile hala yürüyüp
de gidemediğim, koşarken düştüğüm, uzanırken erişemediğim sahnelerle dolu.
Ömrümün son perdesindeyim. Yine de vazgeçmiş değilim bir istikamet sahibi olmaktan. “Hayırdır inşallah” deyip düştüğüm yerden kalkmaya, etrafıma bakıp pusulamı düzeltmeye hep devam ettim. Rabbim nefes verdikçe de böyle düşüneceğim. Tuttuğum ipin sağlam olduğuna inanıyor, güveniyorum. Bazen kayar gibi olsam da onu bırakmaya niyetim yok.
Şimdiye kadar her okuduğum kitaptan yararlanmaya, her sözün her davranışın iyi taraflarını görebilmeye zorladım kendimi.Başarabildim mi? Çok zaman evet, bazen de hayır. Uçmak isteyip de ayağı bir yerlere takıldığı için havalanamayan kuşlar gibiydim. Nefis denilen şey gerçekten de insanın ayağına dolanmış zincir gibi. Biliyorsun, görüyorsun ama yine de dolandığın ağırlıklardan kurtulamıyorsun.
Hamd olsun inancımda bir sorun yok. Mesele kırıksız, eğrisiz dümdüz bir istikamet üzere olabilmek. Dünya yolculuğunu böyle tamamlayabilmek. Nereden geldiğimi, nereye gitmekte olduğumu biliyorum. Eksik ve kusurlarımın da farkındayım. Aklımın ve kalbimin kötülük tarafında olmadığından eminim. Ancak iyilik otobanında zigzaglar çizmenin de alemi yok, onu da görebiliyorum.
Rahmetli babam ben çocukken bir köy hocasıydı. Küçükken elini şeker kamışı mengenesine kaptırmış. Sol eli çolak kaldığı için de köy yerinde duramamış. İstanbul'da rahmetli Enver Baytan hocanın talebesi olmuş. Allah razı olsun bana daha beş yaşındayken Kur'an öğretmişti.
Lakabı "çolak hafız"dı. Beni arkasında müezzinlik yapmaya hatta ezan okumaya teşvik etti. Ne çare ki sesim onun kadar güzel değildi. Aklım da kitaplarda, "okuyup adam olmak"taydı. Köy odasında ihtiyar cemaate kitap, gazete okurken bambaşka hayaller içindeydim. Çolak hafız içimi okumuş beni evladından ayrılmak bahasına dedemin yanına şehre göndermişti.
3.ncü sınıftan itibaren çok iyi bir öğretmenim oldu. Onun teşvikiyle sınavlara girdim. Böylece liseyi Balıkesir'de parasız yatılı okudum. Ama daha ikinci sınıfta çocukken din adına öğrendiğim şeylerin tamamen taklid ve ezber olduğunun farkına vardım. Ben böyle araftayken etrafımdaki başkaları bambaşka şeyler okuyor ve söylüyorlardı.
İki edebiyat hocamdan biri solcu diğeri sağcıydı. Kafam iyiden karışmıştı. Kendimi birine yakın hissediyor ama aklım onaylamıyordu. Diğerine aklım yatıyor ama kalbim uzak duruyordu. 70'li yılların başıydı ve ideolojik saflaşma ağlarını örüyordu. Tam bu sırada bir kitap okudum, bir romandı, üstelik Mısır'da geçiyordu.
Birden dünyam değişti, artık yönüm "tek yol islam" rotasına girmişti. Üniversitede sıkı bir "islamcı" oldum. O zamanki çevremin bana katkısını şükranla anıyorum. Köklü bir talebe teşkilatının üyesi oldum. Diğer örgütlere kıyasla gençlerin birbirini kırdıkları bir ortamda bize inanmayı, okumayı ve kendimizi yetiştirmeyi öğütlüyorlardı. 75-77 yılları gençler arasında "çılık, çülük,..." cereyanlarının revaç bulduğu bir dönemdi. Ben de kendimi birden "şeriatçı" diye nitelenenler arasında buldum.
Bu arada siyaseti keşfettim. Okuduğum kitaplar dini çizgiden siyasal tarafa evrilmişti. İstanbul o zaman da olaylara rağmen bir kültür, sanat ve inanç merkeziydi. Yolum Necip Fazıl gibi büyük şairler, Prof.Ayhan Songar, Nevzat Yalçıntaş, Sabahaddin Zaim gibi bilim adamları, M.Zahid Kotku gibi tasavvuf büyükleriyle kesişti. Yazmayı, edebiyatı, şiiri, tiyatroyu ve sinemayı böyle bir dönemde tanıdım sevdim. Dinledim, okudum, yazdım ve hasbel kader içinde oldum.
O arada bir şey fark ettim. Din ile siyaset çok fazla iç içe geçmişti. Namaz kılmayan ateşli islamcılar, dinden beslenen şeriatçı ve politikacılar gördüm. Hele de dindar insanların üzerindeki parti elbiseleri epey eğreti duruyordu. İşte yine kafam karışmış, gönlüm bulanmıştı. Tam da böyle bir zamanda apar topar memur oluverdim. Arkasından siyasi bir sürgün, evlilik, ilk çocuğumun doğması ve 12 eylül ihtilali...
10 yıllık bir süreç içinde sıkı bir memuriyet, sürgün gittiğim yerden terfi ederek Ankara'ya uzanan bir yükseliş çizgisi. Zor işleri başarmak ve parmakla gösterilen iyi bir muhasebeci olmak. Bütün bunlar rotamı bambaşka bir istikamete çevirmişti: İş,iş,iş...Bir taraftan iyi bir memur, sıkı bir muhasebeci ve zor işlerin başarılı adamı olmak, öbür yandan sürekli düşüp kalkmak. Yine istikamette kırıklıklar, kederler. Ve yine kafa karışıklığıyla birlikte gönül dünyamda giderek büyüyen boşluk.
Artık islamcı değildim. Şeratçılık ise zaten başından beri bir etiketti. İrtica, mürteci, yobaz kelimelerinin havada adeta birer kurşun gibi uçuştuğu karanlık bir dönemdi. 28 şubat böyle bir ortamda geldi çattı işte. Galiba herkes için bir değişim dönüşüm süreci başlamıştı. Kafamdan çoktan çı..çu.. olmayı çıkarmış, parti pırtı düşüncelerini ise sıyırıp atmıştım. İnanç dünyamda sadece "müslüman" olmanın yeterli olduğu bir aşamadaydım artık.
Olgunluk dönemim böyle başladı diye düşünürüm. Yaptığım işin-en iyisini yapmış olsam bile-kalbimi dolduramadığını, bir serap gibi yitip gittiğini anlamış oldum. Artık geri kalan ömrümün öncekinden daha anlamlı olma vakti gelmişti. "Müslüman" olmanın içini hem aklen hem de kalben doldurmalıydım. Emeklilik işte tam da böyle bir dönemeçte karşıma çıktı.
Artık özleyip de yapamadığım bazı şeyleri yapacaktım. Kendimle, ailemle, çocuklarımla ilgilenecektim. Bir cami cemaati olmak, çalışırken aksattığım beş vakit namazımı kılmak istiyordum. Tabutumu omuzlayacak çıkarsız, hasbi dostlar arıyordum. Yeniden Kur'an okumak, anlamı üzerinde düşünmek, eksiklerimi tamamlamak ve ibadetimin anlamına vakıf olmak arzusundaydım. Yapmaya çalıştım da.
Etrafıma baktım, dinledim, okudum, gözlemledim. Eskiden beri yazarak okumayı ve öğrenmeyi severim. Yine öyle yaptım, dini konularda özellikle "iyilik" üzerine yazdım da. Ancak din adına, inanç adına o kadar çok farklı şey vardı ki ortalıkta. Gelenekle din, kültürle hurafe, siyasetle inanç, vahiy'le sünnet, tasavvufla şeriat, akılla nakil, rivayetle hakikat, selamla salat, kullukla şefaat vs. birbirine karışmıştı.
Aynı Kur'an üzerinde bile üstü kapalı ya da ayan beyan farklı iddialar duyuyordum. Bir şey anlatmaya çalışanlar diğerlerini karalayarak bunu yapıyorlardı. Ne söylediği, neye çağırdığı kendinden menkul birileri dini oraya buraya çekiştirip duruyorlardı. Orta yol olarak gördüğüm "cami" bile müslümanı arafta bırakmıştı. Sonuçta kafam yine karışmış, aklım ve kalbim hep orada olan, var olan ama üzerine pus çökmüş "sırat-ı müstakim" yolunu arar olmuştu.
Elimde lamba; aklımı ve kalbimi mutmain edecek o dosdoğru "istikameti" seçmeye çalışıyordum.